29 hafta boyunca gözaltına alındık, ısrarımızdan vazgeçmedik. Çünkü Galatasaray Meydanı bizim için sadece basın açıklaması okuyacağımız bir alan değil, orası zaman içerisinde kayıplarımızla buluştuğumuz bir hafıza mekanı haline geldi. Israrımız da bu nedenleydi. Karanfillerimizi bırakabileceğimiz başka bir yerimiz yoktu
İkbal Eren ile abisi Hayrettin Eren ve Cumartesi Anneleri/İnsanları mücadelesi hakkında konuştuk.
İlk mücadeleyi başlatan ailelerden birisiniz aileniz ve sizin için o ilk süreç nasıl başladı? Nasıl böyle bir mücadeleye koyuldunuz? Abinizin kaybedilme sürecini, hikayesini anlatabilir misiniz?
Abim Hayrettin Eren, 21 Kasım 1980’de Saraçhane, Haşim İşcan Geçidi’nden arabasıyla birlikte gözaltına alınarak Karagümrük Karakolu’na götürüldü. Biz bunu haber aldığımızda annem ve babam Karagümrük Karakolu’na gitti. Orada 5 arkadaşıyla birlikte Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğünü söylediler. Hemen Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne gittiler ancak Hayrettin Eren’in orada olmadığı cevabını aldıktan sonra tekrar Karagümrük Karakolu’na gittiler. Fakat 3-4 saat önce biz gönderdik diyenler bu defa yanlışlık olmuş biz Hayrettin Eren’i almadık diyerek gözaltına aldıklarını inkar ettiler. Defalarca abimin arabasını Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesinde görsek de inkar politikalarından vazgeçmediler. O dönemde gözaltı süresi 90 gündü. En kötü 90 gün sonunda bir cezaevine gönderileceğini düşünüyorduk ancak öyle olmadı. Süreç uzadıkça endişelerimiz artmaya başladı. İstanbul’daki cezaevlerini tek tek gezerek orada olup olmadığını kontrol etmeye başlamıştık. Süreç bizim için böyle başladı. 1995 yılına kadar aile olarak mücadelemizi sürdürdük. Resmî olarak başvurabileceğimiz bütün kurumlara zaman içerisinde başvurduk ama hiçbirinden yanıt gelmedi. Zaman zaman basın açıklamaları ile duyurmaya çalıştık. Darbe süreci olduğu için daha fazlasını yapamıyorduk.
Metris önünde mücadele verenlerin kurduğu İnsan Hakları Derneği ve Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği yürütülen mücadeleyi nasıl etkiledi?
1982 yılında kardeşim Faruk Eren tutuklanarak Metris Askeri Cezaevi’ne götürülmüştü. Bundan sonra mücadele farklı bir boyut kazandı. Cezaevindeki baskılara karşı aileler bir mücadele başlatmışlardı her fırsatta adalet bakanlığı içişleri bakanlığı gibi gidebilecekleri kurumlara gidiyor, basın açıklamalarıyla seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken gittikleri her yerde önce Hayrettin Eren’le ilgili bir dosya verip kayıp olduğunu belirtip akıbetini soruyor, daha sonra cezaevindeki baskılarla alakalı sorunları dile getiriyorlardı. Annem Elmas Eren de bu annelerden biriydi. Anneler Metris Askeri Cezaevi önünde öyle bir örgütlenmişlerdi ki, bu örgütlenmeden İHD ve TAYAD çıktı. Bu dernekler resmî olarak kurulduktan sonra onlar aracılığıyla basın açıklamaları yaparak ses yükseltmeye çalıştık.
Abinizle birlikte gözaltına alınan kişilerle görüşüp tanık olmasını istemişsiniz ve kabul de edilmiş fakat buna rağmen savcı Enver Özdemir tarafından dava açılmamış. Mücadelenizin karşısındaki devlet duvarı size duygu olarak nasıl hissettirdi?
Bu mücadele devam ederken aynı zamanda abimle birlikte gözaltına alınan kişilere ulaştık ve onlarla tanıştık. Bu hiç kolay olmadı. Kardeşimle birlikte adeta bir dedektif gibi çalıştık. Hepsiyle tek tek görüşerek hem olayın nasıl olduğunu öğrenmeye çalıştık, hem de onlardan noter aracılığıyla tanıklık yapmalarını istedik. Hepsi kabul etti. Zaten çıktıkları mahkemelerde de Hayrettin Eren ile birlikte alındıklarını ve onun da kendileri ile birlikte yargılanması gerektiğini beyan ediyorlardı. Bu konuda resmî dilekçeler de vermişlerdi. Ancak oradan da bir sonuç çıkmadı. Hepsi bulundukları yerden noter aracılığıyla Hayrettin Eren’le birlikte gözaltına alındıklarını ifade eden beyanlarını İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na göndermişlerdi. Fakat savcı Enver Özdemir buna rağmen dava açmadı. Bu beyanları görmezden geldi. “Ben bu davayı açarsam koltuğumdan olurum” demişti. Kendi koltuğunu korumak adına bir insanın kaybedilmesine göz yummuş, hukuku hiçe saymıştı. Yasalar insan yaşamını güvence altına almak üzerine yapıldığı halde yaşam hakkı elinden alınan Hayrettin Eren için ikinci defa yok sayıldı. Gücü elinde bulunduranların keyfi tutumunun aslında bu günden çok farklı olmadığını söyleyebilirim. Bu tür davranışlar bizim mücadelemizin çok kolay olmadığını da gösteriyordu.
Anne-babanıza, abinizin Karagümrük Karakolu’ndan Gayrettepe Karakolu’na götürüldüğü söylenmiş, bunun üzerine Gayrettepe’ye gidilmiş fakat orada olmadığı söylenmiş ve aileniz Hayrettin’in arabasını da Karagümrük Karakolu’nda görmüş. Bu durum aslında net kanıtlandığı halde yıllarca abiniz askerlik için çağırılmış, anne ve babanız da ifade vermek için her seferinde karakola gitmek zorunda kalmış ve bu durum 2012’ye kadar devam etmiş. Bu süreç size ne hissettiriyordu? 44 yıllık bir mücadele söz konusu ve gelinen aşamada devletin verdiği tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Abimin gözaltına alınmasının tanıkları olduğu halde arabasını Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesinde gördüğümüz halde Hayrettin Eren’in gözaltına alındığı hep inkar edildi. Her yıl askerlik dönemlerinde abim askere çağırıldı. Askerlik celbi getiren memurlara kayıp olduğunu söylediğimizde ‘o zaman karakola ifade verin’ diyorlardı. Annem ve babam her yıl ikişer kez bu nedenle gidip karakola ifade veriyorlardı. Bu çok ağır bir çelişkiydi. Bir taraftan devlete ‘oğlum nerede’ diye soran annem, diğer taraftan ‘oğlun nerede’ diyen devlete oğlunun kayıp olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu durum 2012’de babamın vefatına kadar devam etti.
Babamın vefatından sonra veraset ilamı alabilmemiz için abime gaiplik kararı çıkarmak zorunda kaldık. Yıllar önce abimle birlikte gözaltına alınan Ahmet Öztürk’ün “Hayrettin Eren’le birlikte gözaltına alındık, birlikte yargılanmamız gerekir” talebi görmezden gelinirken gaiplik kararı için Ahmet Öztürk’ün aynı beyanı kabul gördü ve Hayrettin Eren gaip ilan edildi.
Kayıp yakınlarını zorlayan, yıpratan bir süreç söz konusu. Yıllarca süregelen faili belli ancak devlet tarafından meçhul bırakılmış cinayetler, kaybedilmeler söz konusu. Bu süre içerisinde failleri yani kendini aklamaya çalışan devletin tutumunu ve zaman aşımı kararları nasıl yorumluyorsunuz?
Gözaltında kaybedilen sevdiklerimizin hangi tarihte nerede kaybedildiğini biz biliyoruz çünkü hepsinin tanıkları var. Dolayısıyla kaybedildikleri merkezlerde bu tarihlerde görevli olanların ve onların kaybedilmesinden sorumlu olanların kimler olduğunu biz biliyoruz. Yani failleri tanıyoruz. Bazıları için davalar açılmış olsa bile ya zaman aşımı ile dosyalar kaldırıldı ya da cezasızlıkla sonuçlandırıldı. Oysa insanlığa karşı işlenmiş suçlarda evrensel hukuk normlarına göre zaman aşımı olmaz. Bu nedenle bizim ülkemizde hem cezasızlığa karşı hem de zaman aşımına karşı yasaların düzenlenmesi taleplerimizden biridir.
Ailelerin dayanışmasından doğan güçlü bir bağ var ve bu bağ diğer mücadele alanlarına da örnek olmakta. Bize bu bağın gelişim sürecini ve şu an vardığı aşamayı biraz anlatır mısınız?
Biz 1995 yılına kadar aile olarak mücadele ettik.1995 yılında Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesinden sonra yürütülen kampanyalar neticesinde Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleri adıyla ‘gözaltında kayıp mücadelesi’ başlatıldı. Bu mücadeleye hepimiz teker teker katıldık ve ne kadar çok olduğumuzu gördük. Mücadeleye başlarken başka kayıplar olmasın diye başlamıştık. Cumartesi Anneleri eylemi bu ülkede gözaltında kaybetmenin neredeyse sona ermesini sağladı. Elbette bunun dışında sevdiklerimize ulaşmak, faillerin yargılanması, cezasızlığın son bulması gibi taleplerle oturduk. Birlikte olmak, omuz omuza mücadele etmek hem bizi daha çok güçlendirdi hem de aile olduğumuzu hissettirdi.
25 Ağustos 2018’de 700. hafta eyleminde ailelere polis saldırdı ve gözaltına alınanlar hakkında dava açıldı. Bu saldırı ve engellemeler daha sonrasında da devam etti. Bugün de Toplantı ve Gösteri Hakkı’nız kısıtlanmaya devam ediyor. Bu süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?
699 hafta Galatasaray Meydanı’nda her hafta bir kayıp için adalet istedik. Ciddi anlamda kamuoyu oluşturduk, Cumartesi Anneleri ve insanları olarak uluslararası düzeyde sesimizi duyurduk. Ancak cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin içişleri bakanı Süleyman Soylu’nun bu durum hoşuna gitmemiş olacak ki 700. haftada ciddi bir polis şiddeti ile karşılaştık. Anayasal hakkımızı kullanmak istediğimiz halde basın açıklamalarımız yasaklandı. 46 kişi gözaltına alındı, Cumartesi Anneleri hakkında dava açıldı. Bu dava hala sürüyor. 2018 yılından 2023 yılına kadar basın açıklamalarımızı İHD önünden ve sonrasında sosyal medyadan yaptık. 900. hafta nedeniyle Gülseren Yoleri ve Maside Ocak’ın Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Bu başvuruya Anayasa Mahkemesi Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması yapmamızın bir hak olduğuna dair karar verdi. Bu kararın ardından 2023 Nisan’ında tekrar Galatasaray Meydanı’na çıkmaya karar verdik. 29 hafta boyunca gözaltına alındık, ısrarımızdan vazgeçmedik. Çünkü Galatasaray Meydanı bizim için sadece basın açıklaması okuyacağımız bir alan değil, orası zaman içerisinde kayıplarımızla buluştuğumuz bir hafıza mekanı haline geldi. Israrımız da bu nedenleydi. Karanfillerimizi bırakabileceğimiz başka bir yerimiz yoktu. Direnişimizin sonucunda İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın ‘Cumartesi Anneleri’nin mağduriyetini gidereceğiz’ sözüyle başlayan valilik düzeyindeki görüşmeler neticesinde 10 kayıp yakını ile sınırlandırılmış olarak Kasım ayından bu yana Galatasaray Meydanı’na çıkıyoruz. Polis bariyerlerinin önünde açıklama yapmak bizim için son derece zor bir durum. Bu durumun aşılacağı umuduyla 1000. haftaya gelmiş bulunuyoruz.