Tüm bunların toplamı olarak da Çağrı, Kürt kadınların, Arendt’in “ne daha önce ne de daha sonra, insanlar eylemde bulundukları sürece özgürdürler” belirlemesini de ihmal etmeden, demokratik ulus örgütlenmesine devam etmelerini söylüyordu. Örgütsüz, komünsüz, meclissiz tek bir kadın kalmamalıydı. Yine hiçbir toplumsal mekanizma kadınlar olmadan hakikatini oluşturamazdı
Kadınların kendi olma yolculuğu da diyebileceğimiz özgürlük mücadelesi, bedenlerinden, içinde yaşadıkları toplum kültüründen, bilimden, erkek egemen ve kapitalist politikaların tüm bunları etkileme düzeyinden bağımsız sürmedi. Hatta çoğu zaman bu politikalara rağmen sürdü. En kadim arzularımızdan ve arayışlarımızdan biri olan özgürlük, binlerce yıl boyunca olduğu gibi bu yüzyılda da sezginin; duyguyu, düşünceyi ve eylemi açığa çıkarabildiği anı, anları yarattı. Yolu yürüten, yolculuğu sürdüren de bu yaratım anları oldu.
Kadın özgürlük mücadeleleri böylelikle, felsefe dünyasının freedom to, freedom from diye negatif ve pozitif özgürlük şeklinde kategorize ettiği liberalizm tartışmalarına, cinsiyetçilik eleştirisiyle esaslı bir müdahalede bulundu. Tahakküm mekanizmalarının olduğu yerde hiç kimse özgür değildi. Ama kadınlar özgür-özgür olmama durumunda bile ya piramitte yer almıyordu ya da piramidin en altındaydı. Özgürlüğe yüklenen sistem içi anlamlar da cabasıydı.
Hem … için özgürlük hem … -den özgürlük hem de zihniyetin sınırlarının ulus devletler ve ulus ötesi sermayedarlarla belirlenmiş özgürlük tartışması, kadınların özgürlük arayışlarına yetmeyecek, dar gelecekti. Nitekim kadın özgürleşmesi hem eğitim, sağlık, sanat, siyaset, seçim yapmak için özgürlük hem de baskıdan, şiddetten, tahakkümden, savaştan özgürlük; yasa, vatandaşlık, ülke sınırlarını aşan, haliyle bunların ötesinde anlamlar taşıyandı. Kadınların erişemediklerine erişmesi kadar tarihsel-toplumsal-kültürel bir kimlik olarak varoluşlarını, toplumla yaşamanın odağına yerleştirmek demekti.
Kürt kadınların harekete dönüşen özgürlük mücadelesi de bu yolculukta, özgün deneyim ve yaklaşımlarıyla ve fakat kapsadığı ulusal, sınıfsal, cinsel kesişimselliklerle yer aldı. Her birimiz açısından, kendimiz olabilmenin özgürleşmekten, özgürleşmenin kendimiz olabilmekten geçtiği, kendilik hallerimizin ise ortaklıklar yaratabildiği ölçüde sistemi değiştirebileceği öğretisine dayandı.
Kendilik arayışı, kim olduğunu keşfedeceği, farklılıklarını açığa çıkarıp bu farklılıkların korunacağı yaşamı arzulamasını sağlayacaktı, sağladı. Kürt kadınların özgün özerk mücadele modeliyle ve etik estetik ilkeleriyle anadilde eğitim, sağlık, kültür-sanat mücadelesi, toprakla, doğayla kurdukları bağı koruyarak yürüttükleri yurtseverlik, anayasal statü özgürlüklerinin bir boyutu oldu, bu … için özgürlüktü.
Diğer yandan ev-aile içi şiddet, üretimden kopartıldıkları, ucuz, değersiz iş gücü olarak çalıştırıldıkları için yaşadıkları ekonomik şiddet, aşağılanma, aslında yokluğu üzerine kurulu erkek egemen sistemde erkek-devlet tarafından gördükleri bütün şiddet biçimleri dünyadaki diğer kadınlarla kesişim alanları, -den özgürlüklerdi.
Her iki kategorinin birbiriyle olan bağları, neden-sonuç ilişkileri ve katmanlı hali çözümlendikçe özgürlük iddiasının temellerini güçlendirdi. Yani kadın dünyasında ulusal, sınıfsal, coğrafi, kültürel aidiyetler, biyolojik-bedensel özellikler, yetenekler alabildiğine çeşitliydi. Kadınlar da özgürleşmeye dahil gördükleri aidiyetleri ve yetenekleriyle, kesişimselliklerin verdiği güçle yaşamlarını geri almayı seçti. Bu seçim, Kürt Kadın Hareketi açısından kadınların özgürlüğünün ve kadın özgürleşmesinin bedeni olarak tarifledikleri demokratik ulusun inşası demekti.
Kendiliğe, ilişkiselliğe ve ortaklık-farklılık diyalektiğine dayanarak mücadele ettiğimiz bu yolda ise şimdi bir kez daha yeni bir virajdayız. Geride bıraktığımız virajlarda başımıza gelenlerin ders olması gereken bir virajda. Yaşamın değişim ve dönüşümü dayattığı bir virajda.
27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısıyla bu viraja girdik. Ve evet, Kürt kadınların demokratik toplumun özneleri olarak aldıkları pozisyon kritik bir önem taşıyor. Çünkü bilhassa geçtiğimiz 10 yılda, erkeklerin; hükümetin sertleşen politikaları ve uygulamaları karşısında giderek marjinalleştikleri, konforlu alanların dışına çıkmadıkları, liberalleşen sivil siyasete razı gelmeyen radikal direnişleri ve mücadele yöntemleriyle kadınlar oldu.
Ancak Çağrı’yla ilgili şimdiden, “erkek” kalemlerin, sözlerin ortalığı ele geçirmeye çalıştığını fark edebiliyoruz. Kendine bir kez olsun, bir kadınla nasıl konuşulur, ben kadınlarla nasıl ilişki kuruyorum sorularını sormamış olanlar, yazarlık, siyasetçilik statülerinden aldıkları güçle ama hâlâ erkekliklerine dair tek bir çözümleme yapmadan bilirkişiliğe girişti. Ama Abdullah Öcalan, 8 Mart mesajında ne demişti, birlikte hatırlayalım; “Benim sosyalizm ile ilk sınavım bir kadınla nasıl konuşacağımı bilmektir. Bir kadınla nasıl konuşacağını bilmeyen sosyalist olamaz. Bir erkeğin sosyalistliği bir kadınla kurduğu ilişki biçimi ile ilgilidir.”
İyi tarafı, nihayet kapandıkları yerlerden çıktılar… Ama bu kez kadınlar, geçtiğimiz 10 yılın da deneyimiyle çok daha örgütlü, çok daha donanımlı ve politikler. Erkeklerin dönüşmeden, kadınlarla nasıl konuşulması gerektiğini, nasıl yaşanması gerektiğini sorgulamadan, öğrenmeden bu süreçte yer almasının taşıdığı büyük risklerin farkındalar. Buna izin vermemek de Çağrı’yı sahiplenmeye dahil olacak.
Mütevazi ifadelere gerek yok- o masa kurulsun diye kadınlar bulundukları her yerde radikal direnişleri ve mücadeleleri ile devasa bir emek verdiler, bedeller ödediler, Jin Jiyan Azadî devrimini ördüler. Bunun en büyük dayanağı da kadınların Abdullah Öcalan ile olan felsefi bağı ve sürekli eylemde olma halleriydi. Bundandır ki demokratik siyaset ve özgür eşyaşam kuramlarını geliştirme ve pratikte gerçekleştirme düzeyi, düzeyimiz Çağrı’yı en hızlı anlayanların ve savunanların kadınlar olmasını sağladı.
Çağrı öncesi, sırası ve sonrasında zihni en berrak olanlar örgütlü kadınlardı. Çünkü gerçek; tarih boyunca birbiriyle fiziksel, ideolojik, politik, kültürel anlamda savaşan iki çizginin her ikisinin de içinde olanın, her ikisinin de debisini yükseltenin kadınlar olduğuydu. Birbirlerinden akla kara kadar farklıyken bile donanım ve emeğe dayalı pratikleriyle kadınlar, nehrin her iki kolunu da akıtan güçtü. Hakikat ise; bu donanım ve gücün ancak demokratik toplum ve barış zemininde kadın özgürleşmesini sağlayabileceği bilinciyle açığa zaten çıkmıştı.
Bizim mahallemizde, nehrin bizim olduğumuz tarafında barış ve özgürlüğün birbirine eşit olmadığını, sadece kendilerine değil herkese farz olduğunu ifade edenlerin de ilk elden kadınlar olması tesadüf değildi. Şüphesiz barış zemini, kadınların yüzlerce yıldır mücadelesini yürüttüğü özgürlüklerin siyasetini serbestçe yapabilecekleri, özgürlük fikrini toplumdaki tüm kesimlere taşıyabilecekleri, zemindi.
Diğer taraftan; karşıtlaştırma, kutuplaştırma politikasıyla kendini ayakta tutanların dünyası; ancak en geniş toplumsal kesimleri içine alabilen barış ve özgürlük mücadelesiyle alaşağı edilebilirdi. Yani nehrin diğer kolunda, kapitalist modernitenin sömürgeci sisteminde olan kadınların hakikatle buluşması da sorumluluğumuza dahildi. Ben, biz ve diğerlerinin ilkeli birlikteliklerine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır. Tam da barış ortamının yokluğundan sebep hayata geçirememiş olsa da aslında en başından beri Kürt Kadın Hareketi’nin zaten savunduğu da buydu.
Tüm bunların toplamı olarak da Çağrı, Kürt kadınların, Arendt’in “ne daha önce ne de daha sonra, insanlar eylemde bulundukları sürece özgürdürler” belirlemesini de ihmal etmeden, demokratik ulus örgütlenmesine devam etmelerini söylüyordu. Örgütsüz, komünsüz, meclissiz tek bir kadın kalmamalıydı. Yine hiçbir toplumsal mekanizma kadınlar olmadan hakikatini oluşturamazdı.
Çünkü demokratik toplumda barış içinde yaşamanın ahlaki bir talep, aynı zamanda kalıcı çözümün yolu olduğu deneyimlerle ispatlanmıştı. Hükümetler değişti, zihniyet değişmediği için, zihniyeti değiştiremesinler diye kadınlar her süreçte işkenceler gördü, hapsedildi, kurumları kapatıldı, derin bir yoksulluğa sürüklendi, yersiz, yurtsuz, köksüz kalsınlar da yenilsinler istendi. Ama tarih de bugün de başka bir şey anlatıyordu; kadın özgürleşmesini esas almayanlar belki bir süre daha savaşlar çıkaracak, insanları zihinsel ve fiziksel olarak belli dönemlerde esir alabilecek güçteydi ama en sonunda yok olmaya mahkumdu. Asıl mesele onlarla yok olmamayı seçebilmekti. Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı da bunaydı.
Elbette demir kubbelerin, yeni ticaret yolları arayışlarının sebeplerini tartışmaya devam edeceğiz. Halkların üzerinden savaşla geçen, kaos ve kriz yaratan dünya siyasetlerini tekrar tekrar ele alacağız. Ama artık tekçilikle, dincilikle ve milliyetçilikle kadın değerlerini, toplumsal değerleri yaşamdan kazımaya çalışan ideolojilerin bu savaştan yok olmadan çıkamayacaklarını da görmek zorundayız. Bu ideolojilerin bedenleşmiş hali olan ulus devletlerin, bu savaştan yok olmadan çıkamayacaklarını görmek zorundayız.
Kapitalizme içkin yeni ticaret yollarıyla birilerini devreden çıkarmaya, demir kubbelerle hakimiyet alanlarını genişletmeye çalışanların; şeriatla, dincilikle, mezhepçilikle toplumu bir arada tutabileceğini sananların; savaş teknolojisiyle, endüstrisiyle yürürüm sananların çağı yok saydıkları kadınların, halkların özgürlükteki ısrarıyla, demokratik ulus inancıyla kapanmak üzere.
Bizler; ben, biz ve tüm diğer ötekilerden oluşacak bizlere 21. yüzyıl kadın yüzyılı olacak derken kaba bir propaganda yapmadık. Ulus devletlerin erkek egemen ve kapitalist savaşlarının ne anlama geldiğini bizzat yaşadığımızdan ama yaşamayı kabul etmediğimizdendi, bu iddia. Orta Doğu coğrafyasını adım adım yok olmaya sürüklemenin, bedenlerimizi, zihinlerimizi, yaşam alanlarımızı, değerlerimizi tüketmenin savaşı olduğunun farkındalığına ve reddine dayanıyordu.
Şimdi reddettiklerimizden kurtulmaya, savunduklarımızla yaşamaya en yakın momentteyiz. Seçim yapma özgürlüğü bu momentte anlam kazanacak ve seçim yapmak, seçtiğimizi inşa etme sorumluluğunu da beraberinde getirecek.
Ve hazırız. Çağrı’yı kadın özgürleşmesine çağrı görenler olarak yeni çağa da yeni yaşama da hazırız. Kadınları kırımdan geçirmeden, doğa talan edilmeden, yaşam-siyaset-söz erkekliğe teslim edilmeden yaşanabileceğini göstermeye hazırız.