'4 Ocak’ta kampüste buluştuğumuzda ben tekrardan çok güçlü hissettim kendimi. O his bambaşkaydı. Biz haklı bir şey için oradayız… Onun verdiği güçlendirici etki, bana tekrar dayanışmanın önemini anlattı.'
Boğaziçi Üniversitesi direnişi geçen cuma 40. günü geride bıraktı. 600’ün üzerinde öğrenci gözaltına alındı, 25 öğrenci ev hapsinde tutuluyor, 9 kişi hâlâ tutuklu. Yeni yılın ikinci günü Resmî Gazete’de yayınlanan bir kararnameyle 12. Cumhurbaşkanı'nın beş üniversiteye yeni rektör atadığı duyurulmuştu. Bu üniversitelerden Boğaziçi’nin payına AKP’li Melih Bulu düştü. Böylece üniversite içinde hem hocaların hem de öğrencilerin farklı cephelerden yürüttüğü direnişin fitili ateşlendi.
Boğaziçi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün (BÜKAK), bir gece saat 2’de İletişim Başkanlığı’nın yayınladığı bir tweet’le kapatılan Boğaziçi LGBTİ+ Kulübü’yle ortak kullandığı oda bir mazeretle gece yarısı polis tarafından basıldı ve kapısının kilidi değiştirildi. Yeni anahtar rektörün cebinde, kimseye vermiyor. BÜKAK’tan gerçek isimleri bizde saklı iki öğrenci okul gündemini feminist bir perspektifle Yeni Yaşam Kadın Eki için değerlendirdi.
* Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanmamış olsa, bugünlerde ne yapıyor olurdunuz?
Leyla: Aslında büyük fark yok, yavaş ilerliyor ama çalışmalarımıza devam ediyoruz. Her yıl ilk dönem temel feminizm okumaları yaparak başlıyoruz, orada amacımız yeni gelen üyelerimizle birlikte temel bir feminist perspektif edinmek. Bilinç yükseltme grupları gibi bu okumalar.
Gülten: Aile, çalışma yaşamı, ekonomi militarizm üzerinden okumalar yapıyoruz. İkinci dönem 8 Mart’ın da denk gelmesiyle biraz daha 8 Mart’a yoğunlaşan bir dosya çalışması yürütüyoruz, ilk dönemden aldığımız birikimle. Kadın eserleri kitap sergimiz oluyor. 8 Mart’ı bir haftaya dönüştürerek okulda kutluyoruz. Yani eğitim araştırma faaliyeti ve bir de bunun kamusallaştığı bülten süreci söz konusu. BÜKAK normalde şu anda bülten sürecinde olacaktı. Yılda iki defa bülten çıkarıyoruz, sonbahar ve ilkbahar döneminde. Kampüsteki genel toplumsal cinsiyet çalışmalarımızı kamusallaştırıyoruz, feminist gündemde ya da okulun gündeminde ne varsa onları üretime çevirdiğimiz bir alan oluyor bültenler. Fakat okul gündemi bu kadar yoğunken, gece haberleriyle, saat 2’lerde verilen kararlar, atılan maillerle öğrendiğimiz haberlerle okul gündemini takip etmekte zorlanıyoruz. Hangi birine yetişeceğini bilemiyor insan. Bir yandan mücadelenin içinde bu üretime devam edebilmek, feminist dayanışmayı böyle bir yerden kurabilmek çok iyi.
* Kayyum rektör haberini nasıl aldınız? Birbirinizle nasıl haberleştiniz?
Leyla: 2 Ocak günü uyandığımda aldım haberi, telefonum binlerce mesajla doluydu, bir önceki gün konuşulmaya başlanmış gruplarda. Sürekli bir telefon trafiği içinde olduğumuzu hatırlıyorum. Önce Melih Bulu kimdir diye araştırmaya girdik. Sonu gelmeyen bir toplantılar silsilesi oldu. Çoğunda nasıl devam etmeliyiz, neleri etkileyecek bu adamın gelişi gibi konuları tartıştık. 4 Ocak günü ilk eylemimizi yaptık. Okulda hiç görmediğim insanlarla toplantılarda karşılaştım.
Gülten: İlk anda 40 gün boyunca alanda olacağımız, 40 gün boyunca bunu protesto etmeye devam edeceğimiz aklıma gelmezdi.
Boğaziçi öğrencilerinin eylemi 40. günü aşkın süredir devam ediyor.
* İlk yüz yüze buluşma anınız nasıldı?
Gülten: Kendi aramızda 8 Mart 2020 gece yürüyüşü pandemiden önceki son toplu yürüyüştü, şanslıymışız 8 Mart’ı yapabildik diyorduk. 4 Ocak’ta kampüste öğrencilerle, arkadaşlarımızla buluştuğumuzda ben tekrardan çok güçlü hissettim kendimi. O his bambaşkaydı. Korkunç bir süreç, bir kayyum rektör ataması, tamamen antidemokratik bir yöntem, biz haklı bir şey için oradayız, dayanışma içindeyiz. Onun verdiği güçlendirici etki, bana tekrar dayanışmanın ve bir arada bir şeylere karşı durmanın önemini anlattı. Aslında Zoom’dan saatlerce konuşmuşuz, ondan önceki aylarda da bir araya gelme imkânımız fazla olmamış, bir anda herkes tekrar birlikte. Beni çok etkilemişti o gün.
Leyla: Rektör atanma haberi şaşırtıcı değildi, zaten bekliyorduk, ama bu kişinin Melih Bulu olması bizi şaşırttı. Muhtemelen yine Mehmet Özkan’ı atarlar, ilkesel birtakım eylemler olur ama onlar da kısa süre içinde söner gibi bir durum bekliyordum. Böyle bir şey yapmaları inanılmaz, hareketi de büyüten bir şey oldu. Uzun zamandır bir araya gelemiyorduk, 4 Ocak’taki buluşma çok heyecan vericiydi. Kalabalık olacak mı, kimler destek verecek, polis olacak mı, diye düşündüğümüzü, polisin saldırmasından çok korktuğumuzu hatırlıyorum. Önceki gün bir sürü avukat numarası, gözaltına alınırsak şu numarayı arayacağız diye tüm gruplarda geziyordu. Aslında çok kaygılı ve bir yandan heyecanlı gittik oraya, ama gittiğimizde büyük bir kalabalığın olduğunu görmek çok güçlendirici bir duyguydu. Hâlâ birlikte okulumuzu savunabiliyoruz diye düşündüm.
* Banu Güven’in kayyum rektör atanmasına dair Clubhouse’da yaptığı yayında Boğaziçi hocalarından biri, “Biz bunu biliyorduk ama hazırlanmadık, hata yaptık” dedi.
Leyla: Öğrenci eylemleri ve hocaların tavırları farklılaşıyor. Ben de hocaların hazırlık yapmadıklarını düşünüyordum. Mehmet Özkan zamanından bu yana gündemlerinde miydi bu mesele? Özellikle Barış Bildirisi’nden sonra korktukları ve sindikleri bir süreçten geçtik. Zor zamanlardı onlar için. O yüzden anlayabiliyorum kaygılarını, ama bir yandan da toplu duruşlarını daha önce sergileyebilselerdi, ya da en azından sembolik bir seçim yapıp aday sunabilselerdi keşke. Bu toplu duruşa erişebilmeleri de çok kolay olmadı diye gözlemliyorum.
Öğrencilerin eylemlerine hocalar da rektörlük binasına sırtını dönerek destek veriyor.
* Sizin hocalarla ilişkileriniz nasıl?
Leyla: Burada eylemi düzenleyen çok farklı ekipler var, hepsinin de eğilimi değişiyor, hocalarla kurdukları ilişki de çeşitleniyor. Birçok konuda destek alıyoruz hocalardan, bürokratik bir yolla bir şey deneyeceğimiz zaman destek sunuyorlar. Hocaların öğrencilere desteği eylemlerde görünür bir şey, sırt dönme eylemlerinde de, sosyal medya üzerinden de. Ama hocalarımız da hedef gösterildi Akit’te.
* Okulun idari personelinin, hizmet personelinin nasıl bir yaklaşımı var?
Leyla: İdari personel çok kaygan bir zeminde, rektörün iki dudağının arasında işleri. İçerden kim nasıl düşünüyor biraz biliyoruz ama bunun ötesinde bir eylemlilikte bulunmaları gerçekçi gelmiyor bana. Bu süreçte benim konuştuğum çalışanlar da çok kaygılılar. Aslında onlar Melih Bulu’yu daha yakından tanıma fırsatına erişiyorlar bu süreçte, Mehmet Özkan dönemini aradıklarını düşünüyorum.
* Boğaziçi öğrencisi olmak toplumun pek çok kesiminde yüceltilen bir sıfat. “Türkiye’nin en zeki çocuklarına reva mı bu” diyenler çıkabiliyor. Burada okuyanlar, toplumdan ayrı, değerli, elit bir tabaka gibi görülüyor. Okulda buna nasıl bakılıyor?
Gülten: Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin geri kalanından bağımsız bir yer değil kesinlikle. Bir üniversite sınavına girip bir kampüse adım atınca bir anda kimse farklı biri olmuyor. Aslında insanların geldikleri arka plan ve okulda yaşadığı karşılaşmalar onları değiştiriyor. İlk 100’e giren, ilk 1000’e giren öğrencilere de mi bu yapılır fikri, eğitim düzeyi üzerinden öğrenci savunusu yapmak; haklı talepleri görmek yerine öğrencilerin oraya gelirken yaptıkları dereceler ya da okulun sözde var olan kültürü üzerinden savunmak çok yanlış, antidemokratik bir şey. Kimse hakkının savunulması için bir şeyleri başarmak ya da kendini birine kanıtlamak zorunda değildir. Üniversiteye geldikten sonra şunu fark ettim, Boğaziçi Üniversitesi’nde bir kültür varsa eğer, bu mücadeleyle kazanılmış bir kültür. Öğrenci kulüplerinin, LGBTİ+’nın, Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nun kurulmasıyla aslında böyle bir alan kazanıldı. Hiçbir şey Boğaziçi Üniversitesi’ne gökten inmedi, okul bir fanusa dönüşerek ayrılmadı Türkiye’den. BÜ içinde çok fazla ayrımcılık da oluyor, taciz de oluyor, mobbing de oluyor, bunlar devam ediyor. Bu kampüs benim için bir mücadele alanı.
Leyla: Kesinlikle böyle, ama bu söylemi benimseyen, gerçekten fanus içinde yaşayan öğrenciler de var. Biz BÜKAK’ta çalışma yürütürken taciz olduğunun farkındayız burada, ama bu ifşalar olana kadar BÜ’de taciz var deyince şaşıranlar oluyordu. Öyle bir illüzyon yaratıyor birtakım karşılaşmalar yaşamayan, ülkenin katlanarak baskıcı bir ortama dönüşmesini gözden kaçıran insanlar için. Biz 2016’dan başlayarak okulda yapılan eylemleri anlatmak üzere bir yazı yazıyoruz şimdi. Öyle bir anlatı çıktı ki, insan görünce neler olmuş diyor. Hepsi küçük küçük olduğu için art arda sıralanmazsa bir şey ifade etmeyebilir. Mesela bir etkinlik iptali olmuş, turnike gelmiş, kimlik göstermek zorunda kalmışız. Bu Boğaziçi kültürü dediğimiz şeyin yavaş yavaş bozulduğunu da gösteriyor.
* Kayyum atanan başka üniversiteler de vardı. Pamukkale Üniversitesi mesela. Orada neler oluyor, biliyor musunuz? Destek mesajı geliyor mu oralardan size?
Gülten: BOUN Dayanışması twitter hesabında bir sürü üniversitenin dayanışma mesajlarını görüyorum. Okula başka üniversitelerden arkadaşlarımız geldi. Dışarıda yapılan eylemler de bunun için oluyor, kampüse giremiyorlar çünkü. Nasıl dayanışacağız, bir arada sesimizi duyuracağız, eylemler dışarıda mı olacak içeride mi sorularıyla ilerleyen bir tartışma var.
Leyla: LGBTİ+ dışında her kimliğin bir makbulü var. Makbul sunulanı, makbul olmayanı, terörist ilan edileni var.
* Bugün Boğaziçi Direnişi’nde kadınların ve LGBTİ+’ların sesinin daha yüksek çıktığı söylenebilir mi?
Leyla: Boğaziçi’nde zaten güçlü bir kadın mücadelesi var. BÜKAK bunun önemli bir parçası, ama sadece BÜKAK üzerinden göremeyiz bunu, yılların birikimi söz konusu. Okulda açılan toplumsal cinsiyet dersleri, feminist hocalarımız, okulda feminizmle tanışan bir sürü öğrenci bir mücadele pratiği geliştirdi. Hem feminist mücadelenin hem de LGBTİ+ mücadelesinin eylemlerde görünür olduğunu düşünüyorum. Eylemlerin başından beri trans ve gökkuşağı bayraklarını mesele ettiler. Bu soruyla çok sık karşılaşıyorduk, ben çok garipsiyordum. Neden olmasın ki, bir eylem alanına herkes kendi sözüyle, varlığıyla gelemez mi? Bu görünürlük açısından çok önemli, Boğaziçi kültürü denen şeyi de yansıtıyor. Alanda dağıtılan ve herkesin hiç garipsemeden aldığı bayraklar bunlar. Bunun sorun teşkil etmesi bence Türkiye’yle çarpışma noktasıydı. Kayyum rektörün profiline baktığımız zaman, AKP’li olduğunu görüyoruz. AKP’nin kadın politikasının biliyoruz, LGBTİ+ politikasının biliyoruz ve bunun üzerinden bir saldırıyla karşılaşacağız, bunu da biliyoruz. Bu yüzden taşıyorduk o bayrakları. İlk kapatılacak kulübün LGBTİ+ olacağını biliyorduk, şaşırtıcı değil. Sadece bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum. Sudan bir sebeple kapattılar. Biz başından beri, “Cinsiyetçi rektör istemiyoruz” sloganı atıyoruz, bunu da nereden biliyoruz, ilk gün Twitter hesabına baktığımızda gördüğümüz bir tweet vardı, “Anneniz anlamıyorsa doğru bir şey yapıyorsunuzdur” gibi saçma sapan bir şey yazmıştı. Keza gördük, yine attığı tweet’te BoğaziçiLGBTRezaleti heştegini kullandı. Bu inanılmaz bir hedef göstermeydi. Kendi öğrencilerini hedef gösteren bir atanmış rektörden bahsediyoruz. Kamuoyunda eylemimize ne kadar karşı çıkış geliyorsa, bir o kadar da destek buluyoruz. Mesela “Kayyumşah” diye bir şarkı yapmıştık Sibel Can’ın “Padişah” şarkısından çevirdiğimiz. Teyzem mesaj attı bana, “Şarkıyı ne güzel yapmışsınız” diye. O bayraklara dair hiçbir fikri yok, ama oradaki söz haklı ve karşılığını bulduğunu görmek enteresan tüm o fobiye karşı.
Gülten: Ben bir eylem alanına gittiğimde ya da kampüste örgütlenme faaliyeti içinde yer alacağım zaman düşündüğüm şey, bu feminist bir yapı mı, ben bu yapıya nasıl feminist bir söz götürebilirim, nasıl bu yapının daha feminist bir şekilde kurulmasını sağlayabilirim oluyor. Aslında belki en büyük kazanımlarımızdan biri bu. Eşitlikçi ortam kuruluyor mu, herkes temsil ediliyor mu, herkesin sözünü söylemesi için güvenli bir alan var mı diye soruyor, bunun için mücadele ediyoruz kampüste. İçerde her zaman hayal ettiğimiz gibi olmuyor tabii. Okuldaki sol geleneklerin örgütlenme pratiklerine baktığımda feminist perspektif eksikliği görüyorum.
Leyla: Sadece BÜKAK’la ilgili bir şey değil bu, okuldaki bütün feminist öğrenciler bunu yapmaya çalışıyor. Daha müzakereci bir demokrasinin açığa çıkması bu karar alma süreçlerinde çok önemli. Birbirini ikna ederek, rasyonel sebeplerini de sunarak bir şey yapmak çok önemli. İstediğin demokrasi anlayışını da kendi pratiklerine taşımış oluyorsun böylece. Çünkü biz bu çok antidemokratik bir süreç diyoruz, kimsenin fikri alınmadan bir rektör atandı buraya derken biz de aynı süreci işletmemeliyiz. Tüm o ayrımcılıklar göz önünde bulundurulursa, belki bazı insanların sözünün öne çıkarılması, pozitif ayrımcılığın da öncelenmesi gereken bir süreçteyiz.
* Gezi’de de feminist söz böyle her yere yayılarak dolaştı. Siz bugünkü direnişi tarih içinde gezdirince nerelere yakın görüyorsunuz?
Gülten: Bu zor bir soru. Ben 23 yaşındayım, bu 23 senede neler neler oldu, ama sanırım tarihsel bir yere oturtmaya çalıştığımda pandemi çok önemli. Bu, eylem ve örgütlenme dinamiklerini çok etkiliyor, özellikle öğrencilerin bir araya gelmesi açısından. Gezi sosyal medyanın hayatımıza biraz daha girdiği bir dönemdi. Oradan benzerlik kurulabilir, ama buradaki mücadeleyi tarihsel bir yere oturtmamız gerekecekse Türkiye’deki akademi mücadelesiyle organik bağını akılda tutmamız gerekiyor. Türkiye gündeminin çok karışık olduğu bir döneme denk geldi bütün bunlar, ama bir yandan YÖK’ün kurulmasından itibaren 80’lerdeki darbe sonrası kurumların akademiye darbesiyle işleyen bir süreç. Onunla birlikte düşünmeliyiz. Mesela ODTÜ’nün başına gelenler: ODTÜ’de Verşan Kök rektör olarak atandığında Kavaklık eylemi, işgal ve protesto süreci olmuştu. Üniversiteler özelindeki direniş ve dayanışmalarla daha çok bağlantısını kuruyorum. Çünkü bir yandan öğrenci hareketine içkin gibi geliyor, ama içindeyken insan göremiyor, belki beş yıl sonra başka türlü bakacağım. Barış imzacısı hocalarımızın geçirdiği döneme bile benziyor. Korumaya çalıştığımız şey akademinin özerkliği ve kendine ait ruhu.
Leyla: Geçenlerde Murat Sevinç’le açık ders yaptık. “Artık bu sistem son kalıntıları da yok etmeye başladı, bu yüzden ayaktasınız” gibi bir şey söyledi, bence bu çok önemli. Hiçbir zaman akademi pirüpak değildi, hiçbir zaman akademi özgürdü diyebileceğimiz bir dönemle karşılaşmadık. Ama biz burada son kalıntıları korumaya çalışıyoruz. Bence açık dersler yapıyor olmamamız çok kıymetli. Alternatif bir okullaşma pratiği. O süreçte bir sürü hocamızla başka üniversitelerden hocalarla açık dersler yaparak aslında bu süreci tartıştık. Yaptığımız şey hakikat arayışıydı. Bunu bir üniversite mücadelesi olarak görmemek bana garip geliyor. Gezi’yle çok paralellik kuruldu. Buradaki insanların birçoğu Gezi’de de bulunmuştur, Gezi pratiği zaten toplumsal hareketleri çok etkiledi, o yüzden elbette paralellik kurulabilir, ama Boğaziçi Üniversitesi’ndeki mücadele ülkenin tüm sorunlarını üstlenmek zorunda değil gibi geliyor bana. Burada başka bir mücadele pratiği var ve talebi net. Elbette biz başka toplumsal sorunlara yönelik tartışmalar yapan öğrencileriz, buralara dair görüşlerimiz, sözlerimiz var, ama bunların hepsi bu mücadelenin altında olmayabilir.
* Kulübün ortamı nasıl? Hiç görmemiş birine mektupla anlatsanız ne dersiniz?
Leyla: BÜKAK’ın önemli olmasının sebebi liseden yeni çıkmış öğrencilerle karşılaşmamız. Lise süreçlerimiz birbirinden çok farklı, çünkü o kadar çabuk değişiyor ki eğitim politikası. 15 Temmuz sürecini lisede görmek, Gezi’yi lisede görmek, bunların hepsi farklılaşıyor ve gelenler de sürekli birbirinden ayrışıyor bu yüzden. Büyük karşılaşma alanları kulüpler. Çok farklı arka planlara sahip bir sürü öğrenciyle karşılaşıyoruz ve birlikte değişiyoruz kulüp içindeki çalışmalarla. Kulüp odası herkese açık. Bizim kulüp odasını kazanmamız da enteresandır: 2015’te geldim okula, bize kuzey kampüste başka bir kulüple ortak küçük bir oda vermişlerdi. Oraya sığmamız imkânsızdı, kabul etmedik, okulda arayışa çıktık. Güney kampüste şu anda kulüp odamızın bulunduğu yer ambardı, orayı istedik. Eşyalarını biz seçtik, o süreçleri hatırlamak da garip geliyor, hele ki şu anda o odaya giremezken. Pek çok kulübün odası erkek yurdunun içinde, orası da çok güzel, ortak bir çalışma alanı var. Çok az kulübün odasına dışarıdan girebiliyorsunuz, bizimki onlardan biri. Öğrenci faaliyetleri binasının arka tarafında, göz önünde değil. Anahtar her üyemizde olabilir, sürekli açık değildir ama biz oradayken herkes gelip gidebilir. Eylem süreçlerinde de öyle oldu, bir sürü insanın girip çıktığı bir yerdi. Biz odamızı LGBTİ+ ile ortak kullanıyoruz. Odada bu sebeple arama yapıldı, kilidi değiştirildi.
Boğaziçi Üniversitesi, öğrencilerin eyleminin başladığı günden bu yana polis ablukasında tutuluyor.
* Direniş şimdi nasıl yürüyor?
Gülten: Cuma günü kırkıncı gündü, kırk gündür okulda yeni adıyla kayyumluk binası önünde bir nöbet sürdürüyoruz. Aslında öğrencilerin okulda nöbete katılması için her zaman açık etkinlikler oluyor. İnisiyatif alan müzik grupları sözünü müzikle söylüyor. Bunun uzun erimli olduğunu aklımızda tutarak çeşitli üretimlerle alanda kalıyoruz. Bundan sonrasında da böyle devam edecek gibi.
Leyla: Yakın zamanda dışarıya yönelik çağrı yok, ama bu her zaman tartışılan bir şey. Şimdilik okul içindeyiz, nöbete devam!
* Sürekli dinlediğiniz şarkıların listesini alabilir miyiz?
Gülten: Kırk gündür direnişlerde çok ürettik. Bir sürü şarkı düzenledik. Alanda ilk günlerde beri bir grup müzisyen arkadaşımızın “Yuh Yuh”un sözlerini değiştirerek uyarladığı şarkıyı çok sık dinliyoruz. “Kayyumşah” dinliyoruz. Öğrencilerin yaptığı ve daha protest tınısı olan müzikleri tercih ediyoruz. Gizli Özneler diye bir grup oluştu anonim. Onlar çok güzel parçalar çıkardı. Metallica dinledik. Bandista, Cem Karaca dinliyoruz, halay da çekiyoruz. Okulun kapısına kelepçe vurulduğunda sürekli Hande Yener’in “Kelepçe”sini dinledik. Bazen bir rap şarkısı, sonra birisi tekno altyapılı protest bir şey hazırlamış, onları dinliyoruz. Şarkılarla kendimizi nasıl ifade edebiliriz diye düşünüyoruz. Çok heyecanlı bir süreç. Hangi müzik türünden olursa olsun, insanın temelinde sözünü söylediği parçaları tercih ediyoruz.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri Sibel Can’ın “Padişah” şarkısını yeni koşullara göre uyarladı: https://twitter.com/direnbogazici/status/1352214274278633474?s=20