Giderek vahşileşen kadın cinayetleri, çocuk istismarları, şiddet ve tecavüz salgını, cezasızlığın hükmünü yürütmesi, her gün bir kadının elimizden kayıp gitmesi, daha da kötüsü bunun olağanlaşıp kanıksanması…
Ülke abluka altında.
OHAL zinciri, kayyım kuşatması, soruşturma terörü, gazeteciler için düzenlenen ve dehşet sosu katılan ev ve büro baskınları…
Giderek vahşileşen kadın cinayetleri, çocuk istismarları, şiddet ve tecavüz salgını, cezasızlığın hükmünü yürütmesi, her gün bir kadının elimizden kayıp gitmesi, daha da kötüsü bunun olağanlaşıp kanıksanması…
Yormaya, yıldırmaya, bıktırmaya, hafızaları teslim alıp umudu karartmaya odaklı örülen gündelik yaşam!
Bu sürek avı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde de katmerli olarak devreye sokuldu. 25 Kasım bütün bunlara duyulan öfkeyle adımlandı. Yasak ve engelleme tanımayan kadın hareketi, “yasakladık” denilen “Jin, Jiyan, Azadî” sloganlarıyla yürüdü. ‘Yürümeye çalıştı’ demek daha doğru olur. Çünkü Taksim, İstiklal Caddesi, bütün ara sokaklarıyla birlikte polis bariyerleriyle kapatıldı. Vapur seferleri iptal edildi. Fakat kadınlar her zaman olduğu gibi yine bir yolunu bulup bir araya gelmeyi başardılar. Kadınlar ve LGBTİ+ler kadın cinayetlerine, yoksulluğa, kadın düşmanı politikalara, kayyıma ve savaşa karşı sloganlarıyla hem öfkelerini hem teslim alınamayacaklarını haykırdılar.
Çünkü:
Her 1,5 dakikada bir bir kadın şiddete uğruyor,
2024’ün ilk 10 ayında 357 kadın katledildi,
Katledilen kadınların yüzde 65’i kendi evlerinde öldürüldü,
Yine aynı kesitte 184 “şüpheli kadın ölümü yaşandı…
Son 7 yıldaki kadın ölümlerinin yüzde 25’i “şüpheli ölüm” kapsamında ve biliyoruz ki şüpheli ölüm kategorisine girenlerin çoğunluğu kadın cinayetleridir, öyle çok örnek var ki… tek tek saymak bile insana yeniden o acıları ve yitip giden hayatları hatırlatıyor, yeniden yeniden aynı vahşet filmlerinde başa sarmaya koşulluyor. Bir türlü çıkılamıyor bu döngüden, bu döngü sistemin varoluşunda içerili. “Aile”yi merkeze alıp kadın düşmanlığını kışkırtan sistem işte böyle işliyor.
Elektronik kelepçe takılmış, hatta hakkında zorlama hapsi kararı verilmiş erkekler dahi gözlerini kırpmadan öldürüyor kadınları; çünkü hiç kimseden korkuları yok, hapsedilseler bile bir süre sonra nasılsa çıkacaklarını bilmenin güveni bu!
***
Kimi kadınlar ise ölmemek için öldürüyorlar. Hayatları böylesine sistematik bir şiddetle örülmüşken, bu kadar büyük, sürekli ve can alıcı bir tehdit gündelik hale gelmişken öz savunmaya başvurarak öldürüyorlar. 8 yıl sistematik bir işkencenin nesnesi haline getirilen Sevtap Avcı da bunu yaptı. Kocası onu öldürecekken o erken davrandı. Yoğun ve sürekli olarak erkek şiddetine maruz kalan kadınların gösterdiği bu direniş ve öz savunma uygulayan kadınlar ağır cezalarla yargılanıyor. “Keşke şikayette bulunsaymış” diyenlere Sevtap’ın avukatı şöyle yanıt veriyor: “Eğer kadınlar şikayetçi olduklarında sonuç alıyor olsaydı, cebinde 30 tane uzaklaştırma kararıyla öldürülen kadınlar olmasaydı şikayetçi olabilirdi. Serap kadar cezaevinde kalmayan şiddet failleri var!”
Aile içi şiddet ve tecavüze bırakın çözüm bulmayı -bütün bu döngüyü kurgulayıp işletenler onlar- tam aksine yol verip şiddet uygulayan erkeklerle mağdurları barıştırmaya odaklı bir sistem bu. Kadınları sürekli suçlu çıkararak kendilerine olan güvenlerini törpülüyor, doğru bildiklerinden kuşku duymaları için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Ama boşuna…
***
Özgürlük zamanlarına yürüyen kadınlar, sadece kadına dönük şiddete karşı 25 Kasım’larda, sloganlarla ifade etmiyorlar kendilerini. Hayat karşısındaki duruşlarıyla da koparıp almaya kurulu artık onların yaşam pratikleri. Herkesten önce onlar atılıyor barikatlara, yağmur çamur demeden, suya ve gaza aldırmadan onlar bekliyor meydanları.
Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerinin kayyım darbesiyle gasbedilmesinin ardından Dersim ve Ovacık belediyeleri de 22 Kasım’da aynı kayyım darbesiyle karşılaştı.
Faşist iktidarın gerekçeleri de kurdukları oyunun taktik “hamleleri” de üç aşağı beş yukarı aynı. Kadın eş başkanlar şahsında kadınları hayatın dışına sürmenin nafile girişimleri bunlar. Kayyımlarla halkın iradesinin gasp edilmesi kadar, koltuğa oturur oturmaz önce kadın kurumlarının kapatılması, kadın özgürlüğünün ve sözünün engellenmesi, kadın aklıyla ve kadın eliyle yaratılan projelerin boşa çıkarılması, kadınların özne olarak öne çıkmasının her alanda engellenmesinin özel araçlarından biri de budur.
Öyle ya, kreşler, dayanışma merkezleri, sığınaklar, kadın pazarları, kooperatifler, yaşlı ve çocuk bakımını kadınların işi olmaktan çıkaran kamusal hizmetler ve kent mekanının kadınların hayatını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesi yerel yönetimlerin işlerinden.
Kayyım ise kadınların yaşam alanının daraltılması, nefes almalarının zorlaştırılması demektir. Belediyenin halkın ve kadınların mekanı olmaktan çıkarıp sermaye ve onun uşaklarının rant kapısı haline getirilmesidir. Bu durumda ne kreş kalıyor geriye ne kadın dayanışma merkezleri ne kadın pazarı ne kooperatif ne ortak mutfak ve çamaşırhane gibi kadınların yükünü bir nebze olsun hafifleten mekanlar… Kayyımlar kadına yönelik şiddetle mücadele için kurulmuş kurumları işlemez hale getiriyor. Biliyoruz ki, gelir gelmez yaptıkları ilk iş kadın birimlerini kapatmak, kadınları evlere hapsetmenin yolunu düzlemek oluyor.
***
Kadınların yaşam alanını daraltma, onu iyiden iyiye eve hapsetme deyince insanın aklına ister istemez kreşler geliyor önce. Kadın düşmanlığı ve kadını dört duvar arasına sıkıştırma çabası rejim açısından o kadar önemlidir ki, henüz kayyım atayamadıkları belediyeler için de kreş “belası”ndan kurtulabilecekleri toptan bir formül bulmakta gecikmediler! Üstelik bunu kadınlarla dalga geçer gibi 25 Kasım’da açıkladılar. Gerekçesi de evlere şenlik: “Kimi belediyelerin kreşlerinde kreş adı altında yasadışı olarak sadece okul öncesi eğitim verilmekle kalınmıyor, aynı zamanda çocuklara LGBT propagandası yapılmakta ve eşcinselliği özendirici etkinlikler düzenlenmektedir.” İnsan bu gerekçenin neresinden tutup ne söyleyeceğini şaşırıyor. Tarikatların kucağına itilen, anaokullarında bile askeri düzende yürütülen, ilkokullarda cenaze namazı kıldırılan çocuklarımızı unutmadık. Üstelik rejim dindar ve kindar nesil yetiştirme hayalinin peşinde koşmayı hala sürdürüyor!
Kadın hareketinin başlıca mücadele konularından olan kreş hakkı doğrultusunda ’70’li yıllarda kadın işçilerin sendikal mücadelelere kitlesel katılımıyla büyük fabrikalarda kimi kazanımlar elde edilmişti. Aslına bakılırsa kreş talebi sanayileşme döneminden bu yana kadınların ezeli talebi olmayı sürdürüyor. Öyle görünüyor ki, kadınlar diğer tüm hakları kazanma süreçlerinde olduğu gibi bu konuda da inişli çıkışlı epey bir yol yürüyecekler.
Ucuz emek gücü olarak gördükleri kadınların emeğini dizginsizce sömürürken kadını “ahmaklık alanı”ndan çıkarmamaya, günlük hayatın dışına çekmeye çalışmanın belli araçları yaratılmış durumda. Buna rağmen sesini yükselten, başını kaldıran kadınlar için yeni tuzaklar yeni cendereler yaratma arayışındalar.
Kadın mücadelesinin sıçramalarla yol alan dinamik yürüyüşü, önümüzdeki dönemde daha genişlemiş örgütlü mevzilerin, daha bilinçlenmiş kadın öncülerin ve sistem krizinin yarattığı uzlaşmaz çelişkileri döven atılımların konusu olacaktır. Çünkü ne kadınları hayatlarına kasteden şiddetle teslim alabilirler ne de asla vazgeçmedikleri özgürlük hayallerine kayyım atayabilirler!