Aynı zamanda bu mekânlar direniş alanı olarak hayata geçiyor. Çünkü sistem kadını terbiye etmek, direnişini kırmak, özgürlük ideallerini yok etmek istiyor. Kapalı alanlardaki kadınların güçlü itirazı dışarının gündemine de destek veriyor
Mahpus kadınlar dört duvar arasında ne yaparlar? Nasıl yaşarlar? Hapsolma duygusu kadını nasıl etkiler? Mahpuslukta zaman nasıl geçer gibi yüzlerce soru sorulabilir.
Aslında, Türkiye’de kadınlık ve mahpusluk, cinsiyetlendirilmiş mekân olan hapishaneler üzerine kapsamlı bir çalışma yok bildiğim kadarıyla. Var olanlar genellikle anı-kitap şeklinde mahpus kadınların hapishanelerde yaşadıklarını konu edinmişler, en azından bu bile iyi bir durum.
Şöyle diyerek başlamak gerekir, hapishaneler kadınlar için dışlandıkları, ayrımcılığa uğradıkları, cinsiyetçi ve kapalı mekânlardır. Nüfusa vuracak olursak dünyada hapishanelerdeki kadın nüfusu erkeklerden sayıca azdır. Ancak artan nüfus ve siyasal sorunlar nedeniyle erkek nüfusuna göre her geçen gün artış göstermektedir. Tarihi bakıldığında devrim yapılan ülkelerde mesela Bulgaristan, Arnavutluk, Çin gibi ülkelerde devrim öncesi birçok kadın hapishanelerde insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmışlardır. İktidarlar kendileri gibi düşünmeyen, itaat etmeyen muhalif kadınlara her türlü ezayı, işkenceyi reva gördüler, buna rağmen kadınlar güçlü direniş göstererek tarihlerimize güçlü bir direniş notu olarak düştüler. Bizim kuşağımızın devrimci olma yolunda başucu kitaplarımızdan “Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum”, “Kızılkayalar” gibi kitaplar unutulmazlar arasında…
Dünyada hâl böyleyken bizim memlekette durum dünyada ki vahşetten pek de farklı değil. Türkiye darbeler ülkesi, neredeyse 10 yılda bir darbe yapılıyor, çalkantılı bir coğrafyada yaşıyoruz. Her darbe sonrası birçok insan tutuklanır, hapishanelere konur, işkencelerden geçirilir. 90 güne varan gözaltı sürelerini hatırlayalım. İşkencenin her türü denendi muhalifler üzerinde. Şu anda değişen tek şey kanımca uygulanan teknikler. Devlete karşı işlenen suçlar var, bir de "adli" dediğimiz kişiye karşı işlenen suçlar var. Fakat biz sadece siyasi düşüncelerinden, muhalif duruşlarından ötürü içeri kapatılan, özgürlüğünden edilenlere bakarsak bugün 12 Eylül’ü aratır bir durum söz konusu. Hapishaneler rejimin siyasi anlayışı, ideolojisi, iktidarlarla, devletle aynı düşünmeyenlerin kapatıldığı mekânlardır.
Türkiye’de her dönem siyasi mahpuslara kötü muamele, hak ihlalleri ve işkence vardı. Ancak bu dönemki kadar insan hak ve özgürlüklerinin ayaklar altına alındığı başka bir dönem yok. Her dönem demokrasi, barış, insan hakları savunucularının gündeminde olan hapishaneler ne yazık ki toplumun gündeminde bu kadar yer edinmiyordu. Sadece ailelere kalan bu mesele karşı tarafta yani siyasi iktidarda alabildiğinde hoyratça davrandığı özgürlüğünden edilen kişinin hapishanede ayrıca farklı ihlallerle uğraştığını bunun mücadelesini verdiğini biliyoruz.
İşte bu nedenle “Mahpusta Kadın Olmak” başlığıyla 11 Haziran 2022 tarihinde İstanbul’da TJA öncülüğünde gün boyu süren bir çalıştay gerçekleştirdik. Çalıştayda 70’lerde 80’lerde ve 90’larda mahpus kadın olma deneyimleri aktarıldı. Diyarbakır, Mamak, Metris, hapishanelerindeki deneyimler aktarıldı. Dünden bugüne mahpushaneler, mahpushanelerde hak ihlalleri, son bölümde ise ne yapmalı ve çözüm arayışları konuşuldu. Tabii en önemlisi de hasta ve yaşlı tutsakların yaşadıkları ve devletin bu konudaki politikaları oldu. Hasta tutsak sorunu kamuoyuna mal olmasına rağmen ısrarla bırakılmayan Aysel Tuğluk şahsında somutlaştırılıp tartışıldı. Hasta ve yaşlı mahpus kadınların aynı durumda olduğu, ATK raporlarına rağmen bırakılmayan mahpuslara ayrıca işkence olduğu, yaşatılanların ne insani, ne vicdani, olduğu, olsa olsa düşmanca bir tutum olduğu yaşlı ve hasta mahpusların bir an önce bırakılması gerektiği vurgulandı. Bu toplumsal soruna karşı mücadelenin yükseltilmesi, toplumun mahpuslara sahip çıkması, tecridin eril bir politikanın ürünü olduğu konuşuldu.
Sunumlardan biri de dünyada başka bir örneği olmayan ada hapishanesinde uzun süredir katı bir tecride tabii tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin özünde toplumun bütününe yayıldığını üzerine Asrın Hukuk Bürosu'ndan avukatın sunumuydu. Bu meselenin aynı zamanda Kürt sorunun çözümsüzlüğünden kaynaklandığı ifade edildi.
Bugüne kadar sadece kadın meselesi ve mahpusluk üzerine yapılan böyle bir çalışma yoktu. Bu bakımdan önemliydi, her kesimden kadınların temsili düzeyde katıldığı bu çalışmanın açılış konuşmasını Fatoş Güney yaptı. Kadınların çok kıymetli değerlendirmeleri oldu. Hapishane mekânlarının kadının doğasına aykırı olduğu, kadınlar tek tip olmadığı, her sınıftan, gruptan, ideolojiden kadınların var olduğu, genç, engelli, çocuklu, hamile kadınlar olduğu. Kimisi tutuklu, kimisi hükümlü, kimi genç, kimi yaşlı, kimi eğitimli, kimi Türkçe konuşuyor, kimisi de Kürtçe. Tüm bu farklılıklar bir araya geldiklerinde bu kapalı alanları kadınlığın yeniden üretildiği alanlara çeviriyorlar, eğitimlerini yapabiliyorlar, disiplinli bir hayat oluşturabiliyorlar. Tabii bu o kadar da kolay olmuyor bunu direnerek gerçekleştiriyorlar. Yani aynı zamanda bu mekânlar direniş alanı olarak hayata geçiyor. Çünkü sistem kadını terbiye etmek istiyor, direnişini kırmak istiyor, özgürlük ideallerini yok etmek istiyor. Kapalı alanlardaki kadınların bu güçlü itirazı dışarının gündemine de destek veriyor. Aslında bizim yapmamız gerekeni onlar yapıyorlar. Ne kendilerinden, özgür ruhlarından, ideolojilerinden, ne de “dışarıdaki” kadınlardan vazgeçiyorlar.
Tabii en önemlisi erkek egemen iktidara, cinsiyetçiliğe karşı hakikati arayan mahpus kadınlar güçlü bir direniş gösteriyorlar. Kadın olma bilincinin, cins sevgisinin yaşandığı, hiyerarşinin ortadan kaldırıldığı bu mekânlarda her şey sahici yaşanıyor. Bu ülkenin kanayan yarası hapishaneler ailelerin acı ve ıstırap çektiği, kapılarda her türlü şiddete uğradığı, ama aynı zamanda bu kapılarda politize oldukları, birbirleriyle dayanıştıkları mekânlardır. Devlete karşı işlenen suçlar, suç kavramının bile tartışıldığı bir zamandayız. İdealimiz hapishanelerin hiç olmadığı bir ülkedir.