Bugün yeniden barışı konuşurken, yalnızca silahları ve çatışmaları değil; kadın bedeni üzerinden yürütülen yeni savaş biçimlerini de görmek zorundayız. Patriyarkal devlet politikalarına ve kapitalist sömürü mekanizmalarına karşı mücadeleyi büyütmeyi unutmamalıyız
Savaş deyince çoğumuzun aklına önce silahlar, çatışmalar, sınırlar gelir. Oysa savaşın yüzü yalnızca bunlardan ibaret değil. Kadınların yaşamında savaş, gündelik hayatın her hücresine sızarken, bazen devletin yasak ve baskı politikalarında, bazen de evin içinde erkek şiddeti olarak karşımıza çıkar. Göç yollarında kimliği yok sayılan, metropollerde düşük ücretli işlerde sömürülen, evin duvarları arasında şiddete maruz kalan kadınlar aslında sürekli bir savaşın içinde yaşarlar.
90’larda bu ülkede Kürt olmak, dilin, şarkıların, geleneksel kıyafetlerin kamusal görünürlüğünün idari ve güvenlik uygulamalarıyla sınırlandığı bir iklimde yaşamak demekti. Yöresel kıyafet bir “delil”, anadil bir “güvenlik” meselesi haline getiriliyor; bir halkın hafızası kamusal alandan dışlanıyordu.
“Metropolden” programımız için görüştüğüm kadınlardan biri, Bağcılar’daki küçük bir atölyede terzilik yaparak geçimini sağlıyor. Diktiği kıyafetler yöresel Kürt kadın kıyafetleri. Onun için iğne ve iplik sadece ekmek kapısı değil; her desen, her renk bir kültür, bir kimlik, bir varoluş! Çocukluğunu anlatırken, bir Newroz sabahı annesinin diktiği rengârenk elbiseyle alana çıktığında kumaşın yalnızca giyilecek bir şey olmadığını, aynı zamanda onur, bellek ve varoluş olduğunu anlıyor. Yıllar sonra dikiş makinesinin başında o duygu, kültürünü yaşatma iradesine dönüşüyor… “Bir halkı diliyle, kıyafetiyle tanırsın. Biz yöresellerimizi saklıyorduk, örtüyorduk… Ama bugün bu kıyafetler kimliği ve kültürü yaşatmanın bir yolu” diyor. Onun atölyesinden çıkan her parça, devletin ve patriyarkanın yok saymaya çalıştığı bir kimliğe sahip çıkmanın ilanı. Her dikiş, “biz buradayız, varız, kültürümüzü yaşatıyoruz” diyen görünmez bir direniş.
Başka bir kadın, bir anne… 90’larda köyü yakıldığı için İstanbul’a göç etmek zorunda kalıyor. Anadilinde, yani Kürtçe konuşuyor. Kim bilir; belki kamusal alanda dilini konuşabilse, evde çalışmak zorunda kalmazdı. Evde parça başı işler yaparak eve ekmek götürüyor ve evin bütün görünmez emeğini üstleniyor. Ama “Kadın hakkı mı alabiliyorum?” diye sorup kendi sorusuna yine kendisi cevap veriyor: “Hayır. Erkek eve geliyor, iş bekliyor, hizmet bekliyor, zulmediyor.”
Göç, yalnızca bir yer değiştirme değil; kadınların kimlikleri, emekleri ve bedenleri üzerinden yürütülen bir savaş biçimi. Bu anlatılar bize bir kez daha gösteriyor ki şiddet, sadece devletin baskılarıyla sınırlı değil; aynı zamanda evin içinde erkeğin emeği yok sayan ve şiddeti hak gibi kullanan tavrıyla da sürüyor. Sokakta yasaklar, anadilini konuştuğunda hedef olmak, gözaltılar ve polis şiddeti var. Evde ise ekmek parası getirsen de getirmesen de hizmet beklenmesi, emeğin değersizleştirilmesi ve şiddetin meşrulaştırılması gündelik yaşamın bir parçası haline geliyor.
Metropollerdeki fabrikalarda çalışan kadınlar için savaş başka biçimler alıyor. Uzun saatler boyunca düşük ücretle çalışmak, işyerinde mobbinge ve tacize maruz kalmak, erkek meslektaşların emeğini küçümsemesi… Programımda konuştuğum bir kadın işçi, altı yıldır konfeksiyon sektöründe çalıştığını anlatıyordu. Kadınlar yalnızca dikiş makinelerinin başında değil, ağır işlerde de çalışıyor, ama buna rağmen erkeklerle aynı saygıyı ve değeri göremediklerini ifade ediyorlardı.
Bütün bu tanıklıklar bize şunu gösteriyor: savaş artık sadece cephelerde yaşanmıyor. Klasik tanımların ötesine geçen, ekonomik, kültürel ve toplumsal şiddetin iç içe geçtiği yeni biçimleriyle hayatın her alanına sızıyor. Kadınların bedeni ve emeği, bu savaşın en görünür hedefleri arasında. Tam da bu noktada Rita L. Segato’nun sözlerini hatırlamak yerinde olur: Kadın bedeni yalnızca bir savaş alanı değildir; egemenliğin ilan edildiği ve yeniden üretildiği en görünür sahnedir.
Ama kadınlar bu egemenliğe teslim olmuyor. Söyleşilerimde karşılaştığım kadınlar, sessiz direnişi yaşamın merkezine koyuyor. Yasaklanan dili çocuklarına öğretmek, kültürel hafızayı yaşatarak aktarmak, evdeki bakım yükünü paylaşmak için dayanışma ağları kurmak, pazar yerlerinde birlikte üretime katılmak… Her bir pratik, görünmez kılınmak isteneni görünür kılıyor. Kooperatiflerde omuz omuza üretmek, birbirlerinden öğrenmek ve dayanışmayı güçlendirmek yalnızca ekonomik bir alternatif yaratmıyor; aynı zamanda toplumsal ve kültürel özgürleşmenin yollarını açıyor. Her adım, sessiz ama kararlı bir direnişin izini bırakıyor; her örülen ağ, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini fısıldıyor.
Geçtiğimiz aylarda Egeli kadınların kurduğu dayanışma pazarına gittiğimde, yan yana gelen onlarca kadını gördüm: Ödemişli, Mardinli, Azerbaycanlı; okumuş, okumamış; örtülü, örtüsüz… Hepsi benzer tezgâhların başında, birbirlerinin emeğine omuz veriyordu. Yüzlerinde yorgunluk vardı; ama o yorgunluğun içinden taşan başka bir şey daha vardı: dayanışmanın verdiği güven ve birlikte ayakta durmanın kadınca neşesi.
Bugün yeniden barışı konuşurken, yalnızca silahları ve çatışmaları değil; kadın bedeni üzerinden yürütülen yeni savaş biçimlerini de görmek zorundayız. Patriyarkal devlet politikalarına ve kapitalist sömürü mekanizmalarına karşı mücadeleyi büyütmeyi unutmamalıyız. Kadınların yaşadığı zulüm, bireysel bir acılar değildir; toplumsal eşitsizliğin, iktidar tahakkümünün ve devlet şiddetinin doğrudan sonucudur.
Kadınların dayanışması ise, patriyarkal kapitalizmin ördüğü duvarlarda açılan çatlaklardan sızan bir ışıktır. Ve bu ışık, başka bir dünyanın mümkün olabileceğine dair umudu filizlendirir.
Not: 19. Karaburun bilim kongresinde yaptığım sunumun Jin Dergi için derlenmiş halidir.