Objeleştirme ile şiddet arasındaki ilişki burada netleşiyor: Kadının bir nesneye indirgenmesi, onu insanlıktan soyutlayan bir süreci başlatıyor. İnsanlık dışı görülen bir varlığa yönelik şiddet ise daha kolay meşrulaştırılıyor. Dijital platformlarda bir kadının sadece görüntüsüne bakan ve onu yorumlayan erkek egemen zihniyet, çoğu zaman “bakılmakta bir sakınca görmüyor, çünkü artık karşımda bir insan değil, sergilenmeye açık bir obje var” diyerek kendi şiddetini normalleştiriyor
Görünürlüğün güçle eş tutulduğu dijital çağda, kadın bedeni sosyal medya algoritmalarının en çok tüketilen malzemesi haline geldi. Filtrelenmiş karelerde estetik bir obje, yorumlarda ise çoğu zaman cinsiyetçi saldırının hedefi. Bu dijital görünürlük, kadınlar için ne kadar özgürleştirici ne kadar denetleyici?
Kadın bedeni yüzyıllardır iktidar söylemlerinin merkezinde yer aldı. Mitlerden dini metinlere, edebiyattan reklamlara kadar her alanda kadın ya kutsallaştırıldı ya da tehlikeli bulundu; ama her halükârda kontrol edilmesi gereken bir varlık olarak kodlandı. Modern çağın bu kadim tahakkümü artık dijital mecralara taşınmış durumda. Kadın bedeni bu kez bir TikTok akımı ya da Instagram estetiği içinde yeniden üretiliyor. Ancak bu üretim, öznenin kendi varlığını ortaya koymasından çok, dışsal normlara göre biçimleniyor.
Kadınlar sosyal medya platformlarında görünür oldukça, bu görünürlük çoğu zaman objeleştirici bir göz tarafından çerçeveleniyor. Bedenin “sunumu”, içerikten çok biçime; sözden çok görüntüye dayanıyor. Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı bu noktada çarpıcı bir açıklama getiriyor: Kadın bedeni artık kendi gerçekliğinden kopmuş, yalnızca temsil edilen bir “görüntüye” indirgenmiş durumda. Filtrelenmiş yüzler, pozlanmış duruşlar ve sonsuz tekrar içinde dönen estetik normlar, gerçekliğin yerini alan bir kopyaya dönüşüyor.
Bu dönüşüm aynı zamanda bir habitus inşasıdır. Pierre Bourdieu’nün kavramlaştırdığı şekliyle habitus, bireyin toplumsal yapılar içinde öğrendiği ve içselleştirdiği davranış kalıplarını ifade eder. Bugün kadınlar dijital mecralarda nasıl poz vereceğini, hangi kıyafetle daha fazla beğeni alacağını, nasıl bir “dijital kadın” figürü çizmesi gerektiğini bu görünmez normlar üzerinden öğreniyor. Bu normlara uymayan bedenler ya dışlanıyor ya da dijital şiddete maruz kalıyor. Çevrimiçi şiddet, sadece birkaç kötü niyetli yorumdan ibaret değildir. Psikolojik yıkıma, özgüven kaybına, hatta fiziksel şiddete kadar uzanabilir.[1][2]
Objeleştirme ile şiddet arasındaki ilişki burada netleşiyor: Kadının bir nesneye indirgenmesi, onu insanlıktan soyutlayan bir süreci başlatıyor. İnsanlık dışı görülen bir varlığa yönelik şiddet ise daha kolay meşrulaştırılıyor. Dijital platformlarda bir kadının sadece görüntüsüne bakan ve onu yorumlayan erkek egemen zihniyet, çoğu zaman “bakılmakta bir sakınca görmüyor, çünkü artık karşımda bir insan değil, sergilenmeye açık bir obje var” diyerek kendi şiddetini normalleştiriyor.
Bu şiddet, yalnızca kaba küfürlerle sınırlı değil. Özel görüntülerin ifşa edilmesi (revenge porn), deepfake videolar, dijital takipçilik (stalking), kadın gazeteci ve akademisyenlere yönelik organize troll saldırıları… Bunların her biri, kadınları kamusal görünürlükten caydırmayı amaçlayan sistematik bir şiddet formuna dönüşmüş durumda. Nitekim birçok kadın, sırf bu yüzden sosyal medya hesaplarını kapatmak, profilini gizlemek ya da kendini sansürlemek zorunda kalıyor.
Ancak her şey bu kadar karanlık değil. Bu mecralar aynı zamanda kadınların birlikte ses çıkardığı, görünürlüklerini politik bir güce dönüştürdükleri alanlara da dönüşebiliyor. #MeToo, #KadınCinayetleriVar, #İstanbulSözleşmesiYaşatır, #SessizKalmıyoruz gibi kampanyalar, yalnızca dayanışmayı artırmadı; aynı zamanda yargı sisteminin harekete geçmesi için bir baskı mekanizmasına dönüştü. Pek çok kadın, yaşadığı şiddeti ifşa ettikten sonra ancak kamuoyu oluşturabildiğinde hukuki destek bulabildi. Artık adalet arayışı mahkeme salonlarından önce Twitter başlıklarında, Instagram gönderilerinde başlıyor. Bu, elbette adaletin sosyal medyaya devri anlamına gelmiyor ama sistemin sessizliğine karşı bir “çığlık alanı” yaratıyor.[3][4]
Sonuçta sorumuz şu olmalı: Sosyal medya görünürlüğü kadının kendi varoluşunu yansıtan bir özgürlük alanı mı, yoksa bedenin yeniden nesneleştirildiği başka bir vitrin mi? Bu sorunun cevabı, yalnızca bireysel seçimlerde değil, kolektif mücadelede ve dijital patriyarkayı ifşa etme cesaretinde yatıyor.
Kadınlar yalnızca seyredilen değil, aynı zamanda direnen bedenler olabiliyor. İtiraz ediyor, hesap soruyor, kendilerine yöneltilen bakışı tersine çeviriyor. Dijital mecraların bu iki yüzlü doğasında hem tehdit hem de umut barınıyor. O yüzden görünürlük sorusunu yeniden sormalıyız: Kadınların dijitaldeki varlığı ne zaman gerçek bir özneleşmeye dönüşüyor? Ve bu dönüşümün yolu sadece bireysel cesaretten değil, kolektif dayanışmadan ve eleştirel farkındalıktan geçiyor.
[1] “We Are Social 2024” raporuna göre Instagram kullanıcılarının %70’i kadınken, dijital şiddet bildirimlerinin çoğunluğu yine kadınlardan geliyor.
[2] UN Women verileri, Türkiye’de kadınların %58’inin sosyal medya üzerinden cinsiyet temelli şiddete maruz kaldığını gösteriyor.
[3] Merve Demirel’in polis müdahalesinde maruz kaldığı taciz, sosyal medyada geniş yankı bulmuş; kamuoyu baskısıyla İçişleri Bakanlığı açıklama yapmak zorunda kalmıştı.
[4] İpek Er’in intiharı sonrası failin yargılanma süreci, sosyal medyada başlatılan kampanyalarla hız kazandı.