Kürşad Bayhan / 140journos
Bölgede yoğun yaşam hakkı ihlalinin yaşandığı bir dönemde kayıp olanın arkasından tutulacak olan yas hangi koşullar sağlanarak toplumun tamamına ait hale getirilebilir? Kadının zorla sürgün edildiği kentte ‘acı’sı nasıl saygınlık kazanabilir?
Başlamadan önce ortaokul yedinci sınıftan aklımda kalan küçük bir anıyı paylaşma gereği duyuyorum… Cizre’den Diyarbakır’a geçecek olan ‘kayıp’ yakını bir aile bir gece evimizde kalmak zorunda kalmıştı. Büyükler cenazeyi, olayı konuşurken ben pek anlamadan sohbetin içine dalmıştım ve kadına şu soruyu sormuştum: "Cenazeyi buldunuz, almaya mı gidiyorsunuz?" Kadın hiç duraksamadan, "Hayır bulmadık, sormaya gidiyoruz" demişti kararlı bir ses tonuyla. Cenazesini sormaya gittiği kişinin annesiydi…
Türkiye’de kaygan bilgi zemini ve bilgiyi elde etme araçlarını tekeline almak isteyenlere rağmen, hakikat kavramını ulus devletin belirlediği sınırlar dışında arayıp, buna karşıt bir tavır geliştirmek tarihsel olarak önemli bir kazanım açığa çıkarır. "Hafıza", "zorla kaybedilme", "kadın", "kamusal alan" ve "Kürt kadının mücadeledeki" yeri gibi konularla birlikte "kayıp" meselesini açmadan önce Türk ulus devletinin kuruluş aşamasından itibaren Türkiye’deki şiddetin dozajlarına ve renk tonlarına bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Merkezi devlet biçimi olarak ulus devlet, şiddeti temel argümanı haline getirirken onu tüm kurumlarıyla örgütlemiş ve farklı dönemlerde farklı etkinlikler halinde gerçekleştirmiştir. Bu taktikler bazen kendine has ve örtülüyken bazen oldukça genel ve alenen uygulanmıştır.
Hâlihazırda Osmanlı’nın dağılma sürecinde ve yeni Türk devletinin kuruluş aşamasında bu tür pratiklerin uygulamaya konulduğunu tespit etmek zor değil. Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, 12 Eylül Askeri Darbesi, Maraş ve Sivas Katliamları, 1990’lardan itibaren Kürtlere karşı geliştirilen özel savaş konseptleri ve büyük ölçekli kırımlar, ulus devletin kendini toplumda konumlandırmaya çalıştığı zamanlar ve alanlardır aynı zamanda. Bu saydıklarım devletin ulus devlet yaratma projesinde, iktidarın kriz dönemlerinde bir tehdit imal ederek veya bir ‘karşı taraf’ oluşturarak, suni bir düşman yaratıp devreye koyduğu militarist çözüm arayışlarıdır.
1970’lerde ilk sinyallerini veren ve giderek kitleselleşen, 1990’lardan itibaren kurumsal olarak da kendini örgütleyen Kürt toplumsal hareketi devletin bölgeye çok sert bir biçimde farklı veçhelerle yönelmesine neden oldu. Öldürme, işkence, faili meçhuller, Kürtçenin gündelik hayatta dahi kullanımının yasaklanması, bölgenin OHAL ile yönetilmesi, gayri resmi savaş konseptleri ve zorla kaybettirmeler… İktidarın uyguladığı tüm bu şiddet biçimleri "güvenlik" gerekçesiyle devlet nezdinde "normal" bir noktaya çekilebiliyor.
Bitmeyen bir "arayış"
Tüm bu saydıklarımızın aslında kapsamlı, sistematik zor ve işkence uygulamaları olduğu aşikâr. Fakat zorla kaybedilmenin zihnimizde, hepsinin ötesinde bir yerleri işgal ettiği fazla bir yorum değildir; çünkü zorla kaybedilme başlayıp biten bir hal değildir, devam eder. Zorla kaybedilenin yakını yas-umut ikileminde gidip gelir. Ortada cenaze ve mezarın olmaması ölümün somutluğuna gri bir set çeker. Bekleme hali ve zorla kaybedilen kişinin geleceğine dair umut korunur. "Kayıp" sözcüğü, aranacak olanı çağrıştırır ama aranacak olan ölü müdür sağ mıdır belirsizdir, bu arayışın ne kadar süreceği belirsizdir. Ve devlet, hangi mercilerinden kaybedilenin talep edileceği sorusuna dair bir mekanizma işletmez ve bir cevap geliştirmez.
90’larda bölgedeki genel yaptırımlar, "güvenlik" kılıfıyla tehdit arz eden vatandaş algısı yaratılarak gerçekleştiriliyor. Zorla kaybedilenlerin neredeyse tamamının Kürt olması, zorla kaybetmelerden hiçbir kurumun ya da kişinin sorumlu tutulmaması, bilhassa devlet tarafından üç maymunun oynanması da aslında ulus devletin sindiremediği "taraf" olan vatandaşa yönelttiği bu açık seçik hoyratlıklar şeklinde tezahür ediyor.
Bu hoyratlıklar, kurumlar ve yasalar üstü bir güce işaret ediyor.
Güvencesizlik
"Güvencesizlik, belirli toplulukların toplumsal ve ekonomik destek şebekelerinin eksikliğinden mağdur olduğu ve yaralanmaya, şiddete ve ölüme ayrımcı biçimde maruz kaldığı siyasal temelli bir durumu işaret eder. Bu toplulukların hastalık, yoksulluk, açlık, yerinden edilme ve korunma altında olmadan şiddete maruz kalma riski daha yüksektir." (1) Butler, güvencesizliğin bazı devlet sistemlerinde, siyasi bir amaç veya beka söylemiyle belirli hukuksuzluklar çerçevesinde vuku bulduğunu tespit eder ve şöyle devam eder: "Güvencesizlik bundan başka, keyfi devlet şiddetine maruz kalan ve kendilerini sakınmaları gereken devlete başvurmaktan başka bir çareleri olmayan toplulukların siyasete bağlı azami kırılganlık durumunu da niteler. Bir başka deyişle, koruma için devlete başvururlar ama o devlet tam da korunma ihtiyacı duydukları şeydir. Ulus devlete sığınarak şiddetten korunmak, ulus devletin ustalıkla yönlendirdiği şiddete bir kez daha maruz kalmaktır. Dolayısıyla şiddetten korunmak için ulus devlete başvurmak tam da potansiyel bir şiddeti başkasıyla değiştirmektir." (2)
Bu noktada kadınların arayış sürecinde maruz kaldıkları taciz, birçoğunun sadece Kürtçe bilmesi ve resmi kurumlarda kendilerini Türkçe ifade edememeleri, "dul" statüsünde olmadıkları için devletten ekonomik ve sosyal anlamda yardım alamamaları, devlet cephesinden "karşı taraf" olarak algılanmaları, bazı durumlarda kaybedileni arayanın da kaybedilmesi, Butler’ın yukarıda bahsettiği şekliyle güvencesizliği kanıtlayan birkaç örnek sadece.
Hem kendilerinin, hem akademinin, hem de STK çalışmalarının gündelik yaşamda süren bu arayış deneyiminin kendisini bir ‘mücadele alanı’ olarak vurgulaması, arayışın takipçisi olan kadının, kaybedilme süreciyle beraber bir politik refleks geliştirdiğinin ifadesine dönüşüyor.
Özel alandan kamusal alana çıkış
Peki, bu kadınların toplumsal alana çıkışları bazı yönleriyle diğer mücadele yürüten Kürt kadınlardan ayrılıyor diyebilir miyiz? Çünkü kaybedilenin yakını olan kadın, bir ‘tanıklık’ -şiddete ve ölüme tanıklık- sonucu özel alandan meydanlara çıkıyor. Arayış hikâyesinin başlaması, resmi kurumlara başvurma, sivil toplum kurumlarıyla iletişime geçme, başta örgütlü bir bütünlük içinde değilken sürecin kendisi kadınların politik olma durumunu örgütlüyor. "Tanıklık", hatırlamak, umut, yaranın bir türlü kapanmaması kadının politik özne olma yolunu daha çok kendi pratikleriyle kat ettiğini gösteriyor.
Zorla kaybetmelerin, geride kalan kadınların gündelik hayatın içinde dahi farklı direniş taktikleri geliştirmesini zorunlu kılan kendine has koşullarını görmek önemlidir. Ekonomik olarak yeterli olacak, evdeki çocuklara bakacak, meydanlarda fotoğrafı kaldıracak, hukuki süreçleri takip edecek ve bunların hepsini yaparken güçlü olması gerekecek. Yani belli başlı toplumsal cinsiyet normlarıyla yer yer sıkışmış bir kadın olarak alternatif yollarla hem yaşamını yeniden kuracak hem de faile hesap soracak bir konuma gelmesi söz konusudur. Dolayısıyla kaybedilenin arkasında ‘onarıcı’ bir role de büründüğünü söylemek mümkün. Daha önce salt evde bakım emeği ile sınırlı olan kadınlık, annelik; o sınırı aşıp toplumsal alana taşarak yeni bir annelik, kadınlık biçimi yaratıyor.
"Ancak sonsuz ve karşılıksız bakım kavramı toplumsalın alanına taşındığında, dünyaya ve yaşama karşı bir kayıtlık hali olarak düşünüldüğünde, annelikle özdeşleşen bakımın ölüme ve şiddete bir tanıklık biçimi olarak ortaya çıkabileceğini görüyoruz." (3) Şiddete tanıklık, sadece yakının kaybedilmesi ya da devletin bölgede yürüttüğü genel siyaset çerçevesini tanımlamıyor. Kayıptan sonra kadının içine girdiği süreç, karşılaştığı taciz, toplumsal normlar da şiddetin sınırlarının içine dâhil. Evdeki kadın, politik özneye evrilirken evdeki rolünü de sürdürüyor ve aslında bu iki rolün hem ayrıksı hem de bağdaşır yönlerini yeniden biçimlendiriyor. Yani evdeki bakım, kadının gündelik hayatı devam ederken politik özne olma rolü biraz bunlar üzerinden de şekilleniyor. Kaybedilene karşı duyulan borç duygusu, ona göre yaşama ahlakı, çocukları buna göre yetiştirme, kayıp annesi, kardeşi veya eşi olarak bu farkındalığa göre yaşama gereksinimi de bu iki rolü aynı anda besleyen bir yaşam formuna dönüşüyor. Kaybedilen kişinin yarım bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek ‘onursal’ bir nitelik kazanıyor.
"Eşlerinin kaybedilmesi hayatlarının seyri üzerinde büyük bir etki yaratsa da, bir kırılma noktası olmuyor. Zira Kürt sorunu çerçevesinde şekillenen hayatlarında eşleri kaybedilirken çocukları/kardeşleri gerillaya katılıyor. Aileleri işkenceden geçiriliyor, kendileri zorla göç ettiriliyor, şiddete maruz kalıyor." (4) Bu bağlamda zorla kaybetme rejiminin dışında devlet baskısının ve şiddetinin bu kadınların hayatında aralıklı veya sıkıştırılmış bir periyotta devam ettiğinin altını çizmek önemlidir.
Kadınların kamusal alana çıkması ve duruşlarının politik bir anlam kazanma sürecini iyi analiz edebilmek adına dünyada benzer pratikler yaşamış birkaç ülkeye bakmak fayda sağlayacaktır; Şili, Guatemala, Sri Lanka, Angola, Lübnan, Arjantin, Kamboçya…
Mayıs Meydanı Anneleri ve Cumartesi Anneleri
Cumartesi Anneleri/İnsanları ile benzer bir tarzla eylemlerini gerçekleştirdikleri Arjantin’de Mayıs Meydanı Anneleri deneyimi sembol haline gelmiş ve artık tüm dünyada kabul görmüş bir mücadeledir. Arjantin’de 1976-1983 yılları arasında diktatörlük rejimi boyunca çocuklarını kaybetmiş kadınların protesto amacıyla haftada bir, bir araya gelerek yürüttükleri mücadele temelde aynıdır. Askeri cuntaya karşı gerçekleştirilen bu sivil itaatsizlik eylemi, kadının evden çıkmasına ve meselenin öznesi olma haline bir yol çıkarmıştır.
Her iki topluluğu da ortak bir zeminde buluşturan esas sorun ‘kayıp’lardır. Fakat gerek toplumsal alanda gerek akademide bu kadar benzer ve örtüşür yanlarının ön plana çıkarılmasına rağmen aralarındaki kaba farklılığa değinmek gerekir. Arjantin’deki kayıp yakınlarının mücadelesinin, kadınları, muhalif grupları, siyasetçileri, silahlı mücadelede aktif rol alanları, kısaca sistemin karşısına dikilen herkesi içine alması direnişin de geniş bir yelpazede gerçekleşeceğini ve daha da önemlisi kabul göreceğini gösterir bize. Mayıs Meydanı’na çıkan kadının ‘mağduriyet’ üzerinden hak talep etmesi, hukuki süreci takip etmesi daha sonuca varabilir gibi görünüyor. Hesap soranın yanında hükümetin kendisi de yer aldığı zaman Butler’ın yukarıda bahsettiğimiz ‘güvencesizlik’ hali ortadan kalkıyor. Arjantin’de kayıp mücadelesini yürüten kadının ‘saygınlık’ kazanması daha mümkün hale geliyor çünkü yaptığı eylemin hem yasal hem de toplumsal bağlamda bir karşılığı var.
Türkiye’deki Cumartesi Anneleri'ne baktığımızda ise hak, hukuk, devlet, mağduriyet, terör gibi kavramların iç içe geçtiğini, üst üste bindiğini, birbirlerinden anlamlar çaldıklarını koşullarla beraber anlamak gerekiyor. Devletin hedef kitlesinde çoğunlukla Kürtlerin olduğu, bölgede yoğun yaşam hakkı ihlalinin yaşandığı bir dönemde kayıp olanın arkasından tutulacak olan yas hangi koşullar sağlanarak toplumun tamamına ait hale getirilebilir? Kadının zorla sürgün edildiği kentte ‘acı’sı nasıl saygınlık kazanabilir?
"Kaybedilenler sadece muhaliflerdir. Kürtler ise ‘muhalif olanlar arasında en muhalif’ olarak devlet şiddetinden en çok etkilenen ve gözaltı kayıplarının neredeyse tamamında grup olarak Kürtler ön plana çıkmaktadır." (5) Kaybolan, kaybolmadan önce Kürt’tür, "terörist"tir. "Terörist" olan ile ilgili mağduriyetinden söz edilemeyeceğine göre verilmesi gereken bir hak da yoktur ortada. Kadınların özne olarak yürüttükleri mücadelede sorunun kendisi sonuç olarak çıkar karşılarına. Bir kişinin kaybedilmiş olduğunu, bedenin bir bütünen ortadan kaldırıldığını devlete kabul ettirmek son derece zorlaşır.
Yine zorla kaybedilenlerin ailelerinin eylemine ana akım basın kuruluşlarının gitmemesi, durumun gündeme taşınmaması bir önlemin ifadesidir aslında. Gidilse dahi haber dilinin iktidarı besleyen ya da en azından onunla ters düşmeyecek bir biçimle kurulması ve 90’lardan 2000’lere kadar kayıplara yönelik bu mesafeli tutumun korunması olayın arkasındaki toplumsal gerçekliği karanlıkta bırakır.
Her anlamda sıkıştıran bu bütünlüklü sansüre rağmen kadınların hâlâ meydanlara çıkabilmesi farklı toplumsal özdeşleşmeleri de beraberinde getirir. Çünkü sokağa çıkan kadın diğer kadını ve elindeki fotoğrafı görür. Onun yakını için de bir hak talep eder. Kaybolan her bir kişinin siyasi alanda savunucusu olur. Yaşam deneyimlerinin ortaklığı üzerinden kadınlar arasında görünmeyen bir mücadele ve destek ağı oluşturur.
Kaybedilenin akıbetinin muğlaklığı, fotoğrafı meydanda kaldırmak ritüeli üzerinden aşılmaya çalışılıyor. Savaşa ve kişinin militarist yöntemlerle kaybedilmesine rağmen kişinin tek fotoğrafını görenle duygudaşlık kurdurabilir mi? "Bu fotoğraflar, savaşın insanın kendi kurduğu dünyayı nasıl boşalttığını, yıkıp darmaduman ettiğini, koparıp ayırdığını ve düzelttiğini göstermektedir." (6) Sontag’ın bahsettiği fotoğraflar, Cumartesi Anneleri'nin fotoğrafları değildir. Ama başkalarının acısına bakmayı, belki onları savunmayı fotoğraf ve aslında onda somutlaşan, onun anlattığı acıyı görerek mümkün kılabiliriz. Fotoğraf, kişinin kesinkes var olduğunun görsel ifadesi ve aynı zamanda dinleyici olmak istemeyeni, izleyici konuma getiren niteliğin sahibidir. Fotoğrafla toplumsal hafızaya bir gönderme yapılır, delil sunulur, kamuoyu oluşturulur. Bu tespitleri doğrulayan biraz da kendi ifadeleri diyebiliriz. Cumartesi Anneleri ile yapılan bir çalışmada bu eylemleri "Fotoğrafı Kaldırmak" olarak adlandırdıklarını ve bu kavramı sıklıkla kullandıklarını okuduğumda fotoğrafı kaldırma ritüeli daha anlamlı bir yere oturdu kafamda. "'Fotoğrafı kaldırma’ tanımı, sadece orada yapılan eylemin, bilfiil fotoğraf kaldırmanın ifadesi değil; kaybedilen adeta orada var ediliyor. Kadınların kendileri gitmese de ‘evde kalmasın’ diyerek fotoğrafı oraya göndermeye çalışmaları, bu var etme çabasına yüklenen çarpıcı anlamı da ortaya koyuyor." (7)
Belki de kadınların kendisi de fotoğrafı görerek tanıklığını diri tutmaya çalışıyor. Fotoğrafın içinde gizlenen gerçeklik politik bir çağrışım uyandırsa bile bu kadınların mücadelesi diğer kadınlarca sahiplenilerek yeni bir mücadele alanı yaratılabilir mi? Meçhullüğün sınırlarını kaldırabilen bu kadınlar diğer kadınların sınırlarına varıp onlara bir şeyler anlatabilir mi? Bu yüzden tanıklık ve umut toplumun ahlaki tarafına gizli değil meydanlardan sesleniyor. Yasadışı yollarla kaybedilenin yasal yollarla aranması, kadınların kendi konumlarını bu çetrefilli süreçte dönüştürmeyi başarmaları çok yol kat ettiklerini gösteriyor. Devlet şiddeti ve sonrası söz konusuysa belki de en çok onların konuşması gerekir. Ve (bitmeyen) söz şuraya bağlanabilir; "Düşünmeye yeterince değil ama hafızaya belki de çok fazla değer atfedilmektedir. Hatırlamak etik bir edimdir, kendi başına ve kendisi olarak etik bir değeri vardır. Hafıza, acı verici olsa da ölülerle kurabileceğimiz tek bağdır." (8)
(1)Butler, J. (2015). Savaş Tertipleri. (sf. 31)
(2)Butler, J. (2015). Savaş Tertipleri. (sf. 31)
(3)Ahıska, M. (2006). Kayıp Annelerinin Şiddete Tanıklığı. (sf. 4)
(4)Bozkurt, H.; Kaya, Ö. ‘‘ Fotoğrafı Kaldırmak’’: Eşi Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri. (sf.34)
(5)Göral. Ö.S.; Işık, A.; Kaya, Ö. (2013). Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler. Hakikat, Adalet ve Hafıza Merkezi.
(6)Sontag, S. (2004). Başkalarının Acısına Bakmak. (sf. 6)
(7)Bozkurt, H.; Kaya, Ö. ‘‘ Fotoğrafı Kaldırmak’’: Eşi Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri. (sf.57)
(8)Sontag, S. (2004). Başkalarının Acısına Bakmak. (sf. 115)
*Barış İçin Kadın Girişimi (2013). Çözüm Süreci Raporu.
*Yılmaz, A. G. (2014) Toplumsal Hareketin Özünde Bir Yeni Özne: Anneler, Türkiye’de Cumartesi Anneleri ve Arjantin’de Mayıs Meydanı Anneleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir Yorum.