Halkları ezip sömüren yağmacıların, emperyalist burjuvazi ve yardakçılarının barıştan anladıklarıyla işçi sınıfı ve ezilen halkların barıştan anladıkları aynı şey değildir. Sömürünün, sınırların ve sınıfların olmadığı, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik dünyasının peşinde koşanlar ne herkesle barışa evet derler ne de bedeli ve sonuçlarını umursamadıkları soyut bir barış hayali peşinde koşarlar
“Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar” (Refik Durbaş)
Sınıfların ortaya çıkışına kadar uzanan köklere sahip savaşlara karşı olan sadece çocuklar mıdır?.. Dünyayı savaşlar, iç savaşlar, vekâlet savaşları, sömürgeci-talancı yağma savaşlarıyla bitap düşüren sömürücü sınıfların aç gözlülüğü ve kıyıcılığına karşı dünya halklarının barış özlemi ve ısrarı da tarihsel köklere sahiptir.
İnsanlık 1914-1918 ve 1939-1945 arasında yaşadığı gibi dünyanın dört bir yanına yayılıp muazzam can kayıplarına ve büyük yıkımlara yol açacak -muhtemelen değişik çapta nükleer silahların da kullanılacağı- 3. bir emperyalist dünya savaşının öngünlerini yaşıyor. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen örneklerinde tanık olduğumuz ‘vekalet savaşları’ Ukrayna’da patlak veren NATO Rusya savaşıyla Avrupa’nın göbeğine taşınmakla kalmadı. Hemen ardından, sırtını emperyalist efendilerine dayayan, onların yağdırdığı silah ve askeri teçhizatlarla elini güçlendiren Siyonist İsrail’in Filistin’de giriştiği pervasız soykırım geldi. Gazze’yi enva-i çeşit bombayla yakıp yıkarak, aç-susuz ve ilaçsız bırakarak, dahası tıpkı Naziler gibi onları çöllere sürüp iyice daraltılmış toplama kamplarında imha plânlarının her gün bir yenisi piyasaya sürülüyor.
Hepimiz biliyoruz ki bunun bir adım sonrası, rekabet halindeki emperyalist güçler ve merkezinde onların bulunduğu gerici ittifaklar arasında dolaysız çatışmalar yaşanmasıdır. Bütün işaretler, sayısız yıkım ve can kaybının acısını çekmiş insanlık için yeni yıkımlar anlamına gelecek bir sürece girildiğini gösteriyor. Bunun en yakın tarihli işareti, emperyalist saldırı ve savaş örgütü NATO’nun görevi yeni bırakan eski Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in son NATO Zirvesi’nden sonra yaptığı ifşaatları oldu: “Soğuk Savaşa kıyasla daha tehlikeli ve daha öngörülemez bir dünyada yaşıyoruz. Avrupa’da sıcak bir savaşın sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana görmediğimiz askeri operasyonlar mevcut.”
Bu gözü dönmüş saldırganlığın temelinde emperyalist-kapitalist sistemin derinleşen krizi yatıyor. Tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş emperyalist kapitalizm, günümüzde fiziksel bakımdan da belirgin bazı sınırlara dayanmış durumda. Bu dünya çapında mutlak hegemonya ihtiyacını ve bundan kaynaklanan rekabeti keskinleştiriyor. İnsanlığın ve doğanın tahminlerimizi dahi aşan ölçülerde yıkıma uğratılması olasılığını içeren yeni bir dünya savaşı olasılığının kaynağı budur. Çünkü emperyalizm çağında dünyanın yeniden paylaşılmasının savaştan başka yolu yoktur!
Bugün bu savaş asıl olarak enerji kaynaklarının toplanma noktalarında, tedarik ve nakil güzergâhlarında yoğunlaşmaktadır. Avrupa’dan Asya’ya, Kafkaslardan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş coğrafya bu it dalaşının yoğunlaştığı arenadır! Yarattığı toplumsal yıkım ve acılar ise ortada!
Savaş-barış diyalektiği
Dünya proletaryası ve emekçi halkların barış talebi ve ısrarı, savaşa karşı mücadelede güveneceğimiz ve dayanacağımız yegâne dinamiktir. Ne var ki, ‘barış’ dediğimiz anda, hangi barış, kimler arasında ve nasıl bir barış soruları da beraberinde gelir. Dünyada kime sorsan herkes “genel olarak” barıştan yanadır; fakat barıştan anlaşılan farklı farklıdır. Halkları ezip sömüren yağmacıların, emperyalist burjuvazi ve yardakçılarının barıştan anladıklarıyla işçi sınıfı ve ezilen halkların barıştan anladıkları aynı şey değildir. Sömürünün, sınırların ve sınıfların olmadığı, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik dünyasının peşinde koşanlar ne herkesle barışa evet derler ne de bedeli ve sonuçlarını umursamadıkları soyut bir barış hayali peşinde koşarlar. Özellikle de proletarya ve ezilen halklarla onların celladı burjuvaziyi, emek ile sermayeyi, sömürülenlerle sömürücüleri uzlaştırma peşinde koşan “barış” hayallerine ortak olmazlar. Çünkü, kapitalizm koşullarında -özellikle de onun emperyalist aşamasında-, savaşlar kaçınılmazdır! Proletarya ve ezilen halklarla burjuvaziyi, birbirine karşıt iki sınıfı, uzlaştırma çabası kitlelerin kapitalist-emperyalizmle sosyalizm arasındaki sınıfsal farkları ve çıkarları görmelerine değil bunların silikleşmesine hizmet eder.
Lenin, “Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrime başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız” diyor.*
Dolayısıyla barış sloganı, genel ve soyut bir ütopyanın adı olamaz! O, işçi sınıfı ve ezilen yığınların acısını çektikleri bütün yoksunlukların nedeninin ortadan kaldırılması savaşımıyla ilişkisi içinde, onun bir kaldıracı olarak kavranıp yürütülmelidir.
1 Eylül’ün anlamı
1 Eylül, dönemin en güçlü emperyalistleri İngiliz ve Fransız emperyalizminin koçbaşı olarak kullanma hesapları yaptığı Hitler faşizminin insanlığa yaşattığı tarifsiz acılar ve yıkımdan doğdu. O felaketlerin bir daha tekrarlanması dileği, umudu ve iradesinin dile gelişiydi. Ne var ki, insanlık bugün emperyalist rekabet ve faşizmin neden olduğu bu acıları fazlasıyla unutmuş görünüyor. Geçmişte yaşananları belki misliyle katlayacak felaketlere adeta koşar adım gidiliyor. Üstelik emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, yaşanabilecek yeni bir dünya savaşı için elbirliğiyle çok yönlü hazırlıklar yaparken, diğer yandan kitleleri bir dünya savaşı korkusuyla kontrol etmeye ve böyle bir savaşın yaratacağı güvenlik bütçelerine, yani daha büyük bir ekonomik-siyasi teröre, dahası kitleleri kendilerinin olmayan bu savaşın askeri olmaya hazırlıyorlar.
Dünyanın her köşesinde yaşananlar da gösteriyor ki, emperyalist kapitalizm var oldukça dünya halklarına savaşlarla yaşatılan yıkım ve acıların sonu gelmez! Savaşsız bir dünya ancak ve ancak bu barbarlık sisteminin ortadan kaldırılmasıyla söz konusu olabilir! Dolayısıyla barış için mücadele bu gerçeğin bilinciyle yürütülmek zorundadır.
Günümüzde emperyalist barbarlığın kâr ve hegemonya uğruna sebep olduğu savaşların, pervasız yıkım politikaların önüne bu perspektif temelinde alacağımız net tavırla geçebiliriz! Bu da, bizi bu savaşlara ortak etmeye ya da seyirci kalmaya çeken ikiyüzlü politikalar karşısında “Bizim olmayan bu savaşta yokuz” demekten geçer!
Rosa’dan bugüne…
Gerek “saraylara savaş, kulübelere barış” sloganı gerekse “barış için de savaşmak gerekiyor” sloganı birbiriyle çelişiyormuş hatta taban tabana zıt gibi görünen, gerçekte tam da tutarlı bir barış mücadelesinin izlemesi gereken yolu aydınlatan son derece tutarlı sloganlardır. Kapitalist emperyalizm, içerde-dışarda savaş demektir, bu saldırganlık yayılmaktadır.
Bir yanda sermayenin kârı, burjuvazinin çıkarları ve bekası için “özgürlük ve demokrasi” aldatmacasıyla yığınları savaşa sürükleyen emperyalistler diğer yanda ırk, dil, cins ayrımı gütmeksizin büyük bir ordu olarak örgütlenen dünyanın işçileri ve emekçileri vardır.
Ezilenlerin hazırlandıkları “o büyük kavga” uğruna canını tereddütsüz veren Rosa Luxemburg’un yaklaşımı bize bu konuda da esin kaynağı ve kılavuz olmalıdır: “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim ve vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!”
Savaş karşıtlığı devrimci duruşuyla mücadele eden, beyaz tülbentleri öfkeye kesmiş analar, dağda, sokakta, tezgâh başında kapitalizme, faşizme, sömürgeciliğe ve gericiliğe karşı savaşan kadınlar geleceklerinin çalınmasına set oluşturmada başı çekiyorlar.
Emperyalist barbarlığa karşı mücadele işçilerin birliği, halkların kardeşliği bilinciyle yükseltildiğinde barışa bir adım daha yaklaşılır. Çünkü yaşadığımız çağ yangınında barışa ulaşmak için bundan başka çıkış yolu yoktur!
*Sosyalizm ve Savaş, Lenin, abç