İlk kitabı Kürt Siyasetinin Mor Rengi’ni, 2018 yılında, hapishanede yazan Gültan Kışanak, ikinci kitabıyla okura merhaba dedi. Geçtiğimiz aylarda, Dipnot Yayınları tarafından basılan Davacıyım, Kışanak’ın hapishane sürecinde mahkemelerde yaptığı savunmalardan oluşuyor
İlk kitabıyla Kürt Kadın Hareketi tarihine önemli bir katkı yapan Kışanak’la; ikinci kitabı Davacıyım’ı; içinden geçtiğimiz günleri ve kız kardeşliği konuştuk.
İlk olarak kitabınızın yazılış sürecini sormak isterim. Davacıyım’ı yazma fikri nasıl gelişti, yazı süreci nasıl inşa edildi?
Kitap, Kobane kumpas davasında yaptığım savunmalardan oluşuyor. Duruşmalarda, doğaçlama yöntemiyle, sözlü olarak savunma yapmıştım. Bu savunmalar üzerinde çalışarak kitabı yayına hazırladım. Büyük ölçüde duruşma tutanaklarındaki halini korumaya, konuşma dilinin kaybolmamasına çalıştım.
Daha savunmalarımı yaparken, kitap da oluşmaya başlamıştı aslında. Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü konusunda yürüttüğümüz siyasi faaliyetleri, kadın özgürlük mücadelemizi ve demokratik siyaseti suç gibi göstermeye çalışan bir kumpasla karşı karşıya kalmıştık.
BİZLER SANIK DEĞİL DAVACIYIZ
Hepimiz, bu davanın tarihi bir dava olduğu, savunmalarımızın da tarihe mal edilmesi gerektiği konusunda hem fikirdik. Tüm arkadaşlarımız son derece önemli savunmalar yaptı. Ben de savunmamı “bizler sanık değil davacıyız” ana fikri üzerine oturttum. Çünkü aslında Kürt sorununu çözümsüz bırakanlar; savaş politikalarında ısrar edenler, kadın özgürlük mücadelesini engellemek isteyenler, demokratik siyaseti kumpaslarla etkisiz kılmaya çalışanlar suçluydu. Duruşmalarda söylediklerim de özünde savunma niteliğinde değil, asıl suçlulara işaret eden ve çözüm yolu gösteren siyasal görüşlerimdi. Bu manada Davacıyım kitabı, tarihin tanıklarına emanet edilmiş bir adalet arayışıdır.
Davacıyım, Barışı Savunmak ve Hakikati Savunmak başlıkları altında iki ana gövde üzerinde yükseliyor. Siz kitabınızda detaylıca yer vermişsiniz ancak sormak isterim: Bu tasnifi nasıl planladınız?
Bu tasnif savunmalarımın seyri içerisinde oluştu. İddianameye karşı, 2022 yılı Aralık ayında yaptığım ilk savunma daha çok asılsız ithamlara, kumpaslara karşı hakikati tarihe not etmek şeklinde geçti. Bu savunmamı “Hakikati Savunmak” ana başlığı altında topladım. Bu bölümünde yakın dönem siyasal tarihimize ilişkin tanıklığım, yorum ve değerlendirmelerim yer alıyor. Ağırlıklı olarak çözüm sürecini, Rojava ve Türkiye bağlamında gelişen olayları, 2016’daki siyasi darbeyi ve siyasi rehine olarak tutuklanma sürecimizi, kayyum garabetini ve demokrasi sorunlarını anlattım. Kürtlerin, kadınların, demokrasiye inanan herkesin ayrımcılığa karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürütmelerinin en meşru hakları olduğunu vurguladığım bir savunma oldu.
BİZ KADINLAR İÇİN BARIŞ MÜCADELESİ AYNI ZAMANDA KADINA KARŞI ŞİDDETİ ÖNLEME MÜCADELESİDİR
Mütalaaya karşı Ocak 2024’te yaptığım ana savunmada ise daha çok barışa ve çözüme dair görüşlerimi dile getirdim. Bu savunmamı da kitapta, “Barışı Savunmak” ana başlığı altında topladım. Farklı ülkelerde kadınların şiddete, savaşa ve militarizme karşı yürüttüğü mücadelelerden de örnekler vererek; biz kadınlar açısından barış mücadelesinin aynı zamanda kadına karşı şiddeti önleme mücadelesi olduğunu belirterek, bu ilkesel tutumdan asla vazgeçmeyeceğimizi anlatmaya çalıştım.
IŞİD’in durdurulması, kadınlara karşı suç işlemesinin önlenmesi bir insanlık göreviydi. Türkiye, IŞİD’e karşı mücadelede Kürtlerle yan yana dursaydı, bu gün çok başka şeyler konuşuyor olacaktık. Savunmalarımda bu konuyu da ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. Gelinen noktada hala Kürt sorununun demokratik yöntemlerle barışçıl çözümünün mümkün olduğunu vurgulayarak, bu konuda ilk elden yapılabileceklere dikkat çektim.
Toplamında tarihe ve halklarımıza karşı duyduğum sorumluluğun bir gereği olarak hem kumpası ve yalanları teşhir ederek hakikatleri anlatmaya, hem de yaşadığımız sorunları çözmenin mümkün olduğuna dikkat çeken bir savunma stratejisi izlemiştim. Kitaptaki tasnif de bu akışı takip etti.
Savunmalarınızda hapishanede kaldığınız süreçte birçok yakınınızı kaybettiğinizi kayda düşmüşsünüz. Sizin de kayda düşmüş olduğunuz gibi; birçok siyasi tutsak bugün hala yakınlarına son görevlerini yerine getirmekte zorluklar yaşıyor. Böylesi acı kayıplar hapishane koşullarındaki bir insanı nasıl etkiler?
Özgürlüğünden yoksun bırakmanın telafi edilemez sonuçlar doğurduğu bir gerçek ancak size emek verenlerin, yakınlarınızın, sevdiklerinizin son zamanlarında yanında olamamak inanılmaz bir sızı bırakıyor insanın yüreğinde. Ve bu sızı asla dinmiyor. Tekrarı olmayan, benzeri olmayan, yerine hiçbir şeyi ikame edemeyeceğiniz bir durum, hani derler ya hakiki son… Ve siz, o son anları sevdiklerinizle birlikte yaşamıyorsunuz. Son görevlerinizi yapamıyorsunuz. Acınızı yakınlarınızla birlikte yaşayıp, yasınızı birlikte tutamıyorsunuz. Yaşadığınız sürece devam edecek bir yası, yüreğinizde bir sızı olarak taşıyorsunuz.
Savunmalarınız boyunca hapishane koşullarından pek bahsetmemiş olduğunuzu düşündüm. Hapishane koşullarını ya da yaşadığınız zorlukları değil; “Neden buradayız?”ı anlatıyorsunuz. Aman dilemeyen bu tutumun bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Öncelikle kadın bir siyasetçi olarak; “Neden?” diye sormak niçin önemli?
Soru sormayan, sorgulamayan, biat eden bir toplum yaratmak istiyorlar. “Neden” sorusu, direnmenin bir yoluydu benim için. Özellikle biz kadınlara “itaat et, rahat et” diyen bir zihniyetin karşısında, yapılanları sorgulamak, hakikati ortaya sermek, daha da ötesi “nasıl olması gerektiğini” anlatmak özgürlük arayışıdır. Özgürlük, iradeden bağımsız ele alınamaz. Hapishane duvarları fiziki engel yaratabilir ama asıl özgürlük sorunumuz, irademize karşı yapılan müdahaledir. Siyasi irademizin kabul edilmemesi, siyasi görüşlerimizin ve faaliyetlerimizin suç gibi gösterilmesi en büyük özgürlük sorunudur. Bu nedenle hapishane koşulları pek gündemimde olmadı. Demir kapılara, beton duvarlara rağmen; büyük özgürlük arayışının yolcusu olmaya gayret ettim.
Davacıyım, sizin 2016 sonbaharında başlayıp, 2024 ilkbaharında sonlanan siyasi tutsaklık döneminizi işliyor. Neredeyse sekiz yılı bulan bu süreci kayda düşmenin bir hafıza oluşturma kıymeti var kuşkusuz. Tarihi egemenlerin yazdığı bir düzende, ezilenlerin kendi tarihini anlatabilmesi hakkında neler söylemek istersiniz?
Tüm ezilenler açısından ama daha çok da kadınlar açısından egemenlerin yazdığı resmi tarih adeta avcıların tarihine benziyor. Tek taraflı ve bolca tahrif edilmiş…
KADIN ADETA TARİHTEN SİLİNMİŞTİR
Kadın özgürlük mücadelesi açısından, tarihteki kadın direnişini gün yüzüne çıkartmak, toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde kadınların rolünü görünür kılmak politik bir görevdir. Kadın adeta tarihten silinmiştir. Biz anlatmazsak, biz tarihe not düşmezsek öteki olma halini aşmamız mümkün olmayacak. Çünkü tarih sadece geçmişi anlatmaz aynı zamanda geleceği kurabilmek için önemli bir zemindir. Ezilenler yaşarken, direnirken tarih yazıyorlar aslında. Bunu kalıcı kılmanın, gelecek nesillere devretmenin imkanlarını da yaratmak gerekiyor. Kobane kumpas davası gibi tarihi bir davada yaşanan siyasal direnişi tarihe mal etmek gerekiyor. Her bir arkadaşın tutumu, duruşu, savunmaları çok kıymetli. Tamamının yayınlanması gerekir. Davacıyım kitabı da bunun bir parçası olsun istedim.
“Biz milliyetçilik, ırkçılık girdabında boğulmayacağız, o erkeklerin ideolojisidir, biz o kulvara girmeyeceğiz, biz kız kardeşlik hukukumuzu koruyacağız diye mücadele ettik” diyorsunuz. Yerel seçimlerin akabinde bölgedeki kadın başkanları ziyarete giden, sonrasında kayyumlara karşı itirazı yükselten güçlü bir feminist birikim var Türkiye’de. Bir bütün olarak Türkiye kadın hareketinin bugününü nasıl görüyorsunuz?
Uzun bir zamandan beri Türkiye kadın hareketi, en dinamik toplumsal muhalefet gücü durumunda. Kürt kadın hareketiyle, batıdaki kadın hareketlerinin, feminist hareketin ortak mücadele deneyimi oldukça güçlü.
TEKLİK DAYATMASINA KARŞI KADINLAR ÇOĞUL OLMAYI ÖĞRETTİ
Sokakta, meydanlarda birlikte olmak, politik tartışmaları birlikte yürütmek, ortak kampanyalar örgütlemek, kadın hareketine çoğul olmayı öğretti. Teklik dayatması tüm toplumsal alanları zehirlerken, kadınlar çoğul ve ortak olma kültürünü geliştirdi. Erkek egemen faşizan saldırılar zaman zaman kadın mücadelesini de zorladı ancak ortak mücadele kadınları bu saldırılara karşı güçlendiren önemli bir zemin oldu. Dayanışma ile başlayan ilişkiler, ortak mücadele deneyimine dönüştü ve giderek de gelişiyor. Bu nedenle ‘yeni bir süreç var mı yok mu’ tartışmalarının yapıldığı şu günlerde; kadınların öncülüğünde güçlü bir toplumsal çözüm iradesi açığa çıkarabiliriz diye düşünüyorum. Hem bölgesel gelişmeler hem de içerideki siyasal tablo; Kürt meselesinde çözümün egemenlere bırakılamayacak kadar hayati bir mesele haline geldiğini gösteriyor.
Neredeyse her konuşmanızda kadınlara ayrıca hitap ediyorsunuz. Kadınları özneleştirmek ve kadın mücadelesine yer açmak için özel bir emek verdiğinizi ise biliyoruz. O nedenle ben de son sorumuzu kadınlara ve barışa ayırmak istedim. Kitabınızda yer verdiğiniz; Kürt kültüründe köklü bir yeri olan, “beyaz tülbenti yere atma” geleneğini aktarabilir misiniz?
Kürtlerde en amansız çatışma anlarında, kadın beyaz tülbendini yere atarak, tarafları toplumsal ahlaka davet eder. Bu gelenek, kadının barış ve çözüm iradesini gösterir. Bu geleneğin arkasında güçlü bir toplumsal kabul vardır. Binlerce yıllık tecrübelerle oluşmuş bir kabuldür bu durum. Günümüzde de kadın barış hareketleri, bu toplumsal rızayı farklı yol ve yöntemlerle yaratmaya çalışıyor. Barış anaları beyaz tülbentleriyle, kamusal alanda barış iradesini görünür kılarak, bu çabayı sürdürüyor. “Beyaz tülbentlerimizle beyaz bir sayfa açabilir; yeni, demokratik, barışçıl bir yaşam inşa edebiliriz” diyorlar.
KÜNYE: Davacıyım, Gültan Kışanak, Dipnot Yayınları 2024, 300 sayfa.