Ceylan Yayınları tarafından basılan; Halkların Susturulamayan Yüreğinde- Sınırsız Savunmalar kitabını, sevgili Figen Yüksekdağ’a sorduk: Dava sürecini, adalet krizini ve kadın devrimini konuştuk
Kocaeli Kandıra Cezaevi’nde tutsak olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın, mahkeme savunmaları kolektif bir emekle okura sunuldu.
İlk olarak kitabınızın yazılış sürecini sormak isterim. Halkların Susturulamayan Yüreğinde Sınırsız Savunmalar’ı yazmaya nasıl karar verdiniz? Yazarının hapiste olduğu bir kitabı yayına hazırlamak nasıl bir süreçti?
Öncelikle kitabın hazırlanışı sürecinde neredeyse hiçbir dahlim olamadığı için, benim yerime de emek veren dostlarıma, yoldaşlarıma içten teşekkürlerimi iletiyorum. Ceylan Yayınları kolektifinden Sonnur Sağlamer’e, Fuat Uygur’a; yine hazırlık ve derleme sürecindeki emeğini esirgemeyen Songül Akbay’a; kitabın derleyicisi ve aynı zamanda dava avukatım olarak, bütün mahkeme süreçlerinde yanımda olan Sezin Uçar’a; savunma grubumun değerli avukatlarına, kitabın önsöz yazarı Sema Duru Baran yoldaşıma da şükranlarım bakidir.
Sözlerimiz Tarihe ve Topluma Söylenmiş Sözlerdir
Teşekkürlerin büyüğü ise imza, tanıtım etkinlikleri düzenleyen, katılan; DEM Parti Kadın Meclisi’ne, ESP ve Sosyalist Kadın Meclisleri’ne; kitabı okuyan, paylaşan, sözlerime ruhunu ve anlamını veren kadınlara, halklaradır.
Mahkeme sürecindeki sözlerimizin tarihe ve topluma söylenmiş sözlerdir. Aslında kitaba adını verenlerin de söylediği gibi halkların yüreğinden, hayat ve mücadelesinin bağrından doğmuştu. Dolayısıyla sadece günlük haber çıktılarında, mahkeme tutanaklarında sınırlı kalmayıp; tekrar halkların, kadınların bağrına dönmesi gerekiyordu. Bunun en uygun biçimi de kitap olduğu için, savunmaları basma kararı verdik. Yani kitapta yalnızca sözler bana aittir, bir ürüne dönüşmesi ise tamamen kolektif bir karakter taşır.
Hapishane koşullarından dolayı hazırlanma sürecine gerektiği kadar dahil olamadım. Bu yetmezliklere, dezavantajlara meydan okuyarak ve esas olarak da 9 yıldır halkımızla aramıza konulan beton duvarları yıkmak adına geliştirilmiş bir inisiyatiftir kitabın çıkışı. İnisiyatif alan ve emek veren herkese bir kez daha teşekkür ediyorum.
9 yıllık ve henüz tamamlanmamış olan bir yargılama sürecini tarihe not düşüyorsunuz. “Birkaç ömrüm daha olsa aynı şeyleri yeniden yaparım, yeter ki bir asra değecek davamız olsun” diyorsunuz kitabınızda. Tüm belleksizleştirme politikalarına karşın, ezilenlerin tarihini kayda düşmek sizin için ne ifade ediyor?
Bir siyasi darbeyle tutuklanıp, yargı kumpasıyla mücadele ettiğimiz ve neredeyse 9 yılı bulan süreç aynı zamanda, ezilenlerin mücadele tarihine kaydoldu. 2016’da başlayan yargı sürecimiz en başta da kişisel değildi, şimdi de değil.
Bizler de asıl hedefin siyasi mücadeledeki toplumsal kazanımlarımız ve direnç gücümüz olduğu bilinciyle kendimizi konumlandırdık. Bizler demokratik siyasetin merkezinde yer alırken bir asır dönüşüyor; eski esaret ve sömürü paradigmaları yıkılıp, sarsılarak içinden yeni doğuyordu. Tarihte bazı çağ dönümleri, gün dönümleri vardır.
Bu tutsak HDP’li siyasetçiler olarak kendi seçimimizin çok daha ötesinde, böyle bir asırlık değişim hareketinin ortasında yer aldık. Bu sürecin acılarını, yıkımını, kayıplarını, bedellerini gücümüzü zorlayarak göğüslemeye; kazanımlarını ve değerlerini de her koşulda savunup, sembolleştirmeye çalıştık.
Asra Değecek Dava
Kendi adıma, bir direniş alanı olarak gördüğüm mahkeme salonlarındaki bütün sözlerim ve duruşum eski çağı kapatıp yenisini açacak değerdeki toplumsal mücadele davasını savunmak içindir. Kürt halkının ve kadınlarının devrimci enerjisinin bütün Türkiye ve Ortadoğu toplumsallığıyla buluştuğu, sınırların yıkılıp yeni yaşam ve hakikat alanlarının açıldığı bir zamanın politikasını anlatabilmek ve yarına taşıyabilmek içindir.
Bunu ne kadar başardım- başardık bilemeyeceğim ama bir ömre ve bir asra değecek; toplumsal bir amacın ve davanın peşinden gitmekte hiç tereddüt etmedim. Yaptıklarımın sorumluluğunu üstlendim, yapamadıklarım için halklarımıza, kadınlara, bizleri seçen yurttaşlarımıza özeleştirilerimi verdim.
Ama hiçbir siyasal faaliyetimizin hukuken de siyaseten de hesabını vermedim. Bugün hala hiçbir yargı gücünün bizlere hesap sorma hakkı yoktur. Bu tutumun bedeli neyse ödedik, ödüyoruz. Fakat yüreği aynı büyük insanlık davası için atan milyonların gözünde ve gönlünde en küçük bir kırılmaya izin vermeyiz.
Mahkeme heyetine: “Türkiye’de yaşanan ağır bir kriz var, merkezinde de adalet krizi duruyor” diye anlatıyorsunuz. Kitapta, adalet krizine ve hukuksuzluklara ise geniş yer veriliyor. Ancak okurlarımız için sormak isterim: Kobane Davası özelinde gördüğümüz adalet krizinden biraz bahsedebilir misiniz?
Türkiye’deki yargı krizi HDP’li seçilmişler ve kayyum operasyonlarıyla eşgüdümlü olarak gelişti ve derinleştirildi. 2016’daki siyasi kumpas davalarıyla görevden alınıp tutuklanmayan belediye başkanı neredeyse kalmamıştı.
Bugün de anayasal ve yasal güvence altında olması gereken seçme ve seçilme hakkı, siyasi koçbaşına dönüştürülmüş yargı üzerinden çiğneniyor. İstanbul’un seçilmiş belediye başkanına kadar uzanan bir yargı operasyon ağından bahsediyoruz. Ne yazık ki muhalefetin genelindeki bizlere karşı yürütülen yargı kumpaslarına zamanında ve yeterli tavır almama sorunu krizi besledi.
Elbette meselenin asıl merkezi, rejimin yaşadığı yönetememe krizini, yargı gücü kullanarak giderme çabasıdır. 2017’de yönetim mekanizmasının tekçi düzlemde revize edilmesiyle birlikte, zaten yapısal arızaları olan kuvvetler ayrılığı işleyişi tümden devre dışı bırakılmıştı. O süreçten itibaren yargı kurumu siyasi iktidarın açık bir uzantısına dönüştürüldü ve iktidara rakip kuvvetlerin siyasi müdahale ile tasfiyesine, etkisiz hale getirilmesine kilitlendi.
Toplumda Manevi Bir Kopuş Yaşanıyor
Bugün yargı mekanizmaları öyle bir hale geldi ki; siyasi görev ve ayrıcalıklarından doğan üstünlüğü bütün topluma karşı kullanabiliyor. Adalet, dağıtılan bir şey olmaktan zaten çok uzaktaydı ama şimdi kimileri tarafından alınıp satılan, kimilerince keyfine göre yorumlanan ama temel olarak da dar iktidar tekelinin sömürdüğü bir kavrama dönüştü.
Aynı zamanda taht oyunları ve ittifakları da onun üzerinden yapılıyor. Yargıdaki derinleşen kriz, adaletin toplumsal anlamını ve ezilenler nezdindeki karşılığını dinamitledi. Adalet beklentisi yıkılan toplum, bugün doğal olarak güvensizleşti ve manevi bir kopuş yaşanıyor. Kobane davasında ise sistemin adalet krizinin ve yargısının en ağır biçimini gördük ve yaşadık. Varolan hukuki zemin ve kriterler bile alt üst edildi; yasalaşmamış, hiçbir kanunda dayanağı olmayan özel bir hukuk icat edildi.
Avukatlarımızın ve bizlerin konuşma içeriklerinde zaten mahkeme tarafından işlenen hukuk cinayetleri teker teker ve bütün olarak teşhir edildi. Ama davadaki son duruma baktığımızda bile, sürecin bütününü anlatmamıza gerek kalmaz. Zira ceza kararları verilmesinin üstünden bir yıl geçmesine rağmen mahkeme hala gerekçeli kararı yazmadı.
Böylece üst mahkemeye (İstinaf), başvuru olanağı devre dışı bırakılıyor. Temel bir hukuki kriter, hiçbir hukuki dayanağı ve başka örneği olmayan biçimde ihlal ediliyor. Sadece davanın bu hali bile Kobane davası tutsaklarının siyasi rehine olarak tutulduğunun kanıtı sayılır.
Savunmalarınızın neredeyse hepsinde kadınlara özel bir yer veriyorsunuz: “Bana dönük gerçekleştirilen siyasi linç operasyonlarına en çok hedef alınan özelliğim cinsiyetim, kadınlığım oldu” derken; bir davada, “Saçını süpürge eden kadınların çağı kapanıyor, saçını direniş ve bayrak yapan kadınların çağı” geliyor diye yanıtlıyorsunuz mahkeme heyetini. 21. Yüzyılda kadın hareketinin durumu sizin pencerenizden nasıl görünüyor?
Bütün toplumsal siyasal gelişmeler, 21. yüzyılın kadın çağı olacağını öngörüsünü doğruluyor. Rojava’daki kadın devrimi bugün başka bir aşamada ve devrimin toplumsal etkilerini, kazanımlarını tarihe mal edebilecek, bölge ve dünya kadın hareketlerine güç verebilecek bir eşikte duruyor. Türkiye ve Kürdistan bakımından kaderini sokakta çizen; yüzlerce yıllık kurtuluş özlemini politik güce dönüştüren bir yapılanma var.
Umut ve Özgüven Artık Tarihsel Olarak Kadınlarda
İran’da saçlarını isyan bayrağı yapan kadınların yarattığı deneyim ve ruh hâlâ Ortadoğu semalarında dolaşıyor. Kadınların bütün coğrafyalarda varlığını hissedeceği, bileceği kadın direnişi ve özgürleşme deneyimleri yeni çağa ışık tutuyor.
Bugün gittikçe bağımsızlaşan, ömrünü eril hegemonyaya feda etmekten cayan ve hayatı yeniden kazanan kadın; insanlığın tarihi, kültürü ve örgütlenmesi için geleceğe giden köprüyü kuruyor. Yani umut ve özgüven artık tarihsel olarak da bizimledir.
Sizin, “Bizler Meclise” demeniz, Türkiye’de IŞİD katliamlarına dönük yaptığınız konuşmalar, 8 Mart’ta kadınları selamladığınız basın açıklamaları dahi dava sürecinde “suç” başlıkları olarak irdeleniyor. “Önümüze çıkarılan şey hukuk hokkabazlığıdır. Şeklin ters konulmuş hali, yeni bir şekil değildir, ters konulmuş bir şekildir” tespitinizde bulunuyor. Ters yüz etme benzetmesine konu olan hukuki süreci aktarabilir misiniz?
Dava sürecimiz en başından itibaren hukuk kurallarının, usül kriterlerinin ve içtihatlarının alt üst edilmesi uygulamalarıyla doluydu. Siyasi ve anayasal hakların suç istinadına dönüştürülerek; ters yüz edilmesi ve bizlere karşı yargı silahına dönüştürülmesiyle ilerledi. Daha en başta seçilmişlerin yasama sorumsuzluğu, anayasadaki temel güvence hiçe sayılarak ihlal edildi.
Mahkeme tutanakları bu açıdan bir ibret vesikası ve sistemin utanç belgesidir. Bize dönük yargılama için özel olarak çıkarılan geçici, esasta da darbeci bir yasa maddesiyle dava sürdürüldü, ceza kararları verildi. Bugüne kadar deyim uygunsa hukukun illüzyonunu, mahkemenin de hologramını gördük. Siyasi erkin kılık değiştirerek ve yazılı hukuku istediği gibi evirip çevirerek gerçekleştirdiği bir yargılama yaşandı.
Bütün bu usulsüzlükler, gayri nizami siyasi operasyon uygulamaları bütün dava arkadaşlarımca ayrıntılı dile getirildiği için daha fazla uzatmayacağım. Esas olan şudur: HDP Eşbaşkanları ve MYK’sının tutsak edilerek yargılanması; halklarımızın, kadınların, bütün dışlanan, zulme uğrayan yurttaşların siyasette edindiği güçlü yeri işgal etmek, tasfiye etmek içindir. Bu tasfiye saldırısı başarıya ulaşamadı. Bizler hâlâ meclisteyiz, hâlâ direnenlerin yaşamında, kazanımlarındayız.
“Biz temsilen kadınların, halklarımızın ve bütün ezilenlerin sözünü bu zalim ve muktedir yapı karşısında söyledik. Sözümüzü sakınmadık. Bir meclis kürsüsü olabilir, bir mahkeme kürsüsü olabilir.” Diye tarihe not düşüyorsunuz. Biz okurlar, yargılama süreci boyunca aslında savunma yapmayan, aksine itirazını daha da yükselten bir konuşmalar dizisi okuyoruz. Bu tutumunuzun bir tesadüf olmadığı aşikar; size bu tutumu aldıran duyguları paylaşabilir misiniz?
Demokratik siyasette yer alanlar olarak, bu ülkenin en ezilen, gadre uğrayan ve uğradığı haksızlıkların, sömürünün acısını, öfkesini en çok yaşayan kesimleri temsil ettik. Doğal olarak en doğru, en kararlı, en cesur siyasi duruşu da bizim sergilememiz gerekiyordu.
Temsiliyet, aslını unutmadan ve onu en doğru, hakiki biçimde siyasete yansıtarak gerçekleştirilen bir görevdir. Bizler de bu ilkeyi merkeze alarak işimizi yapmaya çalıştık.
Gönül ister ki yaşadığımız ülkede doğrudan demokrasi ve bütün toplumun politikaya aracısız katılım hakkı sağlansın. Ama bu sağlanıncaya kadar aracılığı da en etkili ve halklarımızın taleplerini en güçlü şekilde savunarak yapılabiliriz. Bu zamansız, mekânsız bir yaşam duruşu ve felsefesidir; tutarlılıktan beslenir. Bizim tutarlık ölçümüz ise sokakta söylediğimizi mecliste de söylemek ve bir gün yolumuz mahkemelere düşerse o kürsülerde de sözümüzden caymamak, aksine onun gücünü, niteliğini yükseltmektir.
Halklarımızı, Haklılığımızı, Toplumsal Davamızı Savunuyoruz
Kişisel deneyim açısından, benim eşbaşkanlık, kadın temsiliyeti boyutuyla da emanet edilen iradeyi daha kararlı, etkili savunmam gerekiyordu. Kadın bilincinin, direncinin ve politik kazanımlarının çok ağır bir hücum altında olduğu koşullarda, savunma hattımızı en ilerden kurmak ve bizi dört yandan kuşatan eril hegemonya karşısında güçlü bir barikat kurmaya çalıştık.
Ben ve bütün kadın dava arkadaşlarım, aktif siyaset içinde olduğumuz süreçlerde olduğu kadar yargılama sürecinde de ikinci cins muamelesine maruz kaldık. Dolayısıyla bir kadın olarak cins ayrımcılığına, eril zorbalığa karşı sözümüzü, gücümüzü en yukarıdan ve cepheden üretmeliydik. Bu tavrın adı ise politik olarak savunma değil, yargılamadır.
Haklılık bilinci net olanlar, özgücüne güvenenler tarih boyunca böyle yapmıştır. Yaptığımız tek şey halklarımızı, haklılığımızı ve toplumsal davamızı savunmaktır. Gerisi bizlerin gözünden ve sözünden muktedirlerin yargılanmasıdır.