Tarih dağların çocuklarının mücadelesi ile şekillenir. Ovada geçen rahat bir uyku yoktur. Çünkü gecedir dağlar. Geceler karanlıktır, bu yüzden ölüm sessizliği ile anılır hep. Gözle görünmez, elle tutulmaz hayaletlerdir! Spartanın 301’ine karşı dağ “ölümsüzleri”, Anabasis’in on binlerinin yüreğine korku salan işte bu sessiz savaşçılardır! Ve daha niceleri
Yaşam bir dağın yamacında, bir akarsuyun delice akışında başlamıştı. Su hayattı, dağ ise o hayatın yegane koruyucusu. Yavrusuna sarılan bir anne gibi, sarıp sarmalamıştı tüm insanlığı. Bağrından çoğalarak yayılmıştı tüm dünyaya.
Tüm kutsallıkların ibadethanesidir dağlar. Toros-Zagros silsilesi de Kürt’ün ilk mabedi, ilk sevdasıdır. Yaşam verir, verdiği kadar da alırdı. Bu yüzden hem sevilen hem korkulandı. Oysa bilinirdi “vermek de almak da dağlara özgüdür” yaşamın diyalektiği, havalı kavramlar kullanılmadan en saf haliyle yaşanırdı. Kavramlar, kaybedilenin hatırasını toparlayan bir sonradan görmedir aslında. Her kayıp, bir “ad koymadır” sonrası için. İşte böyle adı konmamış zamanlarda, dağlar ile başlayan bir serüvendir Kürdün sevdası.
“Kur” kelimesi Sümer dilinde “dağ halkı” anlamına gelir. Kuzey Mezopotamya’dır aslında işaret edilen yer. Bilinen tüm hikayelerin başlangıcıdır “kur”. Dağların heybetinden nasibini alan duygular ile fısıldarlar ilk ilahi kelimeleri: “Nin-kur- sag” yani dağ tanrıçası…
Güç ile fiziğin anlamsız birliğini aşan bir anlam ile dağların zirvelerinde anılır olmuştu bu isim. Bir kadın bedeni gibi, gizemli, bilinmez ama bir o kadar da güven vericiydi dağlar. Bu mekanlara en çok onun adı yakışırdı. Tıpkı yaşamın en fazla onun adıyla anılması gibi. Onsuz bir yaşam mümkün değildi. Dağlar yoksa yaşam da yoktu!
Zigguratlar, bir dağ özlemin inşasıdır. Her mabet, her kubbe bir dağın yapay halidir. Ona benzeme, ona ulaşma amacı taşır. Ziguratlar, pramitler, kuleler vs. hepsi bir kıskançlığın ifadesi misali yükselir uygarlığın amansız meydanlarında. Ona ulaşmak, onun gibi olmak isterler ova sahipleri. İçlerinde hala atmadıkları bir özlemle yapay bir heybet oluşturmaya çalışırlar. Bu heybet ile korku salarlar insanların yüreğine. Geriye kalan ise artık bir karanlıktan ibaret olur.
“Kur” lanetlenir, özlemin yerini kıskançlık alınca. “Karanlıktır”, “bilinmezdir”, “ölüler diyarı”, “şeytandır” onlara göre. Dağ ve ovanın amansız savaşı başlar bundan sonra. Oysa ova, dağdan kopan bir parça kayadır vakti zamanında. Kendini kaybetmesiyle unutur ana diyarını. Unuttuğu, unutturmaya çalışır. Ne kadar korku üreten sıfat varsa yapıştırır dağlara. Herkes bilsin, korksun, iğrensin ve yok etsin ister. O yok olmasa kendi yok olacaktır. Bu düşüncenin sarsıntısı ile kellelerden surlar yapacaklar bir süre sonra. Nin-kur-sag’ın bağrından koparmaya çalışır evlatlarını. En güçlü savaşçılarını, en üstün yeteneklileri salar “ölüler diyarına” ama nafile. Dağlar, “ölümsüzlerin diyarı” olmuştur artık.
İşte tam da bu yüzden tüm kitapları tersten okumalı bazen…
Tarih dağların çocuklarının mücadelesi ile şekillenir. Ovada geçen rahat bir uyku yoktur. Çünkü gecedir dağlar. Geceler karanlıktır, bu yüzden ölüm sessizliği ile anılır hep. Gözle görünmez, elle tutulmaz hayaletlerdir! Spartanın 301’ine karşı dağ “ölümsüzleri”, Anabasis’in on binlerinin yüreğine korku salan işte bu sessiz savaşçılardır! Ve daha niceleri.
Böyle bir sevda ile başlar hikaye. Kim koparmaya çalışmışsa kendi yok olmuş, bitirememiş içimizdeki bu sevdayı. Koptuğumuz anda da, ne vakit zalimin zulmüne başkaldırsak yine yönümüzü döndüğümüz kıbledir dağlar. Salt bir mekan, bir coğrafya değildir. Yaşamın dili, ruhu ve felsefesidir. Maddenin kendini aşması ve artık yaşamın içerisinde süzülmesidir. Fiziktir, kimyadır, biyolojidir, edebiyattır. Hepsinin toplamı: evrenin küçücük bir maddede anlama kavuşması ve dile gelmesidir. Belki de dağlar, evrenin edebi yanıdır kim bilir. Bir şiirin somutlaşmış hali. Bir direniş destanı, bir ağıt veyahut bir devrim türküsü…
Coğrafya kaderdir demişti İbn-i Haldun. Kürdün kaderi hep dağ olmuştur. Değil ki sadece savaşmak için, büyük çoğunluğu yaşamak için. Yaşam, dağdır kürdün dilinde. Çünkü dağ özgürlüktür. Varolmak, bir dağın zirvesinde tanrısallığı keşfetmek gibidir. Ellerini uzattığı an, güneşe ve aya dokunmaya ramak kalmanın verdiği heyecan, yıldız yağmurlarının senfonisinin yarattığı o muhteşem sonsuzluk duygusu. Bu yüzden ilk kez buralarda sorular sorulur. İlk anlam buralarda yaratılır. İbn-i Haldun’un kader dediği şeyi kendi elleri ile kurar ve yaşar. Kürdün kaderi, coğrafyanın ötesinde, doğanın her bir zerresine yüklediği anlam ile yazılır. Dil olur akar, duygu olur taşar, öfke olur patlar. Dağ gibi yüceliklere doğru yol olur. İsyankar bir aşık olur.
Kürdün aşkı da isyanı da büyüktür bu yüzden. Öfkesi korkutur ama öyle bir aşık olur ki dillere destan olur, hayranlık uyandırır. Yaşamı boyunca dağları mesken tutmak bir özgürlük aşkıdır. Dağ, aşk olur, aşk özgürlük olur.