“biterken bir yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini…”
Karmaşa içindeki dünyamızda belirsizlikle umut arasında gidip geliyor insanlık. Korkuyla umut arasında dehşetli bir salınım bu, bugünlerle yarınlar arasında…
Her şeye rağmen umutlu olmak istiyor insan yeni bir yıla girerken. Ama bu göz gözü görmez karanlıkta umutlu olmak için bile bugünden ötesine ulaşacak bir perspektif gerekiyor, ihtiyacımız olan bu!
*
19 Aralık Katliamı’nda, Maraş’ta, Roboski’de kaybettiklerimizi anmaya hazırlanırken, düştü önümüze Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in Rojava’da Türkiye’nin SİHA saldırısında ölümsüzleştikleri haberi; ne ilkti bu hedefli saldırı ne de sonuncu olacaktı, deneyimlerimizden biliyorduk.
Dünyanın her yanı ateşe ve savaşa kesmiş bir kasırga altında… Biri bitmeden diğeri başlıyor. Filistin halkının isyan çığlığı, boyun eğmeyen ayağa kalkışı Ortadoğu’dan yayılarak en uzak coğrafyalarda yankısını buluyor. Siyonist İsrail, emperyalizmin açık desteğiyle işgalci soykırımı tepe tepe sürdürüyor; emperyalist hegemonyanın vurucu gücü olarak kah Gazze’de kah Lübnan’da kah Yemen’de katliam ve işgalle yolu düzlemeye çalışıyor.
Suriye 13 yıllık bir iç savaşın ardından 13 günde düştü. AB-İngiltere ikilisinin yol verdiği, Türkiye başta olmak üzere bölge gericiliklerinin besleyip donattığı cihatçı çetelerin yeni saldırganlıklarıyla Ortadoğu’nun kimyası ateşle ve kanla bir kez daha yeniden değiştirilmek isteniyor. Bu haydut devletlerin hepsi kemikli bir parça kapmanın peşinde. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye, Türkiye’den büyüktür” diyerek yayılmacı hayallerini ifşa etmekten çekinmiyor. Cihatçı çeteler, emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından kendilerine akıtılan ağır silahlardan giydikleri üniformalara kadar ihtiyaçlarının yüzde 70’ini Türkiye üzerinden sağladılar. Buna ek olarak Türkiye bugün Suriye Milli Ordusu (SMO) adıyla boy gösteren çapulcuları maaşa bağladı. Şimdi bu yatırımın rantını toplamanın peşinde.
Yayılmacı hayaller ve Kürt düşmanı refleksler -bölgede dengeler izin verirse- faşist rejimi Rojava Devrimi’ni boğup Musul-Kerkük’e kadar uzanacak ilhak rüyaları görmeye kışkırtıyor. Fırat’ın Doğu yakasında Minbiç’ten girip Haseke’den çıkma hesabındalar. Yakın ve uzak tarihten hiç ders almadıkları ortada. Kürtlerin ve Arapların tarihsel topraklarına sefer olur ama zafer olmaz!
*
Yılın son günlerinde açlık, yoksulluk ve işsizlikle boğuşan kitleler bir darbe daha aldı. Tekelci burjuvazinin hizmetindeki faşist rejim son asgari ücret kararıyla emek cehennemine bir kucak dolusu odun daha attı. Asgari ücret olarak belirledikleri rakam, bırakalım insanca yaşam ve geçinmeyi, açlık sınırının altında. Türkiye’yi ucuzun da ucuzu emek deposu haline getirerek yerli ve emperyalist tekellerin iştahını kabartmayı hedefleyen ekonomi politikasının sonucu bu. Üstelik Türkiye’de asgari ücret denilen rakam toplam ücretlilerin neredeyse yarısını içeren temel ücret durumunda. Resmi rakamlara göre dahi yıllık enflasyon artışı yüzde 47 seviyelerindeyken asgari ücrete yüzde 30 zam demek milyonları sürünmeye mahkum etmenin Türkçesidir.
İşçi ve emekçilerin ücretlerini en altlara çekmek, emeklileri inim inim inleten, sosyal güvenlik sistemini yük olarak tanımlayıp delik deşik eden, bütçeyi ideolojik olduğu kadar sınıfsal olarak da net bir tutum belgesi şeklinde hazırlayan iktidarın yaratmak istediği emek rejimi gayet iyi biliniyor.
Rejimin özünü, işsizlik ve aç kalma tehdidiyle sindirilen işçi ve emekçi kitleleri onur kırıcı koşullarda posasını çıkaracak vahşilikle çalıştırıp sömürmek oluşturuyor. Bu insanlık dışı çalışma ve yaşam koşullarına duyulan öfke cılız değil aslında. Ancak harekete geçmekte tutuk. Bu tutukluğun nedeni patronların ve devletin saldırmasından duyulan korkudan da önce işsiz kalmak, aç kalmak korkusu… Düşünün ki, nüfusun sekizde biri işsiz; 12 milyon kişilik bu işsiz ordusu ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için halen bir işi olanları baskılamakta kullanılıyor.
Ezilip sömürülenlerden esirgenenler burjuvaziye ve savaş kasırgasına aktarmak içindir; bunu görüyor, etimizde-tenimizde duyumsuyor, her gün yaşıyoruz.
Hepsi birbirine bağlı bir zincir bu; yoksulluktan ve yoksunluktan, işsizlikten ve çaresizlikten kendilerinde savaşacak dermanı bulamayanlar kollarını yana indirip en sonu yaşamaktan bile vazgeçiyorlar. Son 24 yılda intihar oranının 2,5 kat arttığını gösteren tablo ne kadar korkunç, nasıl iç yakıcı!..
Benzer bir tablo kadına yönelik şiddet ve iş cinayetleri rakamlarıyla da çıkıyor karşımıza: Kadın cinayetlerindeki devasa artış (2024 yılının ilk 11 ayında en az 233 şüpheli kadın ölümü), taciz ve tecavüzler, çocuk istismarları, iş cinayetlerinde kaybettiklerimiz (2024 yılının 11 ayında 2 bine dayanmış durumda) insanlıktan çıkışın, çürüme ve yozlaşmanın resmi adeta…
*
Geçenlerde, “Türkiye’de her 200 kişiden biri tutuklu” dediğini okudum TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın. ‘Yanlış mı duydum acaba’ diye düşündüm, dört işlemden ibaret bir hesapla ben de yaklaşık aynı sonuca ulaştım. Türkiye hapishanelerinde 378 bin 657 mahpus var ve bunlardan 709’u son bir yılda hayatını kaybetti. Bakanlığın bir soru önergesine vermek zorunda olduğu yanıttan öğreniyoruz bunu. 30 yıl mahpusluğun ardından “iyi halli olmadıkları” gerekçesiyle tahliye edilmeyen tutsakların sayısı 8 bin 521! Gerçek rakamların bunun üstünde olduğunu tahmin etmek zor değil.
Aralık ayı itibariyle adli kontrol altında tutulanların sayısı 370 bin, hapishanelerdeki tutsaklarla birlikte düşünecek olursak Türkiye’de 1,5 milyon kişinin devletin dolaysız kontrolü altında olduğunu görebiliriz. Durmadan yeni cezaevlerini bu nedenle inşa ediyorlar işte. Ağzını açanı ya tutukluyorlar ya adli kontrol ya da elektronik kelepçeyle ev hapsine hükmediyorlar. Bu aynı zamanda sistem karşıtı dinamiklerin ulaştığı büyüklüğe de işaret ediyor.
*
Bu karanlık tablodan ibaret değil yaşananlar elbette. İşçi ve sendika düşmanı tutuma, sendikasızlaştırma saldırısına, düşük ücretlere, işten atmalara karşı metalden gıdaya, ulaşımdan inşaata, tekstilden kimyaya kadar sınıfın kimi bölükleri inatçı direnişler sergiledi, mücadele deneyimini büyüttü. Yer yer püskürttü bu saldırıları, “zafer” kazanamadığı koşullarda ise boyun eğmeyerek esin kaynağı oldu sınıf kardeşlerine…
*
İnsan elbette umutlu olmak istiyor yeni bir yıla girerken; zaten umudu, umut etmeyi sıfırlamak neredeyse imkansız gibidir. Ne var ki, umudu nerede aradığımızı, umudun filizleneceği zemini oluşturmak için neler yapmamız gerektiğini, tarihin hangi durağında, nasıl bir ortamda olduğumuzu soğukkanlı bir biçimde değerlendirmeye de müthiş ihtiyaç var. Burada mesele “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” meselesinin ötesinde bana kalırsa, bu karanlık ortamda umut filizlerini yakalamayı başardığı ölçüde akıl da iyimser olur. “Umudu diri tutmak” adına kendi kendimizi kandıracak, yanıltacak yaklaşımlardan uzak durmak, önümüzdeki mücadele günlerine hazırlanmak açısından da elzem. Çünkü tarihsel bakımdan gerçekten de çok kritik bir eşikteyiz.
Gerçi bu “kritik eşik” genellikle teslim ediliyor; herkes bu kritik eşiği kendi sınıfsal konumuna, siyasal meşrebine uygun olarak tanımlıyor. Ama hemen hepsinde ortak olan bir şey var: Bugünün dünden farkı görülüyor. Düne göre, geride bıraktığımız yıllar hatta yüz yıldan farkı görülüyor da bu farklılaşmanın yarın için, gelecek için hangi sonuçlara gebe olduğu; hangi riskleri ne kadar güçlü bir biçimde bağrında taşıdığı genellikle es geçiliyor. Bu da, aslında -farkına varmadan- insanları yanılsamaya sürükleyecek tek yanlı ya da dar okumalar olmaktan kurtulamıyor.
En büyük tehlike, düne bakarak ve dünün ölçüleriyle düşünmeye devam etmektir. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, eskisi gibi kalamadığı ama yerlerini iyi kötü belirginleşmiş bir “yeni”nin de henüz almadığı koşullarda, atılan bir adımın, tanık olduğumuz bir gelişmenin yarın nerelere evrilip hangi sonuçları doğurabileceğini hangimiz mutlak anlamda öngörebiliriz? Yaşadığımız günler daha çok tehlike ve risklerle yüklü. Ama salt bunlarla sınırlı değil. Onların gölgesinde kalan, onların yarattığı şaşkınlık ve yön kaybı nedeniyle görmekten uzaklaştığımız umut filizlerinin varlığını kim inkar edebilir?
Ne var ki umut mücadelenin çiçeğidir, hiçbir zaman kendiliğinden açmaz. Bilinçli gözler tarafından görülüp hünerli ve cesur eller tarafından gün yüzüne çıkarılmayı bekler. Kısacası umut emek ister! Umut eylem gerektirir!
(*) Murathan Mungan