Düşük ücretler, geçim derdi, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşulları en çok “ezilenlerin ezilenini”, kadınları vuruyor; deprem en fazla onları yıkıyor. Kadın hareketinin boyun eğmeyen dinamizmi, sömürü ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyasını besliyor/besleyecek
Yine başladı yağmur, bir durup bir başlıyor.
Ayakları ıslanıyor Komüncü kadınların, paçavralar içindeki bedenleri ıslanıyor.
Uykusuzluklarına aldırış etmeden, öne atılırken özensizce başlarına attıkları bez parçaları ıslanıyor.
Onlar, yüzyılların yükü omuzlarında, kendileri olmak için önünü, arkasını düşünmeden insanlık kavgasına dalıp tarih yazdılar. Öyle bir tarih ki burjuvazinin dudakları uçukladı: “Erkeklerin davranışları ahlaki sınırları aşmıştı ama kadınlarınki toplumsal cinsiyet sınırlarını da aştı, bu nedenle daha endişe verici”ydi; işte bu yüzden toplumsal düzene karşı daha büyük bir tehdit oluşturdukları düşünülüyordu.1
Henri Lefebvre o günleri ve kadınları şöyle tanımlıyor: “Önce kadınlar sokağa çıktı; düzenli dağıtımı yeniden başlayan sütü almak için erkenden kalkmaya alışkındılar. Erkeklerden önce davrandılar. Saçları darmadağın, sabahlıklar içinde ve ilk başlarda afallamış olarak dışarı çıktılar. Hepsi birlikte kadınların hükmettiği bir insan deniziydi.”2
Burjuvazi, devrim kavgasının erkekler için kınanması gereken bir şey olduğu, erkeklerin bu yüzden cezalandırılabilecekleri konusunda hemfikirdi, bu durumun onlara göre açıklaması vardı; oysa kadınlar için ise devrim, hem kınanması gereken hem de açıklanamaz bir şeydi. Neden ve nasıl sorularının yanıtlarını bir türlü bulamıyorlardı. Çok basitti oysa, çağlar boyunca yoksun oldukları özgürlük tutkusu için…
Tarihe baktığımızda fitilini kadınların tutuşturduğu büyük toplumsal başkaldırı ve devrimlerle karşılaşırız.
1917 Ekim Devrimi’ni başlatan da Petrogradlı işçi kadınlar oldu. 22 Şubat'ta savaşın ve açlığın umutsuzluğa sürüklediği işçi kadınlar, önüne geçilmez bir doğal afet, yoluna çıkan her şeyi tahrip eden bir kasırga gibi geldiler.
Toplumsal mücadelenin her kabarışında kadınların öne atılışı müthiştir. Onlar, bireysel ve toplumsal özgürlükler için bütün yok sayılışlarını bir yana bırakıp sınıf kardeşlerinin yanında yer almıştır. Ve çoğunda değiştirmeleri gerekenleri koşullar ve sezgileri yol göstermiştir onlara. Bilinçli eylemin tayin edici duraklarında onu tutmak ise artık zaten imkânsızdır.
Almanya'da 1970'lerde RAF'a (Kızıl Ordu Fraksiyonu) karşı yürütülen amansız savaşta yenilere eğitim veren istihbaratçı, “Hayatını seven önce kadınları vursun. Kadın teröristler davalarına o kadar bağlı, kafaları o kadar net ki, lider konumundaki erkekler dahi ölümle yüz yüze geldiklerinde tereddüt yaşarlarken kadınlar hiç düşünmeden silaha sarılıp ateş açarlar. Hem operasyonun hem kendi güvenliğiniz için bu nedenle önce kadınları etkisiz hale getirmeye bakın!”
“Önce kadınları vurun!..” şeklindeki ders, eylem anlarında kadınların nasıl “tehlikeli” olabildikleri deneyiminden çıkarılmıştır. Burjuvazinin çıkardığı belki bundan daha önemli ders ise şudur: Kadınlar hayatın her alanında bir ömür boyu ezildikleri ve köleleştirilmeye çalışıldıkları için ruhen de pratik olarak da kendilerini kuşatan cendereye -bazen bilinçli bazen de içgüdüsel olarak- karşı savaş halindedir. Kadınların katılmadığı, çoğu zaman başını çekmediği toplumsal bir mücadele hemen hemen yok gibidir. Kendileriyle birlikte yakın çevrelerindeki herkesi, erkekleri, aileyi, arkadaşları… sürükledikleri için onların varlığı -elverişli koşullarda- hareketin toplumsallaşmasının da kaynağı ve imkanıdır. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, Kürt Özgürlük Hareketi'ne bakın.
Yüzlerce yıl süren ve henüz sonu görünmeyen bu maratonda birbirimizin ayak izlerine basarak yol alıyoruz. Yolumuzu kaybetmeyelim diye değil sadece, deneyime ve yapılıp edilen her şeye, en önemsiz olana kadar… Değer verdiğimiz için, bir de yanlış yapma korkusundan belki. Eşit koşullarda başlamayan bir yarışta atlamamız gereken eşikler çok olduğu ve tökezleyip kalıverme ihtimali yüksek olduğu için adı kolay kolay konulamayan temkinlilikten büyük ihtimalle…
Yüzyılların yükü o kadar ağır ve değiştirmeleri gereken dünya o kadar uçsuz bucaksızdı ki zorlandılar; ama hiç pes etmediler. Aşınmayan tek şey mücadele fikri ve zorunluluğuydu. Adeta genetik bir özellik gibi işlemişti dokularına. Sabır her şeydi, irade her şeydi ama asıl önemlisi örgütlülüktü. Bunu sürekli büyütmek, yaygınlaştırmak ve bilinçli bir eylem olarak pratiğe akıtmak gerekiyordu, onlar inat ve ısrarla bunu yapıyorlar.
1800'lerin sonundan başlayarak ağır çalışma koşullarına karşı 8 saatlik iş günü mücadelesini yükselten 40 bin tekstil işçisinin kanla bastırılan eylemi işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs'ın da miladıdır.
“Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.”3
1 Mayıs yaklaşıyor, bütün ülkelerin işçilerinin emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için ayağa kalktıkları o büyük gün… Kadınların sınıf kardeşleriyle birlikte hem güncel talepleri hem gelecekleri için burjuvazinin karşısına dikilecekleri birlik, dayanışma ve mücadele günü…
Düşük ücretler, geçim derdi, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşulları en çok “ezilenlerin ezilenini”, kadınları vuruyor; deprem en fazla onları yıkıyor. Kadın hareketinin boyun eğmeyen dinamizmi, sömürü ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyasını besliyor/besleyecek.
Son yıllarda irili ufaklı direnişleriyle hiç sönmeyen bir ateş yakan işçi sınıfı, örgütlü emeğin sermaye için ne kadar dehşet verici olabileceğini gösterdi.
Bu 1 Mayıs'ta “ekmek ve gül”den fazlasını istiyoruz.
Bu 1 Mayıs'ta esaret bağlarını kırmak, özgürlüğe yürümek istiyoruz.
(1-2) Komünün Asi Kadınları, Gay L. Gullickson, Yordam Kitap
(3) 1923 yılında Nezihe Yaşar'ın yazdığı 1 Mayıs şiirinden