Bir buluşma yüzyılıdır 21. yüzyıl. Bir kadın yüzyılı. “JIN JIYAN AZADΔ yüzyılı
“Onları kenara götürüp uçmalarını söyledik. Durup beklediler. “Uçun!” dedik. Durdular. Onları kenardan ittik. Ve uçtular” (Guillome Apollinare)
Kadınların kanatlarının koparılması ile başlamıştı tüm hikaye. Öyle ya, alt etmek için önce onu var eden her ne ise o yok olmalıydı. Koşuyorsa bacaklar kırılır, üretiyorsa eller, düşünüyorsa beyin… Böyle hüküm kuracaktı erk olmak isteyen. Başka türlüsü de mümkün değildi.
Tarihten biliriz hikayemizi, hikayelerimizi. Tarih! History yani erkeğin hikayesi! Çok çarpıcı ve yerinde bir tanım bu açıdan. Yazılı tarih, erkeğin hikayesini anlatır çünkü. Kadının adı yoktur bu hikayede. Olan da bir kralın eşi ya da kızıdır yani prensestir, kraliçedir ya da adından söz ettirecek kadar varlıklı olanlar. Geride kalanın adı sanı yoktur. Hatta varlığına dair bir emare bile yoktur. Tarihi bir düşmanlıkla kazınmıştır tüm bir insanlığın hafızasından. Özenli, bir o kadar da bilinçli.
Kabullenmedi elbet, mücadele etti binlerce yıllık tarihi mirasıyla. Kurnazlaşan zihniyet karşısında bir yere kadar söz ettirdi adından. Yok olmadı ama varlığını da hala arar olmamıza neden olacak kadar da silikleşmişti izler.
Güney Mezopotamya’nın dağlara olan özlemiydi Zigguratlar. İhtişamlı ve kutsal. Dağ yücelikti, Ninhursag’tı. Sonra karanlığın köşesine itildi bu özlem. Kadının mahpusluğu başladı yerin yedi kat altında. Bir dönemin mucizevi “anası” bir “köle”, bir “fahişe” olarak anıldı bu karanlıkta. Sonra adı da “karanlık” kaldı zaten. Tüm ikilemlerin en kötüsü oldu: İyinin kötüsü, aydınlığın karanlığı, meleğin şeytanı, kutsalın laneti! Evet bir lanetti alnımıza yazılan. Görünmemeli, duyulmamalı ve hatta hissedilmemeli! Bu yüzden kapanmalıydı dört duvar arasına. Onlara göre bizim yerimiz yurdumuz orasıydı. Bir dünya inşa edildi o dört duvar arasında. Yaşamın merkezi orasıydı adeta. Öyle belletildi kadın aklına, yüreğine. Memnuniyet esastı hizmette ve en iyi hizmet dört duvar arasında verilirdi bir erkeğe! Ne kadar anne olursan o kadar saygın olacaktın o hanede. Çoğalmalıydı, doğurmalıydı, soy lazımdı birilerine! Sürülmeliydi o tarla! Cennetin kapıları da bu sayede açılacaktı nede olsa…
Dört duvarlar için kanatlar lazım değildi. Akla gelmeyecek kadar unutulmuştu. Onun yerine başka şeyleri sürekli hatırlatıp durdular. Başını her çıkardığında sopayla, taşla, ölümle terbiye edildi ruhumuz, bedenimiz. Öyle bir korku saldılar ki içimize, açık kapılardan çıkamaz olduk. Görünmeyen bir duvar vardı sadece bizim gördüğümüz. Kilitleri olmayan kapıların ardına dair merakımız yok oldu. Bir süre sonra düşünmeyi bile bıraktık. Hikayeyi yazıyordu birileri ne de olsa, kahramanları da belli. Çok sonraları tanım koydular buna; “öğrenilmiş çaresizlik” denildi. Doğrudur. Çaresizliği yaşaya yaşaya öğrendik. Yaşam bundan ibaretti sanki. Her geçen yüzyıl bir öncekinin aynıydı. Her şey değişiyor da bir biz değişmiyorduk. Devrimler oluyor, isyanlar çıkıyordu. Koca koca krallar düşüyor, hükümetler devriliyordu, dinler bile reform yapıyordu da, biz nerdeydik! Musakkadimlerin laneti üzerimizdeydi halen. Giderek büyüyordu lanet, kilitli kapılar, örtüler. Herkes bir kural koyuyordu kendince. “Kimi başını kapat sen şu’sun” derken kimi de “başını aç sen bu’sun” dedi. Ayşe’nin isyanı, tüm kadınların zihninde çınlayıp durdu hep. “Kadın yerine taş olmak!” Sahi “kimim ben?”
Beş binlik yıllık sorunun cazibesi bu. Beş bin yıllık zulüm, beş bin yıllık kocaman ve üzerinden herkesin geçtiği bir yaraya karşılık. Yaralarımızı kaşıyınca anladık “hiçbir yara dermansız değil”. İyileşmeye başlıyor ışıkları açınca, kabuk bağladığı vakit, kilitli kapıları kırma cesareti hissedince. Evet! Cesaret. Unuttuğumuz sözcüklerden sadece bir tanesiydi. Ama yok olmuyormuş hiçbir şey. İçimizde bir yerlerde bir kıvılcımmış beklediği. Bir uyanış, bir ayağa kalkış ve kapılara doğru ilerleme cesareti. Kocaman yalnızlıkların içinden karanlığı yırtarcasına, başımızın kopacağını bile bile “Azadî” diye haykırma cesareti. Varolduğunun farkına varmanın o muhteşem an’ı.
“Biz varız!” demekle varolamayacak kadar örselenmişti tarihimiz. Çalınan her şeyi geri almak gerekiyordu. İnanna’nın yaptığı gibi, “çalınanı çalmak mübahtı!”. Anne, abla, kardeş, eşten önce kadın olmalıydık. Bir bedenimiz, bir aklımız ve ruhumuz vardı. Aristo’ya inat geri almalıydık hepsini. Aydınlığın karanlık olmadan bir anlamı olmayacağını söyleyerek. M. Luther’e inat çocuk doğurmasak da var olacaktık. Tüm kadınların günahı M. Luther’in boynuna! Elma yemeliyiz bol bol. Yasaklı meyvelerin tarihi temsiliyetinin bilinci, yılanın kadim yoldaşlığı ve ölümsüzlüğüyle. Geç kaldığımız, elimizden alınan ne varsa, daha fazla geç kalmadan asıl sahiplerine, bizlere geri dönmeliydi.
Geç mi kaldık peki? Hayır. Yaşam tüm hızıyla ilerlerken, geçmişin engin varlığını unutmamalı. Biz ki koca tarih denizinde bir dalgadan ibaret bir dönemin kadınlarıyız. Geçmişimiz, Karun hazinesinden daha zengin. Dişimizle, tırnağımızla çoğu zaman ödediğimiz bedeller ile an’da var olduk. Belki de geçen beş bin yıllık hiçlik hikayesi, bizim büyük sınavımız. Biraz zor, biraz acılıydı ama tepetaklak giden bir hayatın, herkesin birbirinin kurdu olduğu 21. yüzyılın kurtarıcısı olmak da böylesi bir deneyime ihtiyaç duymaz mı? Ve daha ne kadar kötü olabilir ki yaşam? Kaybedecek bir şeyi olmayanın öfkesinden korkmalı efendiler! Modern Enkiler.
Kopartılan, parçalanan her bir uzvumuzla inşa edeceğiz bu yaşamı. Kanatlarımızı kopardılar ya hani uçmayalım diye, aslında yükseklik korkumuz yoktu. Yalnız kalmaktan korkmuyorduk veyahut sessizlikten. Birileri “uç!” derken ki korkumuz kanatlarımız olmadan uçamamaydı. Düşerdik, unutmuştuk uçmayı. Bizi ittiler uçurumdan. Bu sefer ölelim diye değil. Kanatlarımızın olduğunun farkına varalım diye. Kendini uçurumdan atan onurlu kadınlar var bizim hikayemizde. Kendi bedeninde ülkesinin teslimiyetine “hayır!” diyen Rindexanlar… Kanatsızdılar. Ölmediler. Kanatsız uçanların hikayesini yazdılar. Bir gün “Sonu Gelmeyen Bir Roman” olacağına dair inanç ve aşkla.
Özcesi kaybettiğimiz yerde bulduk yine kendimizi. Bir kavuşma oldu yine uçurumun kenarları. Kenarlar asidir, ıslah edilmez, dik başlıdır. Bir o kadar da zarif ve içten. Bir buluşma yüzyılıdır 21. yüzyıl. Bir kadın yüzyılı. “JIN JIYAN AZADΔ yüzyılı. Sesimiz yükseliyor tüm “hane”lerden. İnançla aşkla ve tüm bedellerin verdiği hırsla ilerliyoruz; durmadan, duraksamadan. Kanatsız uçanların romanı yazılmaya devam ediyor.