Elma kokusuyla gelen ölüm, 7 bin insanın hayatını alırken, 15 bin kişinin de ağır yaralanmasına sebep oldu. Geride, hâlâ göz, solunum ve deri hastalıklarıyla mücadele eden bir Halepçe kaldı
20. yüzyıl, büyük devrimlere sahne olduğu gibi, Orta Doğu halklarına soykırımla sonuçlanan pek çok kıyımı da yaşatmıştır. Orta Doğu sarmalında savaşların yol açtığı trajediler, aynı zamanda devrimlerin ideolojik argümanlarını da güçlendirmiştir. Bu açıdan, anlam ve anlamsızlık arasında geçen 20. yüzyıl, halkların belleğinde derin izler bırakmıştır. Zamanın hükümdarları ve despotları, bilimi silah teknolojilerine yatırım yaparak kendi iktidarlarını pekiştirdiler. O dönemlerden geçtik ve belki de hâlâ tam anlamıyla geçemedik. İşgal savaşlarıyla birlikte ırkçılık, faşizm, cinsiyetçilik ve milliyetçilik, kitlesel kıyımlara yol açan ideolojik araçlar hâline geldi. Ancak tüm bu yaşananlar, tarih sayfalarındaki yerlerini almak dışında gerçek bir hesaplaşmaya uğramadı. Despotların iş birliğiyle gerçekleştirilen soykırımlar, 20. yüzyılda sistematik kıyım programlarına dönüştü. Büyük paylaşım savaşları, sınırların keskinleştirilmesi, demografik yapının değiştirilmesi ve toplumların ortadan kaldırılması bu süreçlerin birer parçasıydı. Bu savaşlar, nükleer silahların ve kimyasal gazların kullanımını meşru gören bir anlayışla yürütüldü. Bu politikaların günümüze kadar uzanan etkilerini görmek mümkündür. Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe bu trajedilerin en bariz örneklerindendir. Ayrıca, dünyanın sessizlik duvarlarına çarpan Serêkaniyê ve diğer alanlarda kullanılan kimyasal silah ve gazlara da şahit olduk. Bunların tamamı, insanlık trajedisi olarak dünya tarihindeki yerini almış ya da alması gereken olaylardır.
Orta Doğu Denklemi ve Denklemin Dışında Kalanlar
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, İngiltere öncülüğünde kapitalist ve emperyalist sistem, Orta Doğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda bir denklemde şekillendirdi. Bölgede geliştirilen ulus devletlerle sorunlar sürekli canlı tutulacak, istikrarsızlık devamlı hüküm sürerek toplumun demokratik yapısı içten içe çökertilecekti. Kürtler başta olmak üzere bir çok ulus, birçok farklı inanç topluluğu ve kadınlar bu yeni denklemin dışında bırakıldı. Buna göre de Orta Doğu’daki sorunlar bölge devletleri arasında paylaştırılarak her devlette zayıflık yaratacak bir mekanizma oluşturuluyordu.
Özellikle Kürtler, dört parçaya bölünerek dört devlet arasında paylaştırıldı ve sürekli soykırım tehdidi altında tutuldu. Kürdistan, Kürtlere rağmen uluslararası bir sömürge statüsüne alınarak egemen güçlerin çıkarları uğruna savaş alanına dönüştürüldü. Böylece, yüzyılın yol haritası masa başında cetvellerle çizilen sınırlar, ulus devletlerin inşası ve İsrail Devleti’nin kuruluş hazırlıklarıyla günümüze kadar geldi.
İran-Irak Savaşı
1979’da İran’da, büyük kitlelerin katılımıyla bir İslam Devrimi gerçekleşti. Her ne kadar adı devrim olsa da gerçekte, devrim görünümlü yeni bir despotik sistemin inşasından başka bir şey değildi. İran, etrafına demokrasi ve devrim oyunları oynarken, aslında yeni bir ideolojik egemenliği Orta Doğu’ya dayatma ve kabul ettirme sürecine girdi. Ne ilginçtir ki bugün Suriye’de, cihadist HTŞ gruplarının devrim adı altında kısa sürede Şam’ı ele geçirme girişimiyle, 1979 İran Devrimi arasında birçok benzerlik bulunmaktadır. Dönemin İran’ında Humeyni, neredeyse aynı argümanları kullanarak İran devletini ele geçirmişti.
İran’da Humeyni öncülüğünde gerçekleşen İslam Devrimi, aslında üç bin yıllık İranî geleneğin yeniden canlanışını temsil ediyordu. Devrim, tarihsel yayılma alanlarını temel alarak genişlemeye çalıştı ve her yere ulaşmayı hedefledi. Asıl amacı, Orta Doğu pastasını elinde tutan dış güçlere ortak olmaktı. O dönemde İran, ABD ve Batılı güçler tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik bir kale olarak görülüyordu. Ancak Humeyni’nin İran’ı ele geçirmesi, bölgedeki dengeleri kökten değiştirdi. Bu durum, aynı zamanda Orta Doğu’nun kaosa sürüklendiği yeni bir dönemin başlangıcına kapıları aralıyordu.
Dönemin temel politikası, İran’ı uzun sürecek bir savaşa sürükleyerek yıpratmak ve İslam dünyasında derin çatlaklar yaratmaktı. Bu plan için, Orta Doğu’nun hükümdarlığına oynayan Saddam Hüseyin biçilmiş kaftandı. Batılı güçler, bunun karşılığında Saddam rejimine maddi, teknik ve diplomatik destek sağladı. Bu desteğin içinde, kimyasal silah ve gaz üretimi için gerekli tüm teknik altyapının sağlanması da bulunuyordu. Böylece, İsrail’in Orta Doğu’da güçlü bir devlet olarak konumunu pekiştirmesi için uygun bir zemin hazırlanıyordu.
Bir diğer etken ise 1975’te imzalanan Cezayir Anlaşması’ydı. Bu anlaşma ile Kürt direnişini bastırmak için İran’a sınırda toprak veren Saddam Hüseyin, 1979’daki rejim değişikliğinin ardından bu toprakları geri almak amacıyla İran’a savaş ilan etti. Sonuç olarak, uzun yıllar süren halkın savaşı olmayan yıkıcı İran-Irak savaşı patlak verdi.
İran ise hem içerde hem de dışarda kendine güçlü destekler oluşturmaya çalışıyordu. Humeyni rejimini kabul eden Rojhilat Kürtleri, bir süre barış içinde yaşadı. Ancak Humeyni, iktidarını tamamen pekiştirdikten sonra gerçek yüzünü başta Kürtler olmak üzere tüm İran toplumuna gösterdi. Aynı zamanda Rojhilat Kürtlerine yönelik saldırılar düzenleyerek Kürtlere karşı sert bir politika izleyeceğini açıkça ortaya koydu. Buna rağmen İran, Güney Kürdistan’daki, Kürtlerle ittifak ve dostane ilişkilerini sürdürdü. Humeyni yönetimi, Irak’taki Kürtleri zaman zaman birbirine karşı çatışır hâle getirirken, kimi zaman da devrimci Kürt hareketlerini bastırmak için kullandı. İran-Irak Savaşı sırasında Güney Kürdistan’daki Kürtler İran’ın yanında duran bir politika izledi.
Sonuç olarak, on yıl süren savaşta milyonlarca insan yaşamını yitirdi, milyonlarcası ise yaralandı ve sakat kaldı. Savaşın yıllarca sürmesi, tam da emperyalist güçlerin planladığı gibi gerçekleşti. Her iki taraf da yıkımdan başka hiçbir şey elde edemedi. Bu savaşın tek kazananı, kullanılan silahların Batılı silah tüccarlarına sağladığı büyük kazanç oldu.
Soykırımın Pençesine Atılan Kürtler
Savaş zamanları, zalimlerin iktidarlarını pekiştirmek ve kendi çıkarlarını fırsata çevirmek istedikleri süreçlerdir. Normal koşullarda olağan yöntemlerle bastıramadıkları direnişleri, kendi yasalarını dahi hiçe sayarak; tehcir, etnik temizlik ve soykırım gibi insanlık dışı yöntemlerle yok etmeye çalıştıkları dönemlerdir. Irak devletinin Halepçe ve Enfal katliamları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Kürtler için öngörülen, sürekli soykırım kıskacında tutulmalarıydı. Her direniş veya başkaldırı durumunda kıskaç sıkıştırılacak ve Kürtler geri adım atmaya zorlanacaktı. Halepçe ve Enfal katliamları, Federe Kürdistan’da yaşayan Kürtlerin irada olmalarını bastırmak ve aynı zamanda Orta Doğu’nun direniş geleneğini canlandırmaya çalışan, PKK önderliğindeki Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezmek amacıyla gerçekleştirilen katliamlardı.
Enfal adıyla yürütülen ve zamana yayılan katliam, 1986’dan 1988’e kadar sürmüştür. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre bu süreçte 182 bin Kürt katledilmiş, köylerin %90’ı tahrip edilerek boşaltılmıştır. On binlerce Kürt kadını Arap kentlerine kaçırılmış, pazarlarda satılmış, yıllarca zindanlarda işkence ve tecavüze maruz kalmış, binlercesi ise katledilerek toplu mezarlara gömülmüştür.
Sana Ait Olmayan Savaşın Sınırında Katledilmek
İran ve Irak sınırında, savaş her adım attığı yerde derin bir acı ve öfke bırakıyordu. Sınırları boydan boya Kürt nüfusuna ait olan coğrafya, uzun yıllar boyunca İran-Irak Savaşı’nın gölgesinde ya korkarak yaşadı, ya direndi, ya da kendini yalnız hissetti. Fillerin savaşında ezilen çimler gibi oldular. Kendi topraklarında korunmasız bir şekilde yaşamalarının derin psikolojik travmalarını yaşayarak bugüne kadar geldiler. Geçen zamanın acılarına dokunmak gerekir. İnsanlık açısından Halepçe katliamını doğru bir şekilde anlamak önemlidir. 16 Mart 1988’de gerçekleşen Halepçe katliamı, Kürtlerin yaşadığı en büyük soykırım oldu. O gün, Halepçe semalarında Sovyet yapımı uçaklar beş saat boyunca dalışlar yaparak, insanlık tarihinin kara lekelerinden biri olan kimyasal gazlarla bombardıman gerçekleştirdi. Kimyasal gazların etrafa yaydığı elma kokusu, Halepçe halkını ölümle tuzağa düşürür gibiydi. Elma kokusuyla gelen ölüm, 7 bin insanın hayatını alırken, 15 bin kişinin de ağır yaralanmasına sebep oldu. Geride, hâlâ göz, solunum ve deri hastalıklarıyla mücadele eden bir Halepçe kaldı.
Halepçe, iki büyük paylaşım savaşının ve sonuçlarının ışığında ele alınmadan anlaşılamaz. Her iki tarafta, insanlık karşında suçlarını yarıştırıyor ve aynı zamanda ortak paydalarda çıkar da sağlayabiliyorlardı. Halepçe katliamı, İran’ın Irak’ı alt etmesi üzerinden kozlarını paylaşacağı bir alana dönüştü. İran, özellikle Irak’ı uluslararası alanda daha da izole etmek için Halepçe’de gerçekleşen katliamın fotoğraf ve görüntülerini yayımlayarak dünyayı bilgilendirmeye çalıştı. Ancak bu, insanlık adına değil, Irak’a karşı süregeldiği savaşta kullandığı bir propaganda aracı olarak yapıldı. Yaşananlar ajanslara ulaştığında ise dünya, Saddam’a karşı hiçbir adım atmadı; hatta bazı yönlerden ona gizlice destek verdi.
Halepçe Katliamından Kısa Bir Hikaye
Halepçe, Şerezor Ovası’nın uzayıp giden güzelliğine, Hawraman Dağları’nın heybetine ve Kakailer’in inançlarından toprağa sinmiş zamanın anlam gücünde demlenmiş bir Kürt şehri. Sirvan Nehri’nin kıyısında, Rojhilat’ın ihtişamına yaslanan bu şehir, hâlâ kanayan yaralarını sarıyor. Kabuk bağlamamış yaralar, dokunduğun anda kanamaya başlıyor.
Halepçe’ye yolumun düştüğü bir zaman aralığında, katliamın izlerini görmek için kendimi sokaklara vurdum. Şehrin sembolü hâline gelen Ape Ömer’in, küçük bebeğiyle birlikte düştüğü kapının önüne geldim. Kapı artık yoktu, yerine bloklardan bir duvar örülmüştü. Oradaki insanlar, buraya Ape Ömer ve oğlunun heykelinin yapılacağını söylediler. Aynı zamanda düştüğü kapının onun evi olmadığı, kendisini ve çocuğunu kurtarmaya çalışırken atılan kimyasal bombaların elma kokusuna kapılmış ve kaçamamıştı. Eşi de birkaç sokak ötede aynı tuzağa düşmüştü.
Her sokakta başka bir hikâye anlatılıyordu. İnsanlar, sözcükleri birbirine devrederek ve tamamlayarak olan biteni aktarıyorlardı. Bir sokak başında durduğumuzda, “Buradan kimse kurtulamadı” dediler. “Nasıl olur, kimse kaçamadı mı?” diye sorduğumda, “Hayır,” dediler. “Çünkü ilk bombalar buraya atıldı. İnsanlar, evlerinin vurulacağı korkusuyla dışarı fırladılar. Ancak dışarı çıkan herkes, dışarda onları bekleyen elma kokusuyla gelen elma kokusunun pususuna düşerek aldıkları ilk nefesle yere yığılarak hayatlarını kaybetti.”
Evinin kapısında oturan yaşlı bir anneye selam vererek yanına oturdum. Gözlerini uzaklara dikerek, “İyi göremiyorum ama her kimsen, hoş gelmişsin” dedi. Halepçe’nin yıl dönümüne yakın bir zamanda gitmiştim. Yaşlı kadın iç çekerek, “Bizi sadece katliamın yıl dönümünde hatırlıyorlar. Onun dışında unutulmuşuz,” dedi. O an utandım. Beni evine davet etti. Salondaki yatağına oturdu, yastığının altından çocuklarının okul çantalarını ve kıyafetlerini çıkardı. “Bunları yıllardır saklıyorum,” dedi. “Çocuklarım daha küçüktü, yeni okula başlamışlardı. İkisini de kimyasal saldırıda kaybettim.” O anlatırken sesi, bizde dinlerken yüreklerimiz titriyordu.
“Öğlene doğruydu. Çocuklar dışarıda oynuyordu. Büyük bir patlama sesi geldi. Sonra her yeri elma kokusu sardı. Eşim yakınımdaydı, beni aldı, dışarı çıktık. Çocuklardan birini o, diğerini ben sırtımıza aldık. Büyük olanlar yürüyerek geliyordu. Ne olduğunu tam anlayamamıştık. Ama her yer ölü bedenlerle doluydu. Yakınlardaki küçük bir tepeye doğru koşmaya başladık. Bir süre sonra genzim ve gözlerim yanmaya başladı. Eşim önümdeydi. ‘Sakın nefes alma, hızlı yürü,’ diyordu. Sırtımdaki çocuğumun nefes almakta zorlandığını hissedebiliyordum. Çok yorulmuştum, durup dinlenmek istedim. ‘Sakın ha! Oturursan ölürsün!’ dedi eşim. Yolumuza devam ettik. Bombalamanın olduğu yerden uzaklaşmıştık, sırtımda taşıdığım çocuğuma baktığımda, artık nefes almadığını gördüm. Benimle birlikte yürüyen çocuklarım ise gerimizde kalmışlardı. Onlar artık yürümüyor, nefes almıyor ve yaşamıyorlardı…” Bir anne için çocuğunu o hâlde görmek ne kadar ağırdı…
Bu, Halepçe’de yaşanmış binlerce hikâyeden sadece biriydi. O gün en çok kadınlar ve çocuklar ölümün pususuna düşmüş, kimyasal gazlarla diri diri yanmışlardı. Halepçe halkı, yaşadıklarının ağırlığını hala unutamıyor. Zaten unutmak da mümkün değil. Halepçe, insanlığın ayıbı ve Kürtlerin en derin acısı olarak hala canlıdır.
Demek ki Orta Doğu’nun istikrarsızlık denklemi içinde, uluslararası güçler tarafından herkese belirli bir rol biçilmişti. Irak’ın İran’la savaşması kadar, İran’ın da Irak’a yönelme çabaları, bu iki ülkenin asla tam anlamıyla bir araya gelmemesi için halklar arası düşmanlıkların körüklenmesine yol açıyordu. Saddam gibi piyonların görevi ise Kürtleri kimyasal silahlarla katlederek bu düşmanlığı derinleştirmekti.
Yaşananlar, kapitalist modernite güçlerinin Orta Doğu için tasarladığı “böl, parçala ve katlet” projelerinin bir parçasıydı. Her bir parçayı, sanki birbirleriyle hiçbir bağlantıları yokmuş gibi yöneten bu siyaset, milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Dikkat edilirse, Irak’a yapılan müdahaleden sonra Saddam’ın Halepçe katliamı ve Enfal katliamlarındaki rolü tam anlamıyla sorgulanmadı. Onun bu suçlardan da yargılanması beklenirken, uluslararası güçler Saddam’ı alelacele idam ederek bu katliamların arkasındaki gerçeklerin açığa çıkmasını engellediler. Böylece, kendilerinin de bu katliamlardaki sorumluluğunun üstünü örtmüş oldular. Oysa Halepçe’de kullanılan kimyasal silahların büyük bir kısmı Almanya ve Hollanda gibi batılı ülkelerden temin edilmişti. Ayrıca, bu silahların üretimi için gerekli teknik donanımı bizzat ABD, Saddam yönetimine satmıştı. Saddam’ı İran-Irak savaşına sürükleyen, Halepçe katliamını onaylayan ve destekleyen başta ABD olmak üzere dış güçlerdi. Aynı güçler, Saddam’ı Körfez Savaşı’na yönlendirerek 2003’te Irak’a müdahale edilmesi için gereken zemini hazırladılar. Saddam, efendilerinin emirlerini dinledi ve kendisine verilen tüm görevleri yerine getirdi. Ancak, hegemon güçler tarafından yaratılan yapay despotların sonu daima büyük bir yıkım ve korkunç bir ölüm şekli olmuştur. Tarih boyunca hiçbir despot lider, kahraman ya da yurtsever olarak anılmamış, aksine en ağır katliamcı sıfatlarıyla hatırlanmıştır. Saddam yalnızca bir örnektir; despot ve zalim olmanın değişmez kaderi bu.
Saddam’ın idamı, Irak’ta bir çözüm geliştiriliyormuş gibi bir algı yaratılarak gerçekleştirildi, ancak ortada bir çözüm yoktu. Irak, bugün bile en derin yapısal ve toplumsal sorunları aşabilmiş değil. Uluslararası güçler tarihe, Kürt toplumuna ve Orta Doğu toplumlarına bir kez daha ikiyüzlüce yaklaşmışlardı.
Saddam’ın, Halepçe katliamını gerçekleştirmesi için görevlendirdiği “Kimyasal Ali” lakabıyla bilinen Iraklı generalin idamı bile yıllarca ertelendi. Halepçe katliamını ve benzeri suçları doğru anlamadan, bölgede benzer trajedilerin önüne geçmek mümkün değil. Orta Doğu’nun yüz yıllık sorun sarmalı üzerine kurulu dengesi artık ömrünü tamamlamış derinleşmiş yapısal sorunlara dönüşmüştür. Bu kriz, yalnızca Irak’ın değil, neredeyse tüm Orta Doğu ülkelerinin temel açmazlarından biri olmaya devam ediyor. Halklar ise bu krizden çıkmanın çözüm yollarında arayışlarını genişletti.
Katliamdan Sonra Yapılanlar
Federe Kürdistan, bugün federe bir yapı olarak meşruiyet kazanmış olsa da, dar aile çıkarlarını aşamayan bir yönetim anlayışını sürdürüyor. Bu nedenle, halkına özgürlük, refah, bağımsız bir ekonomi, toplumsal dayanışma ve kadın haklarında gerekli gelişimi sağlayamadı. Türkiye, İran ve Irak devletlerinin yuvalandığı ve politik hesaplarını yürüttükleri bir alan konumundan kendini kurtaramadı. Ulus-devletçik olma arzusu, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi özüne karşı milliyetçiliği körükleyen bir iç politikaya dönüştürüldü. Halkın duygularına hitap eden bu siyaset, Federe Kürdistan’ı yapısal bir krizin içine sürükledi. KDP’nin yaygınlaştırdığı Selefilik ve YNK’nin benimsediği siyasal İslam anlayışı, bölgeyi toplumsal demokrasi ve kadın hakları açısından büyük bir çıkmaza soktu. Özetle, Federe Kürdistan, demokrasi sınavını geçemedi.
Aile çıkarlarını her şeyin önüne koyan bu sistem, Halepçe’nin yaralarını saramadı ve diplomatik yollarla soykırımın uluslararası alanda tanınmasını sağlayamadı. Bugün, Kürt Federasyonu bu tarihi hakikatin tanınması için ciddi bir mücadele yürütmedi. Bu yüzden Halepçe halkı, “biz sadece katliamın anma gününde hatırlanan, sorulanlar olmuşuz” diyorlar. Belki de Federe Kürdistan’ın yaşadığı acıları iyileştirmesi için öncelikle demokratikleşmeyi esas alması ve toplumu kucaklaması gerekiyor. Bunun önünde hiçbir engel yok. Aksine, bu adım atılmazsa, yeni Halepçelerin yaşanması kaçınılmaz olabilir. Kürtlerin demokrasi çağı başladı buna Federe Kürdistan Kürtleri de ortaktır.
Katliamların Durduracak Çözüm Yolu
Tarihsel olayları yalnızca trajik yönleriyle değil, çözüm politikalarıyla da değerlendirmek gerekmektedir. Mevcut politikalarda ısrar edilmesi halinde, Orta Doğu halklarının birbirleriyle çatışacağı ve yeni katliamlara kapıların aralanacağı yeni bir sürece girilmesi uzak bir ihtimal değildir. Kürtleri, Türkleri, Arapları, Şiileri ve Sünnileri, İsrail’i karşı karşıya getirmek ve yine bu yüzyılın temel sorunlarından biri olan kadın-erkek meselesini daha da derinleştirmek, sonuç olarak sadece Orta Doğu’yu değil, tüm dünyayı etkileyen mevcut sorunları daha da büyüterek yeni katliamların önünü açacaktır.
PKK Lideri Abdullah Öcalan, yeni paradigmasıyla bu kaosu aşmayı ve halklar ile kültürler arasındaki sorunların demokratik yöntemlerle çözülmesini hedeflemektedir. Mevcut politikaların yol açacağı sonuçları ön görerek Orta Doğu’da çözümün gelişmesini sağlayan paradigma ve projeyi geliştirdi. Irkçılığın, milliyetçiliğin ve cinsiyetçiliğin panzehiri olarak, Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü toplum paradigmasının gelişimi; Orta Doğu’da gerçek çözüm, halklar arasında barışın teminatı olacaktır. Her türden katliamların önüne ancak demokratik toplum, demokratik kültür ve anlayışla geçilebilir.