Lars Von Trier 3’lemesinde Kadın, Erkek, İnsan olmak… (2)
Von Trier, nasıl ki filmin ilk sahnesinde kadın ve erkeğin cinselliğini apaçık gösteriyorsa, kadın ve erkeğin arasında yaşanan şiddeti de apaçık şekilde göstermekten çekinmiyor
“Bir şey görebilmemiz için ilk önce karanlığın gözlerimizi yıkaması gerekir.”
Thomas Mann
“Depresyonda olan bir uygarlık: Lars Von Trier 3'lemesinde Kadın, Erkek, İnsan olmak” yazı dizisinin ilkinde Von Trier’in 3’leme filmlerinde temel aldığı çelişkiler, kırılmalar ve eleştiriler üzerine söz kurmaya çalıştım. Serinin ikinci bölümünü oluşturan bu yazıda ise bahsettiğimiz olay ve olguların üç filme nasıl yansıdığı, karakterlerin bu temalara nasıl oturtulduğu ve sonuç olarak Von Trier’in bize ne söylemek istediğine dair söz kurmaya çalışacağım.
“Cennetten çıkan bir şiddet anlatısı: Antichrist”
Antichrist (2009) yapımı Türkçeye “Deccal” olarak çevrildi. Film, isimleri olmayan bir kadın ve erkeğin 5-6 yaşlarındaki çocuklarını kaybetmeleri ve kadının yaşadığı bunalımdan psikiyatr olan eşi ile yaşadıkları gerilimi konu alıyor.
Film çiftin sevişme sahneleri ile başlıyor. Kamera sevişen çifti gösterirken, aynı anlarda küçük çocukları yatağından çıkar, çiftin odasına kadar gelir ve “anne-babasına” baktıktan sonra sandalyeye çıkarak kendini açık olan pencereden aşağı atar.
Kadın çocuğunun kaybını atlatamaz, uzun bir süre hastanede tedavi görür. Kadının psikiyatr eşi, iyileşme sürecinden uzak eşini kendisinin tedavi edebileceğini söyleyerek hastaneden çıkarır. Bu sürece kadar “eş” ilişkisiyle gördüğümüz çift, artık hasta ve doktordur. Kadının yas ve “iyileşme” süreci; artık duygusal ihtiyaçların karşılanacağı bir iyileşme süreci değil, ilaçlarla tedavi edilmesi gereken bir “hastalıklı” durumdur.
Erkek, zamanla eşine herhangi bir hastası gibi yaklaşarak hiyerarşik bir ilişki içine girer. Bu durum filmin gidişatı açısından önemli bir kırılmadır. Erkek, kadının tedavi sürecine en çok korktuğu şeyin/şeylerin üzerinde durarak başlar. Kendilerini kadının olmaktan en çok korktuğu yer olan “Eden” (Cennet) adındaki ormanda, küçük kulübelerinde bulurlar. Von Tirer; ormana Eden (Cennet) ismini vermesi ebetteki bir tesadüf değildir. Eden bir “cennettir”, imgesel olarak kadın ve erkeğin var oldukları ilk yer ve sonrasında cennetten kovularak “insan” olacakları ilk yerdir. Klasik yaradılış mitinin içindeyiz. Lilith ve Adem’in ya da Havva ve Adem’in hikayelerinin başlangıcında, cennetindeyiz.
Eden aynı zamanda kadının 15. ve 17. yüzyıllar arasında, kadınların erkekler tarafından cadı olarak yakılarak katledilmeleri üzerine tez çalışması yaptığı yerdir. Bu yer çok geçmeden korkularının, kadın ve erkeğin hikayelerinin başladığı yer olacaktır.
Kadın ve erkek arasında klasik yaradılış mitinden esinlenerek kadının “doğasının” ve onun cinselliğinin lanetlendiği, “insan” olmakla başlayan uygarlığın bu lanetin sonucu olduğuna dair bir diyalog geçer.
Erkek: Eden neye sebep oldu?
Kadın: Materyallerimin arasında beklediğim bir şeyle karşılaştım. Kötülük insanoğlunun doğasında varsa, dolayısıyla…
Erkek: … kadının doğasında da mı vardır? Dişinin doğası
Kadın: Kadın ırkının doğası. Kadınlar bedenlerini yönetemez. Doğa yönetir. Kitaplarımda da yazdım bunu.
Erkek: Araştırmalarında kullandığın kitaplar kadınlara yapılan kötü şeylerle ilgiliydi. Ama sen bunları kadınların kötü olduklarına dair kanıt olarak mı anladın? olayı eleştiren tarafta olmalıydın. Tezinin konusu buydu.
Kadın: Boş ver. Neden öyle dedim bilmiyorum.
Ve sonrası tufan…
Kadın ve erkek arasında talep ve beklentilerin karşılıksız kalması ile birlikte aralarındaki gerilim sürekli yükselir.
Cinsellikle – şiddetin içe geçtiği, arzunun cezalandırma isteği ile yer değiştirdiği varlık-yokluk mücadelesine dönüştüğü bir döngüde her ikisinin de yaşamda kalmasının yolu kalmamıştır. Von Trier, nasıl ki filmin ilk sahnesinde kadın ve erkeğin cinselliğini apaçık gösteriyorsa, kadın ve erkeğin arasında yaşanan şiddeti de apaçık şekilde göstermekten çekinmiyor. Sevişmenin, filmin sonunda kadının erkeğin “erkekliğini” taşla ezmesine, kadının ise, kadın cinselliğinin lanetli olduğu verili düşüncesiyle kendini cezalandırarak klitorisini kestiği boyutlara varan bir şiddet haline dönüşüyor. Film, kaçınılmaz olarak varlık-yokluk savaşında ya kadının ya da erkeğin tek kalması gerektiğini söylüyor. Erkek, kadını boğarak öldürür. Filmin burada bitmesi gerekirken Von Trier’in söyleyeceği bir sözü daha vardır. Uygarlığın inşacı aklı, bilimin yaratıcısı olarak gösterilen rasyonel erkek, kadınların 15. ve 17. yüzyıllar arasında cadı oldukları gerekçesiyle ateşler içerisinde çarmıha gererek yakıldıkları gibi öldürdüğü kadını, büyük bir ateş içerisinde çarmıha gererek yakıyor.
Yaratılış miti ile uygarlığın başlatıldığı tarih, kadınların yok edilişleri, katledilmeleriyle başlıyor. Cinselliklerinin erkekler tarafından kontrol edilen, üzerinde tahakküm kurulan, var olabilmeleri bu tahakküme itaat edip etmemeleri ile mümkündür. Antichrist filminde de aradan geçen yüzyıllar sonrasında dahi uygarlık tarihin başladığı Eden’da (Cennet) sistematik bir katliamın devamında, kadınların katledilmeleri üzerinden erkeklik var oluyor.
“Bir çare olarak yok oluş ve kıyameti arzulamak: Melankoli”
Melankoli, psikolojik olarak kişinin az hareketli ve normalden daha heyecansız bir hayat tarzını sürdürdüğü depresyondan kaynaklanan bir duygu durum bozukluğu anlamında kullanılır. Bu filmde aynı zamanda bir gezegenin adı olarak geçmektedir. Bu adlandırmanın ilhamı Akrep takımyıldızındaki Antares’tir. Roma’nın (batının) koruyucusu, savaş tanrısı Ares’in diğer adı, Semavi dinlerde dört büyük melekten biri olan Uriel’i simgeleyen yıldızdır. Von Trier filmlerinde her ismin, görselin veyahut nesnenin anlatmaya çalıştığı bir şeyler vardır. Filmin ismi ve gezegenin anlatmak istediği bir şeylerin olması gibi…
Melankoli filmi, Antichrist’ten sonra 2011 yılında Lars Von Trier tarafından yazılıp yönetildi. Von Trier filmini "Bu bir düğün, melankoli ve psikolojik bir felaket filmi" sözleriyle nitelendirirken, kendisinin de depresyonda olduğu bir dönemde çektiğini yer yer itiraf etmektedir.
Filmin ilk bölümü kalabalık bir kadroya sahip olsa da sonrasında abla kardeş olan Justine, Clarie ve Clarie’nin eşi John etrafında şekillenmektedir.
Film, bir limuzinin içinde düğününe yetişmeye çalışan Justine ve müstakbel eşi Michael’in macerası ile açılır. Justine ve Michael biraz gecikmişlerdir ama misafirler yerini almış, keyifli vakit geçiriyordur. Her şey güzel görünüyordur. Büyük bir malikânede gösterişli bir düğünle evlenen Justine ve Michael için her şey olması gerektiği gibi gidiyordur. Fakat çok geçmeden düğünde olan her bir karakterin ayrı arızalarına, güç savaşlarına, mutsuzluklarına ve gerilimlerine tanıklık ederiz.
Reklamcı olan Justine, düğünü boyunca patronunun yeni reklam için slogan bulması tacizine ve babasının ayrıldığı annesi ile yaşadıkları gerginliğe maruz kalır. Justine tüm bu gerilim içerisinde bir de evlenmenin ağırlığı içinde mutluluktan hızlıca uzaklaşmaya, ruhsal olarak çökmeye başlar. Düğündeki kalabalık Justine’yi bunalıma sürükler. Justine için işler kontrol edilemeyecek bir noktaya geldiğinde ise Micheal düğün gecesi Justine’yi terk eder.
Tüm bunlar yaşanırken filmin hikayesinin kurulduğu bir olay da yaşanmaktadır. Dünyaya Melankoli adıyla bir gezegen yaklaşmaktadır. Dünyanın gündemi bu gezegenin dünyaya çarpıp çarpmayacağıdır.
Filmin ikinci bölümünde ise Justine’nin aylar sonra depresyonda olarak ablasının evine geldiğini görüyoruz. Ayakta durmakta zorlanan, adım atmaktan korkan, yaşayan bir ölüye dönen Justine’ye ablası kucak açmıştır. Karakter özellikleri ile Justine ve Clarie birbirlerinin zıddıdır. Clarie iyi bir anne, iyi bir eş toplumsal tüm normları ve düzeni kabul eden, hayatını bu düzenle yaşan bir kadın iken; Justine duygusal olarak inişli çıkışlı, toplumsal düzenin makul görmediği, kendisinin de bu normları kabullenmediği bir karakterdir.
Yaklaşan Melankoli adlı gezegenin varlığı da Justine ve Clarie için aynı anlamlara gelmez. Yaklaşan gezegenin dünyaya çarpacağını düşünen Clarie, çocuğu ve sevdikleri için kaygılanmaktadır. Clarie’nın yersiz kaygılarına karşı eşi John onu bilime, bilimin söylediklerine çağırmaktadır. Yine karşımızda bilimle hemhal içinde olan rasyonel erkek ile karşı karşıyayız. Antichrist’te olduğu gibi bilim, akıl ile özdeşleştirilen erkeğin varlığını görürüz. Filmde John Clarie’ya “Antares; Merkür’e çarpmadı. Çarpmayacağını biliyorduk. Venüs’e çarpmadı. Çarpmayacağını biliyorduk. Dünya’ya çarpmayacak, çünkü çarpmayacağını biliyoruz. Bilim adamının sözüne güven” der. Böylesi bir rasyonellik içinde melankolinin dünyaya çarpacağına inanmak hurafelere inanmak, akıldan yoksun olmak, aklın yetersizliğinin kendisi olmaktır. Bu nedenle eşi Clarie’nin korkularını ve endişelerini hor görmektedir.
Justine ise Melankoli’nin gelişini sakinlik ve soğukkanlılık içinde karşılamamaktadır. Justine’nin kendisini kabul ettiği, içine girdiği çıkmazdan kurtulmaya başladığı, depresyondan çıkmaya başladığı süreç Melankoli’nin ışığında çırılçıplak kaldığı gecenin sabahında tanıklık ederiz. Kendine gelen Justine bu çarpışmanın insanlığın kurtuluşu olacağına inanır.
John ve bilim yanılmış, Melankoli dünyaya çarpmaktadır. Yanılmış olmanın ve yok oluşun ağırlığını kaldıramayan John, erkekliğin kırılganlığı ile hakikatten kaçarak güç ve asaletin simgesi olan atların yanında, ahırda ilaç içerek intihar etmiştir. Justine sessizlik içinde, Clarie ise korkular içinde Meloankoli’nin dünyaya çarpacağı anı beklemektedirler. Korkunun ve sakinliğin iç içe geçtiği bu süreçte Justine’nın yeğeni için tahta parçaları ile yaptığı “sihirli mağara” adını verdikleri çadırda 3’ü el ele tutuşarak insanlığın yok oluşunu karşılarlar.
Film, toplumsal bir depresyona vurgu yapar gibidir. Bu depresyonun kökenine ilişkileri yerleştirir. Aslında bu şekilde bir yaşamın kökten bir yıkıma gitmesi, aksi halinde var olamayacağını, bunalımdan çıkamayacağını söyler Trier.
“Beklenmedik anda ateşlenen bir silah: Nymphomaniac”
Nymphomaniac; Türkçe haliyle ‘nemfomanyak’, seks bağımlısı olarak tarif edilmekle birlikte, “doyumsuz, güçlü cinsel istek duyma” şeklinde de açıklanmaktadır. İlginç olan ise sadece kadınlarda görülen psikolojik bir rahatsızlık olmasıymış. (Hiç inandırıcı bulmadığımı belirtmek isterim)
Üçlemenin son filmi olan Nymphomaniac (nemfomanyak), 2013’te gösterime girdi ve iki bölümden oluşuyor. Trier üçlemesinin takvimlendirmesine ikişer yıl ara ile sadık kalmış görünüyor. Türkçeye “İtiraf” olarak çevrildi ve neden böyle isim verildiğini anlamak zor!
Bana göre filmde “itiraf” edilen herhangi bir şey yok.
Filme dair düşünmeye başlamadan önce net olarak belirlememiz gereken bir konu var. “Güçlü cinsel istek duyan” bir kadının arzusunu ve bu arzusu için yaptığı her şey karşısında nasıl tavır alacağız? Bu kurgunun kadın karakteri yerine erkek bir karakter olmuş olsaydı aynı şeyi mi düşünecektik?
Bu iki sorunun cevabı filme dair tüm düşünlerimizi de belirleyecektir.
Film, Seigman adında yaşlıca bir erkeğin sokak arasında yerde yatan Joe’yi görmesi ve yardım etmek amacıyla onu evine davet etmesiyle başlar. Seigman’nın Joe’nun sokak ortasında bulduğu hale nasıl geldiğini sormasıyla Joe hayat hikayesini anlatmaya başlar. Seigman’nın da sorduğu sorularla Joe’nin neler yaşadığını öğrenirken Seigman’nın da nasıl biri olduğunu öğrenmeye başlarız.
Joe’nin bazen eğlenceli, bazen de dramatik hikayesini kendisinden dinlerken, Seigman’ın araya girerek Joe’yu yönlendirmesi, Joe’nun hayatının hangi bölümlerini dinleyeceğimizi yada dinleyemeyeceğimizi belirlemesi açısından anahtar işlevi görmektedir. Seigman yaşlıca, asosyal, aseksüel, bakir bir erkektir. Seigman resim, müzik, edebiyat, matematik, astronomi mitoloji, psikoloji vb. sanat ve bilime dair entelektüel donanıma sahiptir. Von Trier, diğer filmlerinde olduğu gibi bilimi ve sanatı erkeğe bahşetmiştir. Kuşkusuz bu sadece Von Trier’in kişisel bahsedişi değildir. Uygarlığın düalist düşünce sistematiğinde akla dair olanın erkekte somutlaştırılmış hali ve egemenliğinin beyaz perdedeki tezahürüdür.
Joe küçük yaşlardan itibaren bedenini ve cinselliğini keşfeden, cinselliğinin farkında ve arzulayan bir kadın olarak büyür. İlk deneyiminden itibaren arzularının ve taleplerinin peşinde giden, toplumun kadına biçtiği “rolleri” ve “ahlakı” reddeden, sınırlarını yıkan- altüst eden ve bunun bedelini topluma ödemek zorunda kalsa bile iradesinden ve rızasından taviz vermeyen bir kadındır. Âşık olduğu adamla evlenir, bir çocukları olur. Güçlü cinsel isteği ve toplumun “ahlakı” arasında kalan Joe bir süre “seks bağımlılığı” (çünkü öyle diyorlar) tedavisi görmek için grup terapilerine başlar. Terapi, kadınların duygularının dizginlenmesini ve terbiye edilerek tedavi edebilmesini amaçlamaktadır. Toplum tarafından “normal” karşılanmak amacıyla bir süre bu terapiye devam eden Joe, “kendisi olma” ve “istenilen kadın” olma arasındaki çelişkiden sıyrılarak terapi sırasında: “Hepiniz toplumun ahlak polislerisiniz, göreviniz müstehcenliğimi dünya üzerinden kaldırarak, soylu sınıfınızın iğrenmesini engellemek. Ben bir nemfomanyağım ve kendimi seviyorum” der ve terapiyi bırakır. Joe toplumun/uygarlığın/patriarkanın yarattığı kadın olmayı reddeder. Kutsal anne rolünü kabul etmez ve çocuğunu terk eder. Evliliğinde kutsal sadık eş olmayı kabul etmez. Evliliği uzun sürmez, boşanırlar. Yaşadıklarını ve kendisini gizlemez, varlığını inkâr etmediği gibi başkasının onun varlığını inkar edişini/etme çabasını asla kabul etmez. Hayat ya tesadüflerle dolu ya da bilinç dışı bir şekilde eylemlerimizin sonucudur. Bunu bilemiyorum. Yıllar geçmiş toplum ve onun normları Joe’ya hiç adil davranmamıştır.
Çünkü Joe’yu bir sokak arasında, yerde kanlar içinde bırakan ilk aşkı, evlendiği erkektir.
Joe, Seigman’a hikayesini uzun uzun anlattıktan sonra, artık uyumak istediğini söyler. Joe’nın yattığı odadan çıkar Seigman, bir süre sonra penisini okşayarak Joe’nun odasına girer ve Joe’ya tecavüz etmek ister. Joe’nin hayır cevabını alan Seigman: “Yüzlerce erkekle seviştin benimle de sevişebilirsin” demesi üzerine silahını çeker ve Seigman’ı vurur.
Bence Von Trier’ın filme dair en büyük anlatısı, bittiğini sandığımız bu anda gerçekleşir.
Toplumun ahlaksızlık, hastalık, düşkünlük olarak işaret ettiği kadın cinselliğinin bağımlılık ve tedavi edilmesi gereken bir zehirlenmeymiş gibi davranmasına, erkeğin bir kadına onun iradesi, talebi dışında sahip olmasının normalleştirilmesine karşı Joe’nın net tavrıdır burada söz konusu olan.
Çünkü filmde rıza ve sınırları, seçimler ve onların getirdiklerine dair kişisel hikayemizi nasıl kurduğumuz gibi bağlamlar var. Bu bağlamlar bugün kıran kırana yaşanmakta, her gün deneyimlenmektedir. Küresel düzeyde süren ‘me too’ hikayelerini yeniden hatırlamak lazım.
***
Bu üç filme dair, sonuç yerine belki şunu belirtebilirim;
3’leme kendi içinde benzer kurgu ve akışa sahip olmakla birlikte giriş-gelişme ve sonuç diyebileceğimiz bir hikâye akışı veremiyor. Özelikle Antichrist’te yaradılış efsanesi ile kadın – erkekten yola çıkarak başlattığı uygarlık, Melankoli filmiyle dünyaya çarpan gezegen ile yok ediyor. Hâl böyle olunca, serinin son filminde beklenen ise ilk ikisinden yola çıkarak “yeni” olana dair bir şey anlatmasıdır.
Trier yeni bir şey anlatmaz.
Von Trier serinin son filmiyle tekrar başa döner ve insanları işaret eder.
İnorganik toplumunda kadın, erkek insan değişir mi sorusu ile karşı karşıyayızdır…
Özetle: Bu üç film;
Uygarlığın yarattığı insan değişmeyecek der gibidir…