Seher Kalkan ve Rojda Bedia Akkaya ile; Feminist hareketin ve Kürt kadın hareketinin tarihsel süreçte ideolojik ve stratejik yaklaşımlarını en yoğun mekan olan Taksim üzerinden nasıl şekillendirdiğini ve bu iki kadın hareketinin birbirini nasıl etkileyip ortaklaşarak mücadelesini güçlendirdiğini konuştuk
1-) Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü sizin için ve diğer kadınlar için nasıl bir önem taşıyor? Sizin hafızanızda 25 Kasım yürüyüşleri neye tekabül ediyor?
Rojda Bedia Akkaya:
En büyük yaşamsal dönüşümler bir anlık farkındalıkla başlar. Özgürlük yürüyüşlerinin çıkış noktalarını da düşündüğümüzde hep köleliğe karşı 25 Kasım içimizde oluşan ilk farkındalık ve refleksi hatırlamak her daim büyük güç oluşturur. Bir kadın için bu belki de nasıl bir şiddet sarmalı içinde yaşadığımıza dair beynimizde ve duygumuzda cereyan eden ilk kıvılcımın adıdır. Yani o ilk ana, eğer bir tavırla karşılık verilmişse Özgürlük An’ı demek abartı olmasa gerek.
Buradan bakıldığında 25 Kasım’ın taşıdığı anlam, kadınların ve (tabi benim de) hayatımızda sadece bir güne sığdırılacak bir içerikle ifade edilemez. Şiddetin ne olduğunu tanımlamada, bilince çıkarmada ve bunun eylemine geçmede uzun ve zorlu bir mücadele yürüyüşünün kıvılcımını çakmaya yardımcı olan bir dönüm noktasını da ifade edebilecek potansiyelde sembolleşen bir gündür.
İçinde boğdurulmak istendiğimiz şiddet olgusunun sadece ailemizle, komşumuzla, arkadaşlarımızla veya medyada gördüklerimizle sınırlı olmadığını anlamanın; kadın olmanın ortak paydasında buluşmanın ve buradan doğru ortak bir bilinç, duygu ve mücadele bütünlüğünü geliştirmenin bir dönemecidir 25 Kasım aslında.
Mirabellerden bugüne maruz kaldığımız tüm şiddet yöntemlerinin politik bir geçmişi ve alt yapısı olduğunu bilen her kadının buluştuğu ortak bir haykırışa ne denli ihtiyacımız olduğu ortadadır. 25 Kasım yürüyüşlerinde kimi yüreğinin derinlerindeki acıyla, kimi öfkeyle, kimi umut ve inançla ama hepsi şiddetle mücadele kararlılığıyla hazır bulunan kadınların bu anlamıyla sadece kendi hayatlarına dokunmadığının, çok olmanın gücünün büyük değişim umudu yarattığının heyecanıdır bende karşılık bulan. Her geçen yıl hafızamıza kazınan yeni yüzler ve isimlerin yanında giderek büyüyen ve anlamı derinleşen 25 Kasım yürüyüşleri; talepleri ve haykırışıyla yeni Özgürlük An’ları yaratmanın da heyecanı ve umudu oluyor benim açımdan
Seher Kalkan:
Dominik Cumhuriyeti diktatörü Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabal kızkardeşler, 25 Kasım 1960’ta askerlerin tecavüzüne uğrayarak öldürüldüler. Bu tarih kadınlar için bir isyan tarihi aynı zamanda. Biz kadınların içlerimize kapanarak yas tutmamız patriyarkanın çok işine gelirdi elbette. Fakat kadınlar yıllar içinde “Yasta değil, isyandayız!” diyerek mücadeleyi yükselttiler.
25 Kasım biz kadınlar ve LGBTİQ+lar için erkek şiddetiyle mücadele ettiğimiz tek gün değil maalesef. 7’den 70’e neredeyse her gün, her an ve her yerde erkek-devlet şiddetinin türlü halleriyle karşı karşıya kalan kadınlar ve LGBTİQ+lar olarak yine her gün, her an ve her yerde şiddetsiz bir hayat sürebilmek için mücadele halindeyiz. Fakat 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadınlar ve LGBTİQ+lar örgütlü olarak birçok ülkede erkek-devlet şiddetini merkeze alarak ifşa edip devletleri erkek şiddetini sonlandırmak için göreve çağırıyor.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadından kadına söz iletmek mücadele gününü örgütleyen ve meydanlara akan binlerce kadına da o gün çeşitli imkansızlıklardan dolayı kamusal alana çıkıp o isyana katılamayan sayısız kadına da ayrıca güç ve cesaret veriyor. “Kol kırılır yen içinde kalmaz, Kadın kadının yurdudur, Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla, Biz birbirimizin çaresiyiz…” diye meydanlarda, sokaklarda haykırıp birbirimize hatırlattığımız sözlerimiz bizlerin hayat deneyimidir. Her bir sözümüz hayatlarımızı sömüren ve canımıza kasteden hane içindeki babalara, erkek kardeşlere, kocalara karşı ve kadınları ayrıştırmaya, yalnızlaştırmaya, hizaya çekmeye çalışan kadın ve LGBTİQ düşmanı iktidara karşı verdiğimiz mücadelemizin deneyimleridir.
Çoğu kadının erkek şiddetine uğramaları sonucunda kendilerini suçlu ve yetersiz hissetmeleri, şiddet sarmalından çıkamayacaklarına inanmalarından patriyarkanın aile bağlamıyla hayatlarımızda nasıl ince ince örüldüğünü görebiliyoruz. Patriyarkaya karşı özel alan ve kamusal alandaki her tür engele ve zorbalığa rağmen binlercemizin yan yana gelip her birimiz için çıkardığımız sesimiz, şiddetsiz bir dünya talebimiz ve birbirimize verdiğimiz cesaretin kuşkusuz kadın ve LGBTİQ+ların gündelik hayatlarında çok dönüştürücü ektileri var. Benim hafızamda 25 Kasım yürüyüşlerinin anlamı bu dönüştürücü etkisidir.
2-) Devletin, şiddetle mücadele konusunda yeterli politikalar üretmemesi ya da bu politikaları uygulamaması, kadınların mücadele yükünü nasıl artırıyor? Bu durum, mücadele ettiğiniz süre boyunca nasıl değişti?
Rojda Bedia Akkaya:
Son yıllarda özellikle rejimin cinsiyetinin “erkek- devlet “belirlemesini doğrulayan bir düzene evrildiği ortadadır. Gittikçe erkek egemen bir düzen ve politika alanının yaratıldığı bu süreçte şiddete karşı “önleyici” tedbirlerin devreye konulmaması, failin “suç “karşısında herhangi bir “cayma” pozisyonuna girmeyip adeta suça yeniden teşrif ettiği pratik politikanın tezahürüdür. Bunun özellikle kadınlar açısından “şiddetin mekanda sınırsızlık ve zamanda süresizlik” doğurduğu ortadadır. Bununla beraber her evde bir “reis “kültürüyle kendini atamış erkek figürleri erkek-devlet iş birliğinin bir yansımasıdır. Yaşamın her alanına sirayet eden, değişen çağ koşullarında iletişim- sanal medya gibi mecralarla, herhangi bir yaş aralığına takılmadan şiddet servis edilmekte, esas teşvik bu zeminler üzerinden sağlanmaktadır. Akran zorbalığı, flört şiddeti, özel alanda artan ve çoğalan şiddet pratikleri özelde kadın ve çocukların şiddete maruz kalma alanlarını genişletmektedir. Yaşamın tüm zaman aralıklarında yansımasını bulan şiddet kültürü elbette devletin, şiddet gibi toplumsal bir soruna dönüşmüş bir gerçekliği kadınlar cephesinden önlemediği, yeterli tedbir almadığı, var olan yasaları uygulamayı birimlerin inisiyatifine bıraktığı ortadayken “kadınların mücadele yükünü “buradan tarif etmek yerinde olacaktır. Bir varlık olarak kadının erkek tarafından “özne-nesne” denkleminde değerlendirilmesi esasta şiddetin çıkış noktasını ifade etmektedir. Buradan hareketle topluma yaklaşım biçiminde de devleti yönetenlerin kendini özne, toplumu nesne görme hali de şiddetin “meşruluk “alanına fetva çıkaran bir yerdedir. Cinsiyetçiliğin, milliyetçiliğin, dinciliğin ideolojik maya olarak erkek- devlet organizasyonunu beslediği bu zeminde ve de zamanda şiddetin politik olarak devreye konulması, örtük de olsa teşvik ve de servis edilmesi, cezasızlık ile ödüllendirilmesi kadınların daha fazla örgütlenmesini, siyaset ve politika üretmesini, eylem hattını güçlendirmesini kazanımların koruması gerekir. Çünkü özünde erkek egemen sistem kadın özgürlük mücadelesini tasfiye etmeye çalışıyor. Bunun için çok boyutlu saldırılar geliştiriyor. Bu saldırı biçimi bazen liberal söylemler bazen tehdit ve şantaj, bazen sahte vaatler bazen katliamla kadınları sindirip mücadelemizi etkisizleştirmeye çalışıyor. Bu yüzden kadınların mücadelesini sistem sınırlarını aşarak örgütlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Seher Kalkan:
AKP iktidarı yeterli politika üretip uygulaması şöyle dursun, yıllarca mücadelemizle kazandığımız haklarımıza saldırmaya devam ediyor her fırsatta. AKP’nin bütün bu kadın düşmanı politikaları yasal düzenlemelerden yargıya, diyanetten kolluk güçlerine ve söylemlerine kadar çok bütünlüklü maalesef.
AKP iktidarının kadın, çocuk ve LGBTİQ+ düşmanı politikalarının çetelesi bir hayli uzun…
Özellikle 2012 sonrası giriştiği yasal düzenlemelerle doğurup doğurmayacağımıza kendisi karar vermeye çalıştı ve bu nedenle kürtajı yasaklamaya girişti. Yetmedi nasıl doğuracağımıza da karar vermek istedi ve sezaryeni da yasaklamak istedi. Kutsal aile bütünlüğünü korumak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da sürece dahil ederek kadınların boşanmalarını zorlaştırmaya girişti. Cinsiyet eşitsizliği nedeniyle boşanma sonrasında işsizlik ve yoksullukla baş etmek zorunda olan kadınlara sosyal destek, istihdam, ücretsiz kreş vs. sağlamayan devlet erkeklerin ödemekle yükümlü olduğu nafakaya da sınırlama getirerek kadınları şiddet uygulayan erkeklere ekonomik olarak muhtaç hale getirmeye çalışıyor. Müftülük nikahıyla çocuk yaşta evlilikler meşrulaştırıldı. İstismarcılara af girişimiyle yine evlilik yaşının 12’ye indirilmesi ve kadınların, kız çocuklarının istismarcılarla evlendirilmesinin önünü açmaya teşebbüs etti. “Büyük Aile yürüyüşleri”ni doğrudan örgütleyerek LGBTİQ+ları hedef haline getirdi. “Aile yapımıza aykırı” gibi bir bahaneyle İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek erkek şiddetine karşı kadınları ve çocukları korumayacağını itiraf etti. Çünkü patriyarkanın gelmiş geçmiş en iyi uygulayıcılarından biri olan AKP iktidarı elbette odağına her an aileyi aldı.
“Ne kadar muhafazakar o kadar kutsal aile, ne kadar itaatkar o kadar makbul kadın” formülüyle toplumu kontrol altında tutma stratejisi önce kadınların haklarına, kazanımlarına ve yaşam biçimlerine saldırıyı gerektiriyordu. Ürettiği söylemlere de genel başkanından hükümet sözcüsüne, bakanından belediye başkanına kadar doğrudan kadın düşmanı bir iktidardan bahsediyoruz. “Kadın erkek eşit olamaz, fıtrata aykırı.”, “Kahkaha atan kadın iffetsizdir.”, “Kız mıdır, kadın mıdır bilemem”, “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.”, “Kahkaha atan kadın iffetsizdir” minvalinde uzayıp giden bu listeye katkı sunan güruhun ortaya saçtıkları bu fütursuz sözlerini işaret fişeği olarak alan erkekler 21 yıllık AKP iktidarı döneminde kadın cinayetlerini kadın katliamına dönüştürdü…
En güncel olanı da İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın, koruma kararı verilen kadınların şiddet faili erkeklere kapıyı açması sonucu öldürüldüklerini söylemesiydi. Oysa koruma kararları, takibi ve denetimi yapılmadığı için erkekler tarafından kolayca ihlal ediliyor. Cezasızlık politikaları nedeniyle artan erkek şiddeti verilerini 2009’dan beri açıkla(ya)mayan iktidar, kadın cinayetlerinin artmasındaki rolünü öldürülen kadınları suçlayarak kendini aklamaya çalışıyor.
Kadınlar her gün erkekler tarafından sudan bahanelerle ve gittikçe daha da vahşi yöntemlerle öldürülüyor: “Her gün makarna pişiriyor”, “Tuzluğu uzatmadı”, “Beyaz tayt giydi”, “Eve benden sonra geldi”, “Boşanmak istedi”, “Kredi kartını vermedi”, “Çalışmak istedi”, “Kıskandım”, “Sevişmek istemedi”, “Alkollüydüm”, “Suriyeliydi”, “Kürtçe konuştu”, “Beni tahrik etti”…
Tüm bu bahaneler mahkemelerde “iyi hal” ve “ağır tahrik” olarak değerlendirilip “erkeklik indirimi” alınabiliyor ve alın size “cezasızlık” adı altında erkek şiddetine AKP teşviki…
Kadınlar bu şiddet sarmalından çıkmaya çalıştıklarında zor bela çıkıp gittikleri karakollardan kolluk güçleri tarafından şiddet gördükleri evlere geri gönderiliyor. Çoğu karakolda şikayetleri işleme alınmıyor, sığınaklarda yer yok deniliyor, koruma kararları uygulanmıyor, uzaklaştırma kararları çok zor çıkarılıyor. Şiddete maruz kaldığına dair kadınlardan delil isteniyor. Şiddete uğrayan kadınlara 7/24 bütünlüklü bir hizmet (sığınak, hukuki destek, ayni ve nakdi destek, kreş ve iş bulma desteği, meslek edindirme) hizmet vereceği söylenen ŞÖNİM’ler yetersiz kalıyor.
Özetle devlet erkek şiddetini önlemek yerine kadınların boşanmalarına engel oluyor ve şiddetten uzaklaşmak için ulaşacakları mekanizmaları işlevsiz hale getiriyor ama tüm bu engellemelere rağmen kadınlar şiddetsiz bir hayat için ölümü bile göze alarak mücadeleye devam ediyor.
3-) Taksim Meydanı, 25 Kasım gibi önemli günlerde kadın hakları eylemleri için sıkça kullanılan bir alan. Taksim’deki ilk 25 Kasım yürüyüşünü hatırlıyor musunuz? O dönemde kadınların ve meydanın toplumsal hafızasında nasıl bir etki yaratıldı?
Rojda Bedia Akkaya:
Toplumsal hafızada Taksim Meydanı 8 Mart gece yürüyüşleri ve 25 Kasım’lar kadınların direniş alanına dönüşmüş durumda. İlk 25 Kasım yürüyüşü gösterdi ki farklılıklarıyla kadınlar bir araya geliyor ve ortaklaşarak şiddete karşı mücadele sözü veriyordu. Toplumsal hafıza için böylesi günler direnişin meşrulaşması ve birbirinden güç almanın sembolü olmaktadır. 25 Kasım yürüyüşleri kadınların öfkelerinin ve umutlarının ortak bir dille alanlara yansıdığı gün olarak tarihe geçmiştir. O yürüyüşün direngenliği ve inancı bir sonraki 25 Kasımlarda çoklaşmayı ve birlikte hareket etmenin ihtiyacını açığa çıkarmıştı. Bu açıdan Taksim’deki ilk 25 Kasım yürüyüşü tarihsel bir kazanımdır. Ayrıca dikkat çeken bir yön, şiddetle mücadele etmek isteyen, özgürlük mücadelesinde bir adres arayan genç kadınların çokluğuydu. Mutlu ve heyecanlıydılar, cesur ve umutluydular. Örgütlülüğün ne derece kadınlar için aranan bir mekan olduğu o yürüyüşte dikkat çekiyordu. Ve kadınların -birlikte olmaktan kaynaklı- yaşadığı özgüven duygusunun yarattığı enerji yürüyüş boyunca adeta şu sesi haykırıyordu: birlikte olmak, örgütlü olmak çok güzel, mücadele böyle daha da güzel.
4-) 25 Kasım’da Taksim’de yapılan yürüyüşler ve etkinlikler, kadınların sesini duyurması için çok önemli bir alan oldu. Ancak çok sık engellemeler ve yasaklarla karşılaşılıyor. Kürt kadın hareketinin ve feminist hareketin bu tür yasaklar karşısında nasıl bir dayanışma gösterdiğini anlatabilir misiniz? Bu dayanışma Taksim Meydanı’nda nasıl bir anlam kazandı? Kürt kadın hareketinin feminist hareketle birleşmesini Taksim’deki eylemler üzerinden nasıl açıklarsınız?
Rojda Bedia Akkaya:
25 Kasım yürüyüşlerinde feministlerle Kürt kadınlar engellemelere ve yasaklara karşı büyük bir ortaklık sağladı. Engellemeler karşısında kadınlar, saldırıya uğrayan diğer kadınları korudu, bariyerlerin önünde kendini siper etti. Çünkü o an saldırıya uğrayanın sadece bir kadın olmadığını, kadınların özgürlük inancı olduğunu fazlasıyla biliyorduk. Kürt Kadın Hareketi özellikle yoğun göç alan İstanbul’da feministlerle birlikte bu yürüyüşleri gerçekleştirirken, Diyarbakır, Batman, Mardin, Van ve daha birçok Kürt illerinde de eylemler gerçekleşti. Gözlerimiz kendi eylem alanlarındayken kulaklarımız Taksim’den gelecek haberlerdeydi. Taksim yürüyüşünün güzelliği kadınların bir arada olmaktan aldıkları ilhamda yatıyordu. Kürt kadınlar olarak kesişimselliğin kendini gösterdiği bir zaman ve mekan olarak görüyoruz bu tür meydanları. Birlikte olmak ve eylemde ortaklık, hafızlarda bir bilgiyi açığa çıkardı: Dilimiz, kimliğimiz, kültürümüz farklılıklarımızdır, kadına yönelik şiddetle mücadele ortaklığımızdır. Bu ortaklık eylem anında kadına savaş açmış erkek egemen zihniyetle mücadele ederken, saldırıya uğrayan kadın arkadaşı korurken, eylem sonrası direnişin şarkıları söylenirken devam etti. Ve her eylem sonrası erkek egemen sisteme karşı bir araya gelmenin önünde hiçbir engel olmadığı, bunun devamının da kadın hareketlerinin mücadelesini güçlendireceği inancını yarattı.
Seher Kalkan:
1977 1 Mayıs katliamı, o güne bizzat tanık olmuş birçok arkadaşımızın hafızasında hala çok canlı. Taksim Meydanı toplumsal muhalefet için bedel ödenmiş bir meydan ve bu nedenle de ortak bir hafıza. Gezi Direnişi’nde yeniden kazandığımız meydan, Gezi Direnişi sırasında çok görkemli bir kalabalıkla bir Onur Haftası geçirdi. Gezi sonrasında yeniden toplumsal muhalefete yasaklandı. Kadınlar ve LGBTİQ+’lar olarak devletin tüm şiddetine rağmen ortak hafızamız olan Taksim meydanında eylemlerimizi yapmakta çok ısrarlı ve kararlı davrandık. 2019 yılı itibariyle 25 Kasımlarda, 8 Martlarda, Onur haftasında adeta abluka altına alınan Taksim’den vazgeçmemek için Taksim çağrılarımızda ısrar ettik, İstiklal Caddesi’nde olamasak bile yakınlarda konuşlanmayı hedefledik.
25 Kasım Platformu; feministlerden, sosyalit kadın örgütlerinden, sendikalardan, çevre ve kent hareketlerinden, LGBTİQ+ örgütlerinden, Kürt kadın hareketinden oluşan bir platform. 2006’dan beri ırkçı, homofobik, transfobik olmayan bir yerden kendi içinde hukukunu da oluşturmuş bir platform. Hiç bir kurumun, örgütün kendi politikasını öne çıkarmamak, kendi ajandasını dayatmamak, tartışmaları tüketmeye çalışmak ve ikna olmadığımız noktalarda birbirimize yol vermek, her kadının sözünün, müdahalesinin, direnme biçiminin aynı kıymette olduğunu bilmek, ana odağının erkek-devlet şiddetine, kadın cinayetlerine ve kadın düşmanı iktidara karşı günün koşullarında en kapsayıcı sözü bulmak gibi yazılı olmayan ama ortaklaşılmış ve nerdeyse her yıl güncellenen de bir platform hukukundan bahsediyoruz. Dolayısıyla birbirini gözeten, erkek-devlet şiddetine karşı farklı direniş biçimlerini, yöntemlerini hep birlikte düşündüğümüz ve yol bulmaya çalıştığımız bir platform 25 Kasım Platformu.
Devlet biz kadınlar ve LGBTİQ+’lar için çok yakıcı bir gündem olan erkek şiddetine dair sözümüzü söylememiz önünde gazıyla, tomasıyla, polisiyle kentleri, meydanları ablukalara da alsa biz kadınlar bir şekilde sözümüzü söylemek için türlü yollar buluyoruz. Bunu yaparken birbirimizin deneyimlerine bakıyoruz elbette. Kürt kadın hareketi devlet tarafından kimlik üzerinden ayrıştırılmaya çalışılsa da eylem alanlarında ortaklaştığımız tüm politik taleplerimizi, isyanımızı 2009 yılından itibaren Kürtçe ile başlayarak daha sonra mümkün olduğunca çok dilli oluşturmaya çalıştığımız metinlerimiz, iletişim materyallerimizle erkek devlet şiddetine karşı birlikte direniyoruz.
5-) Son zamanlarda kadınların en çok ortaklaştığı “Jin Jiyan Azadî” sloganına yönelik bir saldırı da söz konusu, mücadelenin ortaklaştığı noktasında kadınların buna yönelik tepkisi nedir ve nasıl gelişiyor?
Rojda Bedia Akkaya:
“Jin, Jiyan, Azadî” slogan olmayı aşmış, tarihsel bir felsefeyi ifade ediyor bizim için. İran’da Jina Amini’nin katledilmesi sonrası Rojhilatlı Kürt kadınların yükseltmesiyle evrensel niteliğini daha da büyütmüştür.
Jin – jiyan- Azadî bağlantısı sadece kadınlar öldürülmesin anlamına gelmiyor; kadınlar yaşamdır, yaşamın özgür olabilmesi için kadınların özgür olması gerekiyor denklemine denk düşüyor. Erkek egemen zihniyet kadınların yaşamla, toplumsallıkla, özgürlükle bağını keşfettiği için yapılacak en etkili politikanın onları yaşamdan ve toplumdan koparmak olduğunu biliyor. Bu yüzden başkaldıran kadınlar ya öldürülüyor ya itibarsızlaştırılmak isteniyor ya da sürekli bir şiddet sarmalına sokuluyor. Jin, Jiyan, Azadî evrenselleştikçe saldırılarla da karşılaşıyor. Kadınlar bu sloganla aslında kendi özgürlükleri ile yaşamın özgürlüğünü, tüm kadınların özgürlüğünü kastediyor. Erkek egemen sistem için en büyük tehlike de kendini bilen kadın, özgürlüğü için her şeyi göze alan kadın oluyor.
Kadınların Jin, Jiyan, Azadî‘ye karşı geliştirilen saldırılara karşı tepkileri-olması gerektiği gibi- ona yaşamın her alanında sahip çıkmakla gerçekleşti. Kadınların aklını, eylemini, kurumlarını, mücadelesini terörize etmeye çalışan cinsiyetçi ve milliyetçi ideoloji saldırılarını çoğaltırken o slogana sahip çıkmalar da beklemediği oranda çoğaldı. Çünkü o slogan bir felsefe olarak kadının varoluşunu ifade eden, mücadeleyi gerekli gören bir isyandır. Slogandan bu kadar rahatsız olunması aslında milliyetçi ruhların, farklılıkları ortak sloganda görmekten korkusunu da ifade ediyor. Kürt, Türk, Avrupalı, Latin Amerikalı, Hindistanlı kadınlar bu slogana sahip çıktıkça sistem de kendi politikası olan yasaklama ve engellemeleri getirdi. Ancak artık kadınlar bu slogana sahip çıkılmadığı durumda meşruluk tartışmalarının başlayacağını, örgütlülüğe büyük saldırılar gerçekleşeceğini biliyor ve alanlarda haykırmaya devam ediyor, edecek de.
Seher Kalkan:
“Jin Jiyan Azadî” sloganı Kürt Kadın hareketinin mücadele deneyiminden ortaya çıkmış ama onu da aşıp dünya kadınlarına ilham ve güç veren sayılı enternasyonal sloganlarımızdan biridir. Çağrısı o kadar net ve çağrışımı da o kadar güçlü ki iktidarların gözünü korkutup hedef haline gelmiş durumda. Tabi burada sloganın “terörize” edilmesi bağlamında asıl hedefe konulan “Özgür kadın, özgür yaşam” vurgusunu sahiplenen kadınlardır. Tüm ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı çabalara rağmen Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadınları birleştiren çok güçlü bir söz. Bu müdahale sayesinde daha çok kadın anlamını öğrenmiş bile olabilir, tıpkı iktidar İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğinde İstanbul Sözleşmesi’nin daha çok kadın tarafından anlaşılması ve sahiplenilmesi sürecinde olduğu gibi. Deneyimlerimizden yola çıkarak ortak dünya tahayyülümüz için ürettiğimiz sözlerimizden “kriminalize” ediliyoruz diye vazgeçecek değiliz. Kadın dayanışması sınırları aşalı çok oldu ve önümüzdeki eylemlerde daha büyük coşkuyla atılacak sloganlarımızdan “Jin Jiyan Azadî”.
6-) Feminist hareketin tarihsel süreçte kazandığı haklar ve özgürlük mücadelesi, Kürt kadın hareketinin ideolojik ve stratejik yaklaşımlarını nasıl etkiledi? Birbirlerinden nasıl öğreniyorlar?
Rojda Bedia Akkaya:
Kürt kadın hareketi feminizmi büyük kazanımlar için büyük bedeller ödeyen bir ideoloji olarak görüyor. Feminizmin iki yüz yılı aşkındır bıraktığı mirasa kendi deneyimlerini güçlendirmek adına sahip çıkıyor. Kürt kadın hareketi de sömürge olmuş ülkesinde hem dilini, kültürünü, tarihini korumanın mücadelesini veren hem de kadın özgürlüğünü esas alan bir noktadadır. Feminizmin büyük deneyimleri, eylemleri, akademik araştırmaları, sistemi çözmeye çalışan felsefik yaklaşımları kendi oluştuğu coğrafyada büyük kazanımlara yol açtı. Ortadoğu coğrafyasının kendi özgün koşullarında yaşayan ve devrimlere öncülük eden Kürt kadınlar feminizmin evrensel nitelikteki kazanımlarını bir miras olarak kabul ediyor. Her coğrafyanın, kültürün kendi mücadele çıkışlarındaki farklılıklarının ortak mücadele hattında büyük kazanımlar yaratacağına inanıyorum. Büyük bedeller ödeyen, büyük akademik eserler ortaya koyan, kadın varlığının görünürlüğünde büyük emekler sarf eden feminizm ile Kürt kadınlar birbirlerinden elbette ki etkileniyor. Mücadele deneyimleri, entelektüel tartışmalar, dayanışmalar bizi buluşturuyor. Kürt kadınların mor çizgisi olan eşbaşkanlık sistemine saldırı feminizmin de derdi, kayyumların atanması ve hemen ardından kadın kurumlarının kapatılması yine feminizmin de derdi oluyor. Feministlere dönük her türlü saldırı politikaları, engellemeler, toplum nezdinde onları itibarsızlaştırma politikaları da Kürt kadınların derdi oluyor.
Feminizm ile Kürt kadın hareketinin kadın kurtuluş ideolojisi birbirinden çok şey öğreniyor, öğrendikçe birbirini daha iyi anlamalar ve birbirine daha sıkı sarılmalar gerçekleşiyor. İstanbul Sözleşmesi’ne dönük saldırının sadece Türkiye’deki kadınları ilgilendirmediğini Kürt kadınlar biliyor ve kendi yerelinde itirazlarını yükseltiyor, kayyum politikalarının sadece Kürt kadınlara saldırı olmadığını aslında tüm kadın mücadelesine bir saldırı olduğunu feministler biliyor ve zaman kaybetmeden dayanışma için Batman’a Mardin’e gelen ilk gruplardan oluyorlar.
Erkek egemen sistemin politikaları ideolojikse bizim de ideolojik olarak birbirimizi anlayan, birbirimizle dayanışan, birlikte eylemler yapan noktada olmamız evrensel kadın mücadelesine de etki yaratma potansiyeli taşıyor.
Bu dünyanın savaşlardan, yoksulluklardan, ekolojik kırımlardan, kadın katliamlarından kurtulabilmesi için dünya kadınlarının bir araya gelmesi gerektiği ihtiyacı her geçen gün açığa çıkıyor. Birimize yapılan bir saldırıyı hepimize yapılan saldırı olarak görüyoruz ve birimizin özgürlüğü hepimizin birlikte özgürlüğü olmadan mümkün değil demek için buluşuyor, dayanışma içerisinde oluyoruz ki kıymetlidir; Çünkü Jin, Jiyan, Azadî yaşamın kadın özgürlüğü ile yaşanabilir olmasıdır ve biz kadınlar birbirimizin değerlerine değer katarak birbirimizle dayanışarak, farklılıklarımıza saygı duyarken birlik olma zeminlerini çoğaltarak güçleniyoruz. Her buluşma bu yüzden bir sonraki buluşmayı davet ediyor. Birlikte olmanın yarattığı enerji hali, özgürlüğün enerji halini çağrıştırıyor.
Seher Kalkan:
Türkiye’de feminist hareketi başlatan kadınların birçoğu sol örgütlerden geliyor. Doğal olarak 12 Eylül’ü deneyimlemiş, o döneme tanık olan kadınlar erkek- devlet şiddetini ilişkilendiriyorlar.
1989 yılında cezaevlerindeki siyasi tutsaklara yönelik devlet şiddetine karşı kadınlar “Siyah Eylem” ve 1994 yılında Kürt kimliğinin inkarı ve insan hakları ihlallerine karşı 104 feminist ve insan hakları savunucusu kadının yaptığı “Arkadaşıma Dokunma” kampanyası ilk örneklerden. Kesişimsellik kavramı Türkiye için çok yeni olmasına rağmen bu iki eylem o dönemin koşullarında kesişimselliğin ilk örneklerinden sayılabilir. Bu örnek yıllar içinde feminist hareketin ve kadın hareketinin Kürt kadın hareketiyle ilişkilenmesinde ve yol almasında en önemli stratejisidir.
Kürt kadın hareketi 2010’lu yıllardan itibaren feministlerin de dahil olduğu Türkiye kadın hareketi ile çeşitli platformlarda buluşmaya başladı. 2009 KCK operasyonları sonrası birlikte mücadele yürüttüğümüz birçok Kürt kadın aktivistin tutuklanması sonrası kurulan ve çözüm süreci boyunca da devam eden Barış İçin Kadın Girişimi (BİKG) bu platformlardan en önemlilerindendir. Feminist hareketten, Kürt kadın hareketinden, sendikalardan, sol kadın örgütlerinden, bağımsız kadınlardan oluşan BİKG barış ve hakikat hakkı ve adil bir barış ısrarını sürdürürken kadın dayanışması açısından çok önemli söz ve eylemler biriktirdi.
2016 yılı darbe süreci itibariyle Kürt illerinde OHAL ve kayyum, ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar dönemi başladı. Kürt kadın hareketinin eşit temsille (eşbaşkanlık) kazandıkları tüm yerel yönetimler bünyesinde oluşturduğu kurumları (kadın danışma merkezleri, danışma hatları, meslek edindirme kursları…) kapatıldı ve aktivistleri tutuklandı. 2016’dan bu yana devam eden kayyum siyasetini feministler/kadın hareketi olarak tüm farklılıklarımızla patriyarkaya karşı verdiğimiz ortak mücadelemize darbe olarak değerlendirdik.
Patriyarka kadınları bölmeye ve ayrıştırmaya çalışarak güç bulmaya çalışırken feministlerin ve Kürt kadın hareketini de dahil olduğu kolektif mücadele alanlarımızda, yıllar içinde erkek şiddetine, devlet şiddetine, ırkçılık ve milliyetçiliğe, yasal kazanımlarımızın gaspına ve hayatlarımıza müdahalelere karşı, ücretli ücretsiz kadın emeğine, kadın bedenine, kimliklerimize ve barışa dair biriktirdiğimiz mücadelemizle birbirimizle dayanışmaya ve birbirimizden öğrenmeye devam ediyoruz.