Dinsel ideolojilerin kadınların hayatına yön veren gücü ve politik etkinliği çağımızda başlamadı ve yakın bir gelecekte bitmeyecek. Geride bıraktığımız otuz yıla baktığımızda İslamcılığa kayıtsız kalarak toplumsal olayları anlamak imkânsız…
Olağan üstü karanlık bir dönemden geçiyoruz. İki 12 Eylül görmüş bir kadınım. Biri 12 Eylül 1980 darbesi, diğeri 12 Eylül 2010 referandumu. Bunlar toplumu baştan aşağı değiştiren hayatımıza kasteden operasyonlardı. 1980 öncesi varlıkları bize çok normal gelen özerk üniversite, parasız eğitim, güvenceli, sigortalı işler, yerli malı sağlıklı yiyecek vb. şeyler bugün yoksa bunun nedenini, bizi yenidünya düzenine bağlayan, sosyal devlet düzeninin ortadan kalkmasını sağlayan 12 Eylül darbesinde buluruz. Yeni bir Türkiye kurma yolunda ilerleyen, “Özalizme” sadık, İslamcı ideolojiden güç alan, despotik bir politik güç bugünümüzü teslim aldıysa bunu da 2010 referandumunun sağladığı aşikâr. 2015'ten beri ise olağanüstü bir hal rejimi içinde yaşatılıyoruz.
Uçurumlar büyürken
Tekellerin güdümündeki yenidünya düzeninde, kısa ve uzun vadeli ekonomik, politik, siyasi dalgalar tüm dünyada çok zengin bir grupla, yoksul çoğunluklar arasındaki uçurumu büyütüyor. Pandemi koşullarında ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin maliyeti sert bir şekilde ortaya çıktı ama müesses nizam seçme özgürlüğümüz olduğunu iddia etmeyi, bazı insanlar buna inanmayı sürdürüyor. Corona virüs salgını bilimsel yöntemlere olan ihtiyacımızı ortaya serdi ama uzun zamandır üretilen metafizik birikim zihinlerde hüküm sürüyor. Hızlı tüketim ve yalana dayalı piyasacı kültür kendini yeniden üretiyor ve durduğu yerde güçsüzleşmiyor. Bu makro koşulları dikkate almadan feminist analizler geliştirmek bence eksik olur. Ama kadınların hayatını sadece kadınlar açısından ve erkek cinsi ile olan çatışan çıkarları etrafında anlamaya çalışmanın açtığı teorik yol ve yöntemlerle bir rota tutturmak bence pek çok devrimci düşünce imkânları sunuyor. Başkaldıran kadınlar on yıllardır bağımsız arayışları içinde nefes alıyor, güçleniyor. Feminist hareket hayatını, içinde bulunduğun yer ve zamanda değiştirmeyi önerir. Feminist için kurtaracağı gelecek erkeklerin tahakküm dayatma ve şekillendirmesine karşı politik refleksini koruduğu her bir gelen gündür. Hayatımızı değiştirelim! Bu benim en sevdiğim sloganlarımızdan biri. O yüzden ben feminist olunca edinilen o bitmez öfke ve umuda inanıyorum. Bugün hangi inanç ve ideolojiye sahip olursa olsun kadınlar kendi hayatlarını değiştirmek istediklerini tüm dünyada bıkmadan haykırıyor.
Dinsel ideolojilerin kadınların hayatına yön veren gücü ve politik etkinliği çağımızda başlamadı ve yakın bir gelecekte bitmeyecek. Kuşkusuz geride bıraktığımız otuz yıla baktığımızda özellikle yaşadığımız bölgede İslamcılığa kayıtsız kalarak toplumsal olayları anlamanın imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'de egemen İslami öğretiyi bünyesinde belirleyici bir yere koyan devlet organı, parti, dernek, tarikat, aşiret ve benzeri tüm yapıları gözlemlemek ve eleştirmek bana çok uzun bir zamandır önemli geliyor. Biz kadınları fıtraten zayıf görenlerle, ekonomik-cinsel-ruhsal özgürlüğümüze kastedenlerle boğuşmak sadece politik iktidarda oldukları zaman değil her zaman feminist boynumuzun borcu olmalı diye düşünenlerdenim.
Muhafazakârlık ve İslamcılık derken
Ben bu konuda yazarken muhafazakârlık kavramını özel bir çerçeve içinde kullanıyor oldum. (1) Sınırı AKP'nin 2002'de yaptığı Muhafazakâr Demokrasi deklarasyonunun kapladığı politik-ideolojik alan belirledi. Piyasa güçleri, İslamcı ideoloji ve bazı toplumsal muhalefet grupları arasındaki uyuma dayalı olan bu koalisyonun içinde, AKP eli ile demokratikleşme bekleyen muhalifler de uzun süre yer aldılar. Bu ittifak bence AKP'nin ihtiyaçları uyarınca dağıldı.
İslamcılık kavramını da yüzyıl başında doğmuş bir reaksiyon hareketi ve doktrinin karşılığı olarak kullanıyorum. Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu Hasan EL Benna’nın (Mısır-1906-1946) düşünce mirası hakkındaki şu ifade bu kavramı bence açıklıyor: “Müslüman milletlerin İslam ekseninde birleşmeleri, İslami hukuk ve değer sisteminin esas alınması, toplumun ahlaki zaaflarının giderilmesi, batı taklitçiliği ile iç bölünme ve kavgaların bırakılması davası.” (2)
İslamcılık evrensel iddiaları olsa da “Müslüman milletlerin” kümelendiği coğrafyadan doğan bölgesel bir dava. Dolayısı ile İslamcılığa karşı kadın mücadelesinin de evrensel feminist değerlerimize dayanan bölgesel bir karakteri olması gerekiyor. İslamcılığın yakın tarihi neler çağrıştırıyor diye sorsak aklımıza gelecek doğru yanlış bazı isimler ve devirler olacaktır. Yetmişlerin sonu İran Devrimi, seksenler Taliban, doksanlar El Kaide, İkibinler IŞİD diye sayabiliriz. Ülkemizde bugün iktidardaki kadrolarının yetiştiği dünyayı ve AKP'yi anlamak isteyenler için ise 1978 sonrası işbaşında olan Milliyetçi Cephe iktidarlarını incelemek faydalı olabilir. O zaman İslamcılığın Batılı ülkelerin tahakkümüne karşı çıkmayı yücelten karakteri ile birlikte rejimle uyumlu anti-komünist karakteri de gözlerinizin önüne serilecektir. Burada ilginç olan iki politik tepkinin ortak olduğu ideolojik cevherin kadın özgürlüğü karşıtlığı olmasıdır. İslamcı metinlerin üslubu devirlere, gruplara göre değişse de, Batıcı ahlaksızlığın kadınları nasıl açtığı saçtığı ve Müslüman aile yapısını nasıl çökerttiğine ilişkin manzumelerin benzerlerini, komünizmin kadınlar açısından nasıl bir ahlaksızlık olduğunu vaaz eden propaganda anlatılarında görmek mümkündür. İslamcı hareketler toplumlarda ahlaki zaafların yeşermesine karşı öneriler geliştirmeye meraklıdır. Değişik devirlerden İslamcı metinler okuyun ahlaksızlığın batı dünyasının üretimi olduğu zannına kapılabilirsiniz. Merkezinde kadın bedeninin yer aldığı İslamcı öğretinin dili kendisine katılan, aile içinde var olan kadını yüceltir. Dinsel inançların kırılgan adeta mahrem duygu dünyası kadınlara onları dışarının kötülüklerinden sertliklerinden korumayı vaaz eder. Cennet malum ev içlerinde ve annelerin ayağı altındadır. Bu söylemle çatışmanın cezası ilmihallerde meşru görülebilen şiddettir.
Bölgeler arasında
Dinsel inançlarla kadınlar arasındaki ilişkiye bakan toplumsal araştırmaların bazen feminist terminolojiyi kullandığı halde aşırı taraflı olduğu bir dönemden geçiyoruz. Çünkü yaşadığımız bölge her gün insanların öldüğü bir savaş alanı ve ülkeler aşırı mevzilenmiş durumda. Bizi önyargılarımızdan sadece kadın bakış açısı ile yapılan bilimsel araştırmalar koruyabilir diye düşünüyorum. Deniz Kandiyoti bir makalesine "Sahra altı Afrika’sında tarımsal kalkınma projelerinde kadınlarla ilgili araştırmaları gözden geçirirken Türkiye’de doğup yetişmiş bir kadın olarak geçmişimin beni bulduklarım karşısında tamamen hazırlıksız bıraktığını fark ettim. Bu çalışmalar, kadınların emeklerine düşük değer biçilmesine karşı direnişlerinin ve daha belirgin olarak kocalarının ürünlerine el koymasına izin vermeyi reddedişlerinin örnekleri ile doluydu” diye yazar. Bir bilim insanı, bir feminist olarak çok uzak ve çok fakir bırakılmış bir coğrafyada kadınların eşitlikçi bir gelenek oluşturmasına şaşırmıştır. Kandiyoti aynı dönemde, Kuzey Afrika’da, Müslüman Ortadoğu’da (Türkiye, Pakistan ve İran dâhil) klasik ataerkilliğin en açık örneklerinin yer aldığını tespit eder. Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde kadınların ataerkiye boyun eğen bir gelenek içinde yaşadıklarını söylediğimizde kimse alınmamalı. ABD ve Avrupa ülkelerinde toplumsal cinsiyet meselesinin hallolduğunu düşünen batı medeniyeti hayranları ise yanıldıklarını birkaç feminist video aracılığı ile kolayca anlayabilirler.
Şeriat mı seküler yasalar mı?
Türkiye kuruluşu iç içe geçen, Birinci Dünya Savaşı ve kurtuluş savaşının sonucunda olan bir ülke. Ben bu savaşların bazı kadınların ev dışı ekonomik ve toplumsal hayata değişik şekillerde katılımlarını sağlayarak cinsiyet rolleri açısından ilerici bir etki yarattığını düşünüyorum. Türkiye'de kadın hakları ile ülke kuruluşu arasında kendine özgü bazı bağlar var. Kuruluşu takip eden on beş yıl içinde kadınlar yasal olarak erkeklerle eşit yurttaşlar haline gelmiş. Yeni düzen kadınlara medeni ve siyasi haklar tanımış, toplumsal statülerinin dönüşmesinde çok önemli roller oynayacak reformlar gerçekleştirmiş. Laik düzen Müslüman nüfusun çoğunluk olduğu komşu ülkelerde eşi olmayan bir örnek ve bence kadınlar için çok kıymetli bir kazanım. Müslüman feminist Rümeysa Çamdereli birlikte katıldığımız bir TV programında pek çok muhalif kadın ve erkeğin ikibinlerin başında kabul etmekte zorlandıkları bu gerçeğin altını çizerek şöyle dedi: “Türkiye’nin şeriatla yönetilmiyor olması bir şanstır.” (4)
Kadınların Osmanlı dönemindeki toplumsal konumları göz önüne alındığında laik yasalar devrimci bir kopuş anlamına gelmiştir ama bu tesadüfi bir gelişme değildir çünkü 19. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınlarının en hararetli tartışma konularından birini kadın meselesi oluşturmuş. Tanzimat sonrası çıkan kadın dergileri batıda yükselen eşitlikçi feminizmden açıkça etkilenmiş, öyle ki ilerleme ve kalkınma konuları kadınları ele almadan konuşulamaz olmuştur. Peki, Cumhuriyetin kadınlarla ilgili yaptığı ve laisizmden beslenen köklü reformları herkesi sevindirmiş midir? Şüphesiz hayır. Bu değişime karşı çıkanlar her zaman İslamcılar olmuş sevinenlerse birinci dalga feminist hareket savunucuları. Bu değişim sürecinde 1934'te gerçekleşen seçme ve seçilme hakkı literatürde hep öne çıkar. Gerçekten de bu uluslararası arena açısından büyük sembolik bir hamle. Ama kadınlar açısından bence değişimin kalbi 1926'da çıkan medeni yasa olmuştur. Çünkü bu yasa evi, özel alanı düzenler. Herhangi bir kadının seçimlere katılmayı değil istemesi, hayal bile etmesi çok zordur. Zaten hayatın erkek egemen işleyişi o günden bugüne değişmeyen karşılıksız ev emeği döngüsü, kocalar ve çocukların bakımı buna engeldir. Ayrıca o yıllarda kadın nüfusunun çoğunluğu büyük ataerkil aile içinde, tarımsal üretim alanlarında çalışmakta köylerde de yaşamaktadır. Yeni medeni yasa cinsiyet eşitliği getirmez. Evin reisi kocadır der. Kadınların çalışması için kocalarından izin almasını zorunlu kılar ama kadınları insan yerine koyar. Çünkü bütün kadınlar imkânı ve gücü olsa babasından kalan mirası almayı, çocuklarının velisi olmayı, istemediği kocadan boşanmayı ister. Yasa bunları sağlar ve kadınlara kan verir. Yasa bütün kadınlar içindir. Yeni rejim kadınları erkeklerle eşit akıl ve ehliyet sahibi görmeyen, bu yüzden kadınlar hâkim olamaz, şahitlikleri geçerli olamaz, kadından yönetici olamaz, kadınlar mirastan eşit pay alamaz, ilk aybaşı kanaması sonrası örtünmelidir, dokuz yaşından itibaren ona bakacak bir erkek ile evlendirilebilir, bir erkek birden fazla eş alabilir, bir kadın örtülü bile olsa yabancı erkeklerle bir arada duramaz gibi hükümleri olan egemen İslami yasalara karşı ağırlığını koymuştur ama ayıp ve günah başlığı altında kadınların hayatına hükmeden, adı konmamış erkek-egemen yasalarla açık açık yüzleşilmesi için ikinci dalga feminizmin yükselmesi gerekmiştir.
Müslüman feministler
Kadınları şekillendirme konusunda AKP'nin yirmi yılda yarattığı gerici ve cinsiyetçi tahribatın onarılması zaman alacak bir ideolojik şiddet, politik direnç gerektiriyor. Bugün gelinen noktada hiçbir imamın başımıza dikilmediği bir toplum isteği ortak paydamız diye düşünüyorum. İslamcılığı feminist bir bakış açısı ile içeriden eleştiren kadınlar var. Ülkemizde bence bu anlamda yapılan en değerli teolojik çalışmanın sahibi olan Hidayet Şefkatli Tuksal, “Her kültürde, kadının erkeğe nazaran daha düşük statüde bir insan olduğuna dair kabuller vardır. Toplumlarda binlerce yıllık ataerkil yapılanmadan kaynaklanan bu kabuller, erkek için yaratılmış nesnelerden biri sıfatıyla kadının erkekten daha kötü, eksik ve ikincil bir varlık olarak kurgulandığı şeklindeki yaygın anlayışlara dayanmaktadır. Söz konusu ataerkil kabullerin İslam geleneğini de etkilediği bir vakıadır. Özellikle hadis rivayetlerinde insan türünün kadın cinsini, -yaratıldığı öz, yaratılış biçimi, fıtratı, insani değeri gibi hususlarda- normal ve asıl insan olarak kabul edilen erkek cinsinden ‘farklı ve aşağı’ gören ve bu ikincil standarda uygun şekilde tanımlayan bir kurgu mevcuttur. Bu tür rivayetler, Kur-an’ın insana dair temel ilkeleri ile ve Hz. Peygamber’in genel anlayışı ile çelişmektedir“ (5) diye yazar. Bu rivayetlerde kadınlar; eğri, eksik, baştan çıkarıcı, uğursuz, değersiz, doğuştan yanılmaya, gaflet hasletine haiz, akıl ve din noksanlığı ile malul olarak nitelendirilebilmiştir. Tuksal ve benzeri teologların eleştirilerini umutsuz bir çaba olarak görüyor olabilirsiniz. Ama egemen İslami otoritelerce ya yok sayılıyor ya da sert ithamlarla reddediliyor olmalarının nedenleri üzerine düşünmekte yarar var. İslamiyet neden kadınların eşitlikçi yorumlarını tartışmaya kapalı? Erkek egemen sistemin işleyişine çomak sokan böylesi önemli bir sorgulamaya karşı, İslami yetkililerin direncinin bir kısmı patriarkal düzene bağlılıklarından ileri geliyor. Egemen konforlarını kaybetmek istemiyorlar. Peki, bu direncin teolojik bir dayanağı var mı?
Hadislerin eleştirilemezliği
İslamiyet her türlü reforma, kadınlardan gelen eleştirel ve tarihselci yorumlara neden kapalı diye soruyoruz ya, bu soruya verilecek bir diğer cevap ise İslam’ın yapısı ile ilgili, İslam tarihinde mevcut. Ahmet Arslan bir makalesinde (6) İslam dünyasında nakli bilimler grubunda yüksek prestijle yer alan Hadis biliminin yani Peygamber'in sünnetinin, yani yaptığı veya söylediği ileri sürülen bir takım söz ve hareketlerin tespiti, doğrulanması ve yazıya dökülmesi ilminin, bu çalışmalar bittikten sonra nedensellik içeren bir araştırmaya kapalı hale geldiğini, hadislerin ancak yeniden sınıflandırılabileceğini anlatır. İslami bakış açısı yani hadis ilimi zaten nedensellik aramaya kapalıdır. Yani taa o zaman entelektüel tartışmaya kapalı olduğu için, bugün de kapalıdır. Hadis Peygamber’in yaptıkları ve söylediklerinin niçin nasıl dendiğini, doğru mu yanlış mı olduğu ile nedensel bağlantıları ile ilgili değil, ne olduklarının tespiti üzerine bir bilimdir. Aynı durum fıkıh yani İslami hukuk için de geçerli. Sünni fıkıh alanında içtihat kapısı kapanması olarak adlandırılan olay da Peygamber'in ortaya koyduğu söz ve kurallara bir şey eklenememesi ile ilgili oluyor.
Dolayısı ile İslam dininin kadınlar açısından reformu talebinin, İslam’ın felsefi tartışmayı değil öğütlere teslimiyeti öngören yapısının sert kabuğuna çarptığını söyleyebiliriz. İslam kültürünün en parlak döneminin 11. yüzyıldan önce olduğunu düşünen Arslan sonrasında "Evrenin yaratılmamış, yani ezeli olduğunu savunan Farabi, İbn-i Sina gibi Müslüman filozofların Gazali tarafından tekfir edildiklerini, yani kâfir ilan edildiklerini" aktarır. Bundan sonra kelam, yani felsefi tartışma besleyici bir gıda olmaktan ziyade ana akımdan ayrılanlara karşı bir panzehir olacaktır.
Kim bilir, belki de ya da inşallah 11. yüzyılda kapanan bazı tartışma kapılarını açmak günümüzün Müslüman kadın düşünürlerine kısmet olacak. Bunun emareleri var. Bu soruların feminist hareketi ve inanç sahibi kadınları güçlendirmekten başka bir etkisi olmaz diye düşünüyorum. Öte yandan vahiy mi bilim mi, dogma mı özgür akıl mı ikilemini küçümseyenlerle yol alınabilir mi diye soran olursa benim cevabım her zaman her yerde hayır!
(1) Muhafazakârlığa Karşı Feminizm, Güldünya Yayınları, 2012
(2) Yedi güzel adam ve öncüler kütüphanesi Yedi Hilal-Üsküdar Belediyesi Yayını,2016
(3) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar Metis Yayınları 1997
(4) Artı TV 25 Eylül 2020 Beyhan Demir ile Mor Gündem https://www.youtube.com/watch?v=wfYRBTVqWnw (5) Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Kitabiyat 2006
(6) Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu Bildiriler, İzmir Akdeniz Akademisi-İzmir büyükşehir Belediyesi, 2017