Özellikle o dönem Mardin bölgesinde görev yapan komutan Musa Çitil’in görevli olduğu alanda, çok sayıda kadına cinsel işkence uygulandı. Bazı kadınlar, yaşadıkları işkenceyi açıkladılar, suç duyuruları yaptılar. Ama bu kadar yıl çalıştığımız bu alanda, bir kez bile bir asker ya da polis, kadına karşı uyguladığı cinsel işkence nedeniyle ceza almadı. Bu konuda büyük bir cezasızlık söz konusu
1997 yılından bu yana, devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye maruz kalan kadın ve trans kadınlara, ücretsiz avukatlık hizmeti vermekteyiz. Bugüne kadar 1000’den fazla kadın, yaşadığı cinsel işkence nedeniyle ofisimize başvuru yaptı. Biz bu çalışmaya başladığımızda, Türk Ceza Kanunu’nda kadının yeri yoktu. O tarihlerde Türk Ceza Kanunu’nda kadına yönelik şiddeti belirleyen bölümün başlığı “genel ahlak ve aileye karşı cürümler” idi. Yani yasa kadını ahlakın ve ailenin bir unsuru olarak görüyordu. Örneğin, “cinsel taciz” diye bir suç tanımı yoktu. Tecavüz suçunun tanımı son derece yetersizdi. Bekâret kontrolü fütursuzca, evli kadınlara dahi işkence olsun diye uygulanıyordu.
Biz çalışmaya başladığımızda, önce bize Kürt kadınlar başvuruda bulundu. O tarihlerde MED TV, Kürdistan’da yaşayan insanlara yönelik yayınlar yapıyordu. Bizim, o yayınlarda şiddete maruz kalan kadınlara çağrı yapmamız üzerine, çok sayıda kadın bize başvurmaya başladı.
Aslında biz, cinsel işkencenin bir savaş politikası olduğunu da biliyoruz. Dünyanın her yerinde yaşanan savaşlarda cinsel işkence, karşı tarafa zarar vermek üzere, kadın kimliği üzerinden dayatılan bir işkence yöntemi, bunu da biliyorduk. O tarihlerde insan hakları savunucuları olarak Kürdistan’a her gidişimizde çok sayıda kadın bizi kenara çekip “bize askerler, polisler çok kötü şeyler yapıyor” derlerdi. O çok kötü şeyin ne olduğu, hiçbir zaman söylenmezdi. Ama biz bilirdik, bu kötü şeyin ne olduğunu. Özellikle o dönem Mardin bölgesinde görev yapan komutan Musa Çitil’in görevli olduğu alanda, çok sayıda kadına cinsel işkence uygulandı. Bazı kadınlar, yaşadıkları işkenceyi açıkladılar, suç duyuruları yaptılar. Ama bu kadar yıl çalıştığımız bu alanda, bir kez bile bir asker ya da polis, kadına karşı uyguladığı cinsel işkence nedeniyle ceza almadı. Bu konuda büyük bir cezasızlık söz konusu.
2004 yılında, kadın hareketinin taleplerinin yükselmesi ve o dönem AKP’nin daha Avrupa Birlikçi bir siyaset izlemesinin de etkisiyle Türk Ceza Kanunu’nda önemli değişiklikler yapıldı. Örneğin, kadına yönelik cinsel saldırı, suç tanımı ve bölüm başlığı olarak yasalara girdi. Tecavüz suçunun tanımı genişledi. Cinsel taciz bir suç olarak tanımlandı. Bekâret kontrolü kadının onayına, hakîmin iznine bağlandı. Bunlar tabii ki önemli gelişmelerdi.
Ardından İstanbul Sözleşmesi geldi. İstanbul Sözleşmesi, bizim coğrafyamızda, Kürdistan’da bir kadının verdiği mücadele sonrasında ortaya çıkmış bir sözleşme. Diyarbakır’da kocası tarafından kendisi ağır yaralanan, annesi ise katledilen Nahide Opuz davasında iç hukukta yeterli ceza alınmayınca, Nahide Opuz avukatı Meral Danış Beştaş aracılığıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi, Nahide Opuz’u aile içi şiddete karşı koruyamadığı için mahkûm etti. Bu karar üzerine Avrupa Konseyi, bütün üye devletlere kadınları şiddete karşı koruyacak özel bir sözleşme yapılması için çağrıda bulundu. İşte İstanbul Sözleşmesi bu çağrı sonrasında, kadın hukukçuların büyük katılımıyla hazırlanmış bir sözleşme. İstanbul’da imzaya açıldığı için de adı İstanbul Sözleşmesi.
İstanbul Sözleşmesi, kadınları şiddete karşı koruma amaçlı hazırlanmış en önemli sözleşmeydi ve bu sözleşmenin çok önemli bir maddesi vardı ve şöyleydi:
“Hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir ahlak anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi yapılamaz.”
İşte, bizim coğrafyamızda kadına yönelik şiddetin temel nedeni olan ahlak anlayışı, erkek egemen örf ve adetler, şiddetin gerekçesi oluyordu. İstanbul Sözleşmesi, tamamen bu ahlak anlayışına karşı düzenlenmiş bir sözleşmeydi.
AKP’nin iktidar ortaklarının değişmesi, derin devlet ve ırkçı milliyetçi MHP ile yaptığı işbirliği, tarikatlarla girdiği ilişkiler sonucunda onların istediği oldu. Bu anlayışa sahip erkeklerin taleplerine kulak veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tek bir imzayla bu sözleşmeden geri çekildi.
Tabii ki bu coğrafyada kadın hareketi ve Kürt kadın hareketi, ayrıca LGBTİ+ hareketi çok güçlü ve biat etmeyen hareketler. Bu nedenle Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ndeki imzanın geri çekilmesi, bizim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Tabii ki elimizden büyük bir gücümüz alındı ama bu sözleşmenin geri getirilmesinde, son derece kararlıyız.
Yaşadığımız coğrafyada, işkence ve cinsel işkence bir devlet politikası. Maalesef ki faillerin devlet güçlerinden biri olması durumunda, büyük bir cezasızlık söz konusu.
Yine cinsel işkencenin belgelenmesinde de çok büyük sorunlar yaşıyoruz. Şöyle ki bir kadın eğer cinsel saldırıya, tecavüz işkencesine maruz kaldıysa ilk 7 ile 10 gün içinde fiziksel raporun alınması gerekiyor. Bu durumda söz konusu şiddeti yaşayan kadınlar zaten hemen açıklama yapamıyorlar. Çünkü kendilerini yalnız, güvensiz hissediyorlar, korkuyorlar, çekiniyorlar. Bu nedenle de birçok kadın yaşadığı cinsel işkenceyi bazen bir hayat boyu açıklayamıyor. Bazı kadınlar ise belli bir süre geçtikten sonra açıklayabiliyorlar. O nedenle fiziksel işkencenin tespiti son derece güçleşiyor. Geriye bir tek yol kalıyor, psikolojik rapor. Yani cinsel saldırıya uğrayan bir kadının, yaşadığı işkencenin psikolojik anlamda belirlenmesi. Bunun için de belirli kurumlar var ama maalesef ki Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı işkencenin belgelenmesinde Adli Tıp Kurumu’nun raporlarını delil olarak kabul ediyor. Bu çok önemli bir sorun çünkü Adli Tıp Kurumu da bir devlet kurumu. Siyasi iradeye tümüyle bağlı. Bu nedenle de işkencenin belirlenmesinde yeterli raporlar, Adli Tıp Kurumu tarafından verilmiyor. İşkence nedeniyle yapılmış suç duyuruları, maalesef ki çok büyük bir çoğunlukla sonuçsuz kalıyor.
Yargı yoluna başvuran kadınlar, iç hukuk yolları tükendikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapıyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de gelinen dönemde eskiden verdiği ve iyi olarak nitelenebilecek kararları maalesef artık vermiyor. Çoğunlukla teknik bir bakış açısına sahip Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. O nedenle de uluslararası hukuka da şikâyetlerimiz var.
Bu yazının yazıldığı gün 3 Mayıs yani Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Maalesef ki Kürt kadın gazeteciler, yine gözaltına alındılar, gözaltında ve götürüldükleri cezaevinde cinsel işkenceye maruz kaldılar. Örneğin Esra Solin.
Esra Solin, tutuklanarak götürüldüğü Bakırköy Cezaevinde çıplak aramaya maruz bırakıldı. Bu Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelere tamamen aykırı. Yine Adli Tıp Kurumu’nun verdiği raporlarla cezaevinde kalmaya devam eden çok sayıda mahpus var. Hatice Yıldız ve Makbule Özer bu mahpuslardan en bilinenleri. Çünkü ikisi de yaşlı ve hasta. Maalesef ki onlar da savaş mağdurları ve devletin bu konuda son derece yaygın cezasızlık politikasının mağdurları kendileri. İlerleyen yaşlarına ve hastalıklarına rağmen maalesef ki Adli Tıp Kurumu’nun Tıp etiğinden yoksun kararlarıyla, raporlarıyla cezaevinde kalmaya devam ediyorlar.
Bir savaş politikası olarak devlet kaynaklı cinsel şiddet, yaşanan tüm savaşlarda bir politika olarak uygulanmış. Örneğin 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda milyonlarca kadın, cinsel işkenceye maruz kalmış. Ancak savaşlardan sonra kurulan Tokyo ve Nuremberg mahkemelerinde maalesef ki kadına yönelik şiddet bir savaş suçu olarak değerlendirilmemiş. Ancak kadın hareketi vazgeçmemiş ve Bosna ve Ruanda çatışmalarının ardından kadınların mücadelesi sonucunda kadına yönelik şiddet artık bir savaş suçu olarak değerlendiriliyor.
Kadın hareketi biat etmeyen bir hareket. Devletin her alandaki bam teline basıyor adeta. Bu nedenle de kendisini güçlü hissediyor, vazgeçmiyor. İşte, tam da bu nedenle İstanbul Sözleşmesi de geri gelecek, inanıyoruz.