Tufan”, “Bora”,” Atmaca” denilen müdahale planlarından da anlaşılıyordu ki MGK’da karar altına alınan bu operasyonun hazırlığı bir yıl önceden yapılmış ve adına “dost güçler” denilen asker, polis ve özel harekatçıların, “düşman güçler” olarak tarif edilen mahpuslara karşı nasıl bir “savaş”a girişeceği ayrıntılarıyla planlanmıştı
19-22 Aralık 2000 tarihinde gerçekleşen cezaevi katliamları, Türkiye burjuvazisinin ve onun emrindeki devlet güçlerinin hapishanelerde gerçekleştirdiği en kanlı eylemlerden biri olarak tarihe geçti.
19 Aralık 2000 tarihinde, sabaha karşı siyasi mahpusların kaldığı 20 cezaevine eşzamanlı olarak düzenlenen merkezi operasyonlarda; binlerce asker, polis, bomba, mermi kullanılarak, helikopterlerle, iş makinalarıyla, duvarlar çatılar delinerek cezaevlerine girildi ve günlerce süren saldırı ve direnişin ardından, 30 mahpus yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı.
Şüphesiz ki bu saldırı, Türkiye’deki özel savaş aygıtlarının hapishanelere yönelik ilk saldırısı değildi. Katliamcı geleneğe sahip bu devlet mekanizması, daha önce de benzerlerini yaşadığımız cezaevi katliamlarını gerçekleştirmişti. Bunlardan özellikle Diyarbakır ve Ulucanlar cezaevi katliamları, 19 Aralık’ta yaşanacakların provası niteliğindeydi.
Ama ilk kez, Türkiye’deki bütün siyasi mahpuslara yönelik olarak, böylesine merkezi ve geniş kapsamlı bir saldırı gerçekleştirilmiş, yaşamını yitiren insanların sayısı düşünüldüğünde de sonuçları itibarıyla bu kadar ağır bir tablo ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, 19 Aralık katliamı devlet açısından özel bir anlam taşımaktaydı, bu operasyonla Türkiye devrimci hareketinin toptan imha ve tasfiyesi hedeflenmişti. Devletin muhalif güçlere, asıl olarak da örgütlü sol güçlere karşı ezme, yok etme amacı taşıyan bu saldırısı, aynı zamanda toplumu sindirme amaçlı bir hegemonya sağlama girişimiydi.
Bir şiddet mekanizması olarak örgütlenmiş olan devletin, kendi kontrolü altındaki, güvenliğinden ve yaşamından sorumlu olduğu insanlara karşı bu sınırsız ve ölçüsüz güç gösterisi, basit bir saldırı niteliği taşımıyordu. Nitekim yıllar sonra dava dosyalarına gönderilen ve adına “Tufan”, “Bora”,” Atmaca” denilen müdahale planlarından da anlaşılıyordu ki MGK’da karar altına alınan bu operasyonun hazırlığı bir yıl önceden yapılmış ve adına “dost güçler” denilen asker, polis ve özel harekatçıların, “düşman güçler” olarak tarif edilen mahpuslara karşı nasıl bir “savaş”a girişeceği ayrıntılarıyla planlanmıştı. Böylelikle devlet, siyasi mahpusları dört duvar arasına kapatmakla yetinmiyor; tam bir savaş terminolojisiyle hazırlanan müdahale planlarında açıkça ifade edildiği gibi “tereddütsüz ve misliyle mukabelede bulunmak” üzere, onlara ordusuyla, tankıyla, topuyla, tüfeğiyle savaş açıyordu.
Üstelik de utanmazca bir alaycılıkla, yaşanan bu vahşetin adına “Hayata Dönüş” operasyonu dediler. Koğuş sisteminden F Tipi Cezaevleri’ne geçişi protesto için başlatılan ölüm oruçlarına son vermek, hayat kurtarmak için yaptıklarını söylediler ve ölüm orucundakilerin de aralarında olduğu onlarca insanın hayatını kararttılar.Seyirlik bir gösteriymiş gibi canlı yayınlarda herkese izletilen, hepimizin tanıklık etmek zorunda kaldığı bu kanlı operasyonla ilgili sürekli yalan söylediler; mahpuslarla süren görüşmelerde çözüme yaklaşıldığını ifade ettikleri, F Tipi Cezaevleri’nin açılışını ertelediklerini anlattıkları günlerde operasyon kararı alınmış, askeri tatbikatlara başlanmıştı.
Dolayısıyla, 19 Aralık Katliamı, aynı zamanda psikolojik harekatın da başarılı biçimde yürütüldüğü operasyonlardan biriydi. Yalnızca askeri ve siyasi otoriteler değil, medya da üzerine düşen yükümlülüklerin gereğini yerine getirmek için azami gayret gösterdi. Günler öncesinden yapılan yayınlarda cezaevlerinin “terör yuvası” haline geldiği, örgütler tarafından işgal edildiği, cezaevlerine girilemediği biçimindeki çarpıtılmış, kirli haberlerle bu karanlık operasyona meşruiyet sağlandı. Toplumsal hafızaya kazınan bu vahşetle birlikte aynı zamanda bütün toplum terörize edilerek suskunluk, tepkisizlik de yaratılmaya çalışıldı.
Yaşanan katliamın ardından, bu zamana kadarki süreçte içeride ve dışarıda yaşanan bütün katliamlarda olduğu gibi siyasi ve askeri anlamda esas sorumlu konumdakilere; karar vericilerden, bu kanlı operasyonun planlamasında ve icrasında görev alanlara kadar kimseye dava açılmadı. Yine diğer bütün katliam dosyalarında görüldüğü gibi önce mağdur-müdahil konumdaki mahpuslar hakkında ‘isyan’, ‘mala zarar’ gibi suçlamalarla davalar açıldı. Yıllar sonra askerler ve infaz koruma memurları hakkında açılan göstermelik davalar ise beklendiği gibi zamanaşımından düşürüldü, asıl sorumlular ise bırakalım yargılanmayı, terfi ettirildiler, ödüllendirildiler.
Bugün itibarıyla, devam etmekte olan tek dava dosyası olan ve 12 mahpusun öldüğü, onlarcasının ağır biçimde yaralandığı Bayrampaşa Cezaevi davası ise ancak 10 yıl sonra açılabildi. Operasyonun müdahale ekibinde yer alan ve yaşanan katliamın doğrudan failleri konumunda olan JÖAK komandolarının isim ve adreslerinin yıllarca gizlendiği, hakkında suç duyurusunda bulunulan komutanlar ve siyasi sorumlular yerine, yalnızca 39 er hakkında açılan bu davanın iddianamesinde, mahpuslar isyan eden ‘suçlu’ konumdaki kişiler olarak gösterilirken, adam öldürme ve yaralama suçundan yargılanacak erlere ‘kanunun hükmünü yerine getirdikleri’ ve ‘meşru müdafaada bulundukları’ gerekçesiyle ceza verilemeyeceği yazılıdır. Sonraki yıllarda bazı komutanlar davaya dahil edilmişlerse de zoraki biçimde açılan bu davaların ne kadar göstermelik olduğu bir yana, daha başlangıçta “cezasızlık” öngörülmüş olması nedeniyle, yargılama sonucundan bir şey çıkmayacağı bugünden bellidir.
Buna rağmen, büyük bir gayretkeşlikle operasyonla ilgili tüm delilleri yok etmeye, karartmaya çalıştılar; operasyon sonrası fail konumundaki askerler tarafından temizlenip deliller karartıldıktan sonra cezaevlerini gazetecilere açtılar, ölen mahpuslara ait giysilerin kaybedildiği, balistik incelemelerin yapılamadığı, daha da önemlisi kadınların yanarak kömürleşmelerine, sağ kalanların vücutlarının erimesine neden olan kimyasalların niteliğinin dahi araştırılmadığı yargılamalar halen sürüyor. Operasyon emrini verenlerin bugüne kadar anlattığı biçimde, yıllardır cezaevlerine girilemediği, aramaların yapılamadığı, içerdekilerin isyan halinde bulunduğu, ateşli silah kullandıkları, askerlere saldırdıkları biçimindeki sözlerin gerçeği yansıtmadığı; son günlere kadar içeri girilip aramalar yapıldığını gösteren tutanaklar, içeriden dışarıya asla ateş edilmediği tüm atışların dışarıdan içeriye yapıldığını ortaya koyan resmi bilirkişi raporları, içeriye atılan gazların öldürücü mahiyette olduğu, insanların bulunduğu kapalı mekanlara atılmaması gerektiğine ilişkin tutanakları, tanık anlatımları, otopsi raporları ve diğer belgelerle ortaya konulmuş olmasına rağmen yalanlarına devam ediyorlar, göstermelik yargılamaları sürdürüyorlar.
Bütün bu yaşananlar göstermektedir ki siyasi iktidarın emrindeki şiddet aygıtları olarak görev yapan mahkemelerin vereceği kararlar, ancak katliamın sorumlularını aklamaya yönelik olacaktır. Onların vereceği kararlar ne olursa olsun, katliamcı devlet geleneğinin en vahşi örneklerinden biri olarak hafızalarımıza kazınan 19 Aralık Katliamı, aynı zamanda büyük direnişlerin de unutulmaz bir örneği olarak tarihe geçecektir.