Yapmamız gereken bu rejimi de bu rejimin “kutsal” ailesini de dipten doruğa parçalamak için mücadeleye asılmaktır, bütün bunları değiştirmenin başka yolu yoktur
Ani bir frenle düşmemek için ucuz ve sert plastikten yapılmış şeride asıldı, diğer elini karnının üzerine sıkı sıkıya bastırmıştı. Bebeğe dokundu, onun gelecek olmasının heyecanını ve mutluluğunu bir kez daha yaşadı. Aynı anda, “ya o da bu sistemin dişlilerinden biri olursa” kaygısı depreşti yeniden.
Doğumdan sonra bebeği için de başlayacak o rutin akış canlandı gözünün önünde: Doğum, aile, okul, evlilik, çocuk… zincir her bebek gibi onun açısından da böyle akıp gidecekti. Fakat kritik soru şuydu: O da hayatla kurduğu ilişkide yüz yıllardır sürüp gelen akıntıya mı kapılıp gidecekti yoksa insana saygı, emeğe saygı, aşk, sevgi, aile… konularında sistemin dayattıklarına boyun eğmeyen farklı bir kişilik sahibi mi olacaktı?!. Kız ya da erkek olsun fark etmez, bu sistemde her çocuğu bekleyen belirleyici ikilem buydu.
Narin de o çocuklardan biriydi işte… ‘İştirak halinde çocuğa karşı kasten öldürme’ suçlaması: Narin’in -biri annesi biri abisi olmak üzere- “ailesi”nden dört kişiye yüklenen suç budur. Sürecin nasıl aktığı, cinayetin kim/kimler tarafından işlendiği net olarak ortaya çıkmasa da nasıl zehirli bir toplumsal iklimde, her şeyin başı ilan edilen “aile”nin çürümüş “yuva”sında nasıl sıradanlaşarak yaşandığı, saçtığı pis kokularla ortaya çıkıyor.
Yeni mi yaşanıyor peki bunlar? Ne gezer, ortaya saçılanlar, bütün taciz, tecavüz ve cinayetler, pisliklerin halının altına süpürülmesini, kırılan kolun yen içinde kalmasını zorlaştırdı. Çocuk istismarının dehşet verici boyutlarını görünür kıldı. “Bu kadar da olmaz” denilen her şeyin “aile” cehenneminde nasıl görmezden gelinerek suskunlukla geçiştirildiğini gözler önüne serdi. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, cinayetleri, istismarları sorgulayanları “aile kurumumuzu hedef alıyorlar, izin vermeyeceğiz” diye istediği kadar tehdit edip dursun!..
Narin Güran’ın ölümünün -nicelerinin kaybolması ya da öldürülmesi-, aile kurumunun çocuklar ve kadınlar için iddia edildiği gibi güvenli bir alan olmadığının, insanlığın çürütülmesine paralel biçimde akıl almaz hayasızlıkların, şiddet ve istismarın yuvası haline geldiğinin bundan ala yanıtı olur mu?
Son yıllarda gerçek sayıları yayınlamayı kaldırdılar fakat İçişleri Bakanlığı verilerinden öğrendiğimiz kadarıyla son 10 yılda 105 bin çocuk kayboldu. Bu, yılda 10 bin çocuk demektir. Son 6 ayda 343 çocuk önlenebilir sebeplerle hayatını kaybetti, bu da günde 1 çocuk anlamına geliyor.
“Senin iyiliğin için”…
“Kutsallık” atfedilen aile molozlar altında kalmıştır, hiçbir parlatıcı bu pisliği gideremez.
Çocuklara yönelik istismar, cinsel istismar ve şiddetin yüzde 80’i aileden biri tarafından gerçekleştiriliyor. Ensest diz boyu, babalar, dedeler, amcalar, dayılar, abiler… liste uzayıp gidiyor. Fakat ensest vakaların ancak binde 1’i ortaya çıkıyor. Üstelik istismarcıların yüzde 9’u çocukla aynı evde yaşıyor, kolay kolay ortaya çıkmıyor bu ahlaki çürüme. Çocuk çaresiz, yetişkinler aileyi korumak adına pisliği örtmekle meşgul.
Henüz okul yaşındaki kız çocukları için “9 yaşında evlendirilebilir” deniyorsa cinsel suçların yüzde 46’sının çocuklara karşı işlenmesine hiç şaşırmamak gerekiyor. Kadının ve çocuğun nesne, esas olarak da haz nesnesi olduğu bu topraklarda “çocuk gelin”ler de yadırganmıyor, çocuk tecavüzlerinin sadece yüzde 5’inin ortaya çıkması da…
Elbette cezasızlık durağına gelene kadar epey yol kat etmek gerekiyor. 66 bin çocuğa yönelik cinsel istismar soruşturması savcılara gidiyor ve bunlardan sadece 14 bini davaya dönüşüyor! 2016’da Adli Tıp’a gelen çocuk cinsel istismar vaka sayısı 40 bin. Bunun sadece 13 bini ceza alıyor, geri kalanı beraat ediyor. Çocuklar açısından çaresizlikle sırtlanılan bu acılar intiharlarla kendini kusuyor. Son 2 yılda çocuk intiharlarının yüzde 40 oranında arttığını öğreniyoruz. İntihar eden çocukların çoğu kız çocukları. Son 6 ayda intihar eden çocuk sayısı otuz iki!
Tıpkı devletin, “sizin iyiliğiniz için” demesi gibi aileler de çocuklarına “senin iyiliğin için” diyor. Sistem devletin iyiliği için öldürüyor, aileler çocukların iyiliği için vazgeçiyor onlardan!..
Aile: Özel mülkiyetin temel hücresi
Kapitalizm, çıkarları temelinde biçimlendirdiği ve toplumsal ilişkiler sistemini, yeniden üretimin temel alanı olan “aile” üzerinden kurmaktadır. Sistemin 2008 sonrası derinleşen çok yönlü ve katmanlı krizinden bütün toplumsal ilişkiler gibi aile ve elbette kadınlar da etkileniyor. Bir yandan kadınların taşımaya mecbur bırakıldıkları yük ve sorumluluklar ağırlaşırken öte yandan kadınları tutsak alan geleneksel anlayış ve değer yargıları da sarsıntıya uğruyor. Hayatlarında, toplumsal ilişkilerinde, geleceğe bakışlarında hemen her şey yerinden oynuyor. Eskinin biat eden, yaşadığı bütün haksızlıkları, adaletsizlikleri, işkenceleri sineye çeken kadınları -genellikle- yok artık. Kadınlar, başta eşitsizlikler olmak üzere sistemin kendilerini boğan tüm gerici değerler sistemini sorguluyorlar. Yalnız unutulmaması gereken, toplumsal gücün büyük bölümünün -iktidar- hala erkeklerin elinde olduğu gerçeğidir.
Kadın ve çocuk katillerinin sayısı neden bu denli hızlı artıyor? Çünkü bir taraftan çökmekte olan “kutsal” aile kurumu içinde erkekliklerinin iktidarı sarsılıyor, diğer yandan toplumsal değerlerdeki genel aşınma/çürüme patriyarkanın feodal gurur anlayışı, sefaletin ve çıkışsızlığın derinleşmesi, gelecek umudunun büsbütün ortadan kalkışı onları farklı bir cenderenin içine sürüklüyor. Çıkışı eski eşlerine ya da sevgililerine şiddet uygulamakta buluyor, onları -ve kimi zaman çocuklarını da- katletmekten başka çare göremiyorlar.
Yani mesele erkeklerin çok kötü varlıklar olmaları değil, yalnızca erkek/baba tahakkümünün bir sonucu değildir yaşadıklarımız. Sistemde erkeklerin-erkek egemenliğinin oynadığı rolün vazgeçilmez olduğuna, konfor alanlarını yitirmemeleri için “yapıp etmeleri” gerekenler doğrultusunda onları ikna etmek, erkek egemen iktidarı her vesileyle güncellemektir. Dünya bu denli hızlı değişirken bir şeylerin aynı kalmasını beklemek ise büyük aymazlıktır.
Lenin’in “kadının içinden çekilip çıkarılması gereken bir ahmaklık alanı” olarak tanımladığı aile günümüzde tel tel dökülmektedir. Artık bir moloz yığını halindedir. Metalaştırılan kadın ve çocukların, olağanlaştırılan taciz ve tecavüzün soluk alıp verdiği, çoğu bireyin de ya gözlerini kaçırdığı ya da tepkisiz kaldığı yerdir aile mekanı. Dolayısıyla yapmamız gereken bu rejimi de bu rejimin “kutsal” ailesini de dipten doruğa parçalamak için mücadeleye asılmaktır, bütün bunları değiştirmenin başka yolu yoktur!
Eskiden…
Devrimcileşmeye, mücadeleye katılmaya yöneldiğimizde ailelerimiz bize ne yapardı? Sistemin işleyişini de devletin acımasız gücünü de gayet iyi bilen aileler çeşitli yöntemlerle bizi bu “sevda”dan vazgeçirmeye çalıştılar. Dil dökmenin enva-i çeşidi de devreye sokulurdu bu ikna faaliyetleri sırasında, zorbalıklar da… Odalarına kilitlenen arkadaşlarımız da oldu, giysileri, ayakkabıları saklananlar da… Şiddetin çeşitlerini saymıyorum bile. Kimi yoldaşlarımız devletten korkmadıkları ölçüde ailelerinden korkarlardı. Değil mi ki her şey bizim “iyiliğimiz için”di o halde her şey mübahtı. En büyük suçumuz kurulu düzene karşı çıkmaktı.
Ona hangi misyonu biçersek biçelim “aile” kavramı ve kapsama alanı, genlere öylesine işlemiş bir olgu ki, sanıyorum ölene kadar insanın peşini bırakmıyor. Başımız sıkıştığında “aile”mize koşmaya, yardım talep etmeye alıştırılmışız. Zaman zaman unuttuğumuz şey, bu alışkanlığın bir bedelinin de olduğu…
O yüzden “kayıtsız koşulsuz” aileye teslim olmamak çok önemli, bu konuda da asıl iş yine kadınlara düşüyor.
Comments 1