Özgür ve eşit bir dünya yaratmak için, dışımızdaki ırkçılığa varan ataerkil dünyanın, içimize doğru ilerleyen, bizi ikincil kılmaya, boğmaya çalışan çürümüş, kof sürgülerini, dallarını kırmalıyız!
İnsanlık tarihinde, özellikle ataerkinin toplumlara yerleşmesiyle kadın düşmanlığı da başladı. Eski komünal-anaerkil kültürden kopan her toplulukta, kadın düşmanlığı yani mizojeni filizlendi.
Tarihsel olguları irdelediğimizde, erkeklerin kadınları aşağılaması, her türden muameleye tabi tutması süreç içinde normal görüldü. Üstelik bu yaklaşımın geniş bir yayılım alanı olduğu da açıktır.
Dikey ve yatay eksenleri olan bir sorunsaldır kadın sorunu. Ekonomik boyutu, aile içinde ve dışında kadın emeğinin sömürüsüne dayanır. Kapitalist sömürücü düzenin toplumsal cinsiyetçi yaklaşımla kadın ve erkeği ayırması; kadın emeğini erkek emeğine göre daha az değerli görüp, her iki cinsi birlikte sömürmesi, geçmişten bugüne bilinen bir olgudur. Burada aynı işi yapan kadına daha az ücret vererek erkek emeğini kadın emeğinden daha değerli sayarak zehirli bir sürgüyü de devreye koymuş olur yani ataerkiyi besleyen bir kaynak haline gelir. Bu süreç kadını ekonomik, psikolojik, sosyolojik olarak indirgeyen, onu zayıflatan, ikincil kılan bir durum yaratır. Bu özünde kadın sorunun siyasal boyutudur. Gökteki tanrının yeryüzündeki uzantısı olduklarını iddia eden kralların, tiranların, padişahların kısaca iktidarların kadını ötekileştiren, sindiren, köleleştiren yanına denk gelir. Tek tanrılı dinlerin iktidarlarla iç içe geçen ilişkileri de erki güçlendiren bir başka etkendir. Kutsal kitapları kadın düşmanlığı yapan kelamlarla dolu olan bu Ortodoks/merkeziyetçi inançlar, bundan hiç vazgeçmediler. Belki bir nebze olsun cadı avlarından vazgeçmiş olsalar da, kılık değiştirerek Asya’nın çeşitli ülkelerinde, Afrika’da, Ortadoğu’da kadın düşmanlığı sürüp gitmekte hâlâ.
Yaşadığımız dünyanın çarkları kapitalistlerce döndürülmekte en nihayet. Doğaldır ki ekonomik, siyasal, ahlaki ve kültürel yapıları da bu anlayış çerçevelemektedir. Özgürlüğümüzü, nasıl yaşayacağımızı, nasıl düşüneceğimizi, nasıl hissedeceğimizi, ne giyineceğimizi, kimi seçeceğimizi, kaç çocuk yapacağımızı da kurduğu hegemonyayla o belirlemek istiyor. Kapitalizmin, kadınlara sunduğu bu ve benzeri sınırlarla örülü bir yaşamdır.
‘Kadın sorunu’ ve ‘kadın özgürlüğü’ perspektifinden baktığımızda, zıt kutuplar olarak bilinen liberal kapitalizm ve reel sosyalizm sıkı bir benzerlik gösterir kanımca. Bireyci özgürlüğü savunan liberal kapitalizm, merkeziyetçi bağlarla bağlıdır. Emek sömürüsüne dayalı ve ataerkiyi besleyen yanıyla da kadını erkeğin karşısında ikincil konuma düşürerek özgürlük alanını elinden alır yani özgürlükleri gasp eder. Reel Sosyalizm ise farklılıkları yok sayar, kolektif bir yaklaşımla geliştirdiği argümanlarla kadın sorununu ideolojik, üst yapı ya da kültür alanına hapsederek ikincil dereceden önemli görür. Kadın özgürlüğünü bu yapı içinde katılaştırır, dondurur.
Yirmi birinci yüzyılda, teknolojinin ve bilimin inanılmaz değişimler dönüşümler geçirdiği böyle bir zamanda, eril zihin yoğun bir biçimde kadın düşmanlığıyla doludur. Bu, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliktir. Üstelik bilim dünyası da bunun dışında değil, bizzat içindedir. Kadını hor görme, beceri ve yetkinliğinden kuşku duyma, zihinsel olarak yetkin görmeme, ona karşı düşmanca bir güvensizlik, hâlâ Viktoryen bir dar görüşlülükle bilim dünyasında da devam ediyor.
Bu önyargı Eski Yunan’da, Ortaçağ boyunca Avrupa’da da yaygındı. Eski Yunan’da kadın, erkek şiddetinden korunmak için kapalı kapılar ardına gizlenirken; Ortaçağ boyunca Kıta Avrupa’sında özellikle şifacı, sağaltıcı olan kadınlar, cadı denilerek şeytanlaştırıldı ve kendilerine yönelik sürek avı başlatıldı. Din adamlarının oluşturduğu engizisyonun aldığı vahşi ve acımasız kararlarla yakalandıkları yerde diri diri ateşe atılıp yakıldılar. Bütün Ortaçağ sadece bilimin, ileri düşüncenin düşmanı değildi, aynı zamanda mizojininin yayılmasına, zihinlerde yer etmesine de neden oldu. Kadın varoluş tarihi açısından da karanlıklar çağıdır bu dönem.
Öte yandan Asya/Ortadoğu toplumlarında da durum hiçbir zaman, hiçbir dönemde farklı olmadı; ne dün ne de bugün. Buna en iyi örnek günümüz Afganistan’da kadınların yaşadıklarıdır. İslamcı-şeriatçı Taliban yönetiminin kadınlara yönelik getirdiği kısıtlamalar, Ortaçağ engizisyon ruhunun bir kez daha hortladığını gösterir. Kadınların ötekileştirilerek eğitimden yoksun bırakılması, kendilerini ifade etmelerinin önü kesilerek her türlü olanaktan yoksun edilmeleri, modern dünyadan koparılarak evlerin duvarları içine hapsedilmeleri mizojininin en açık ifadesidir.
Gerek ataerkil kültürün yarattığı toplumsal cinsiyetçi anlayış, gerekse yayılmacı-sömürücü kapitalist sermayenin, iktidarlarla iş birliğinin kadını sömürgeleştiren yanı, kadın düşmanlığını besleyen kaynaklardır. Kadın bedenine yönelik şiddet, tahakküm ve aşağılama alt sınıflardan üst sınıflara; bilim insanından siyasetçiye, edebiyatçıdan, sunucusuna, repçisinden, popçusuna kadar her kesime sirayet etmiş durumdadır. Dile yerleşen ve sonraki kuşaklara aktarılan bu nefret söylemiyle mücadele eden kadın hareketleri ve eylemleri, ne yazık ki sınırlı kalmaktadır. Kadınların sosyal yaşamda daha çok yer alması ve siyasetteki temsiliyetinin oransal olarak yükselmesi ile gerileyeceğini ummak, mücadelenin devam etmesi açısından önemlidir. Öte yandan eşitlik ve özgürlüklerin kazanılması için kadınlarla erkeklerin her alanda eşit olacağı toplumsal cinsiyet eşitliğini inşa edecek mekanizmaların yaratılması gerekliliği ortadadır. Bu çabaların ve farkındalığın mücadele açısından sürekliği de elzemdir.
UNICEF’in verilerine göre, dünyada 120 milyon kız çocuğu okula gönderilmemektedir. Yine Afrika ve Güneydoğu Asya ülkelerinde gerçekleşen 8000 civarında kürtajın 7999’nun dişi cenine ait olduğu belirlenmiştir. ABD’de seri katillerin öldürdüklerinin büyük bir bölümünün siyah, seks işçisi ya da Yahudi olması hiç şaşırtıcı değil! Kadına yönelik şiddetin ırkçı/dışlayıcı bir ara yüzeyinin işaretidir bu.
Ülkemiz de bundan fazlasıyla nasibini alan bir ülke ne yazık ki! Önü alınamayan kadın cinayetleri buna en uygun örneği oluştururken, son zamanlarda sıkça rastlanan ve kamuoyunu hassasiyete davet eden bir sesin yankısını da duyar olduk: Ölüye Saygı İnisiyatifi!
Çatışmalarda öldürülen kadınların çıplak bedenlerinin meydanlarda sergilenmesi, gömülmelerine izin verilmemeleri ve dinen caiz görülmeyen muamelelere tabi tutulmaları önemli bir sorundur. Bu, ne insan haklarına ne uluslararası sözleşmelerin bağlayıcı hükümlerine ne de insani varoluş etiğine sığmaktadır. Olsa olsa erkek egemen-ırkçı zihniyetin kadın düşmanlığının kendini zuhur etmesidir bu!
Aynı ırkçı eril zihniyet, Kızılbaş/Alevi kadın dünyasına da düşmandır. Üstelik yaşananlar TBMM tutanaklarında yazılıdır. 1921 Koçgiri ve 1938 Dersim, egemen zihniyetin güç gösterisinin arenası olmuştur. Mazlum Kızılbaş/Alevi topluluğuna yapılan eziyetin, zulmün ve yıkımın toplulukta yarattığı travma, sonraki kuşaklara aktarılarak aynı travma belleklerde capcanlı sürüp gitmektedir.
Adolf Hitlerin Yahudilere, altsınıf ve komünist kadınlara yönelik nefreti de bu türdendi. İşte bunlar büyük insanlık tarihi nehrini kirleten, insanı insana kırdıran kirli zihinlerin ürünüdür. Irkçı, baskıcı, ötekileştiren ve hiç durmaksızın suyu kirletmeye devam eden bir zihniyettir.
Biz kadınlar olarak; yaşamı var eden, doğuran, besleyen, yaratanlarıyız. Özgür ve eşit bir dünya yaratmak için, dışımızdaki ırkçılığa varan ataerkil dünyanın, içimize doğru ilerleyen, bizi ikincil kılmaya, boğmaya çalışan çürümüş, kof sürgülerini, dallarını kırmalıyız! Onunla yüzleşmek, onu tanımak zorundayız.
İşte ancak o zaman, yaşamı olanca zenginliğiyle yaşar ve güçleniriz. İşte ancak o zaman, gerçek kişiliğimizi ortaya koyar, yaşamımızın gerçek sahipleri oluruz! Tıpkı, 8 Mart’ı emekçi kadınlara armağan eden Clara Zetkin gibi, tıpkı özgürlük yolunda amansızca savaşan Zarife Hatun gibi!