“Kırık Şehir” feministlerin ezeli gündemi kadına yönelik erkek şiddetinin bir süredir bütün toplumun gündemine dönüştüğü bugünlerde feminist zihin jimnastiğine imkân veren bir roman. Romanın yazarı Raşel Meseri’yle ikinci romanı üzerine söyleştik
“Kırık Şehir” kıyametin koptuğunu düşündürecek şiddetteki bir fırtınanın kenti tahakküm altına aldığı bir günde geçiyor. Öte yandan üst üste işlenen erkek cinayetlerine dair kaynağı belirsiz haberler kenti kasıp kavuruyor. Adliye yolunda trafiğe sıkışarak bir takside mahsur kalan Berrak, şebeke izin verdikçe avukat arkadaşı Zeliha’dan ve kadınlara yönelik işlediği suçlar cezasız kalan erkekleri döven Gece Avcıları adlı çeteye mensup yardımcısı Yeşim’den neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyor. “Kırık Şehir” feministlerin ezeli gündemi kadına yönelik erkek şiddetinin bir süredir bütün toplumun gündemine dönüştüğü bugünlerde feminist zihin jimnastiğine imkân veren bir roman. Romanın yazarı Raşel Meseri’yi takip edenler uzun yıllardır belgesel filmleri, öyküleri, tiyatro oyunları, çocuk kitapları, romanları, fotoğrafları ve çizimleriyle sunduğu zengin dünyaya tanıklık ediyor. Meseri’yle ikinci romanı üzerine söyleştik.
* “Kırık Şehir”de sarkıntılık etmeye ve tecavüze yeltenen erkekleri döverek cezalandıran Gece Avcıları adındaki kadın çetesi bugün olsa ne yapardı?
Kitabın geçtiği mekân, tarihsellik veya olaylar bugünden çok farklı değil. Benzer bir iklimden geçiyoruz. Sonuçta bizi böyle düşünmeye iten şey, kadına yönelik erkek şiddetinin dinmediği bir iklimde ve bunun yasal, hukuksal, vicdani, ahlaki karşılığının görülmediği ve çaresizlik yarattığı noktada duyulan isyan. Kadınlar her türlü şiddete uğruyor ve hiçbir şey olmuyor, erkeklerin yanına kâr kalıyor. Buna cezasını madem kimse vermiyor ben vereyim diye düşünüyorsun, yoksa bu bir şiddet güzellemesi değil. Gece Avcıları tohumları üç dört yıl önce atılan bir düşünceydi. Kadın direniş örgütlerini de olabildiğince izlemeye çalışıyorum.
* Kitapta da bahsi geçen Hindistan’da adalet sistemi tökezleyince erkekleri cezalandıran Pembe Çete’nin de bu yerli çeteye ilham verdiğini söylüyorsun bir söyleşinde.
Pembe Çete’nin hoşluğu ironik tarafının da olması. Bir yandan ceza kesiyorlar, bir yandan da aşağılama yoluna gidiyorlar. Şiddeti uygulayan kişilerin erkini elinden alacak bir mizah anlayışları var. Şu anda kullanılan, şiirsel bir ifade gibi görünen ama ataerkil zihniyeti sapına kadar anlatan eril failliği elinden aldığın anda kişinin düşeceği durumu düşünün. Tıpkı kitapta adliye sarayındaki o külyutmaz hâkimlerin, savcıların farelerle cebelleşirken düştüğü zavallı ve çaresiz durum gibi.
* “Eril faillik” ne demek?
Tek başına başka yerde duymuş olsam bana bu kadar çok şey düşündürtmeyebilirdi, ama tacizlerle konu edilen popüler bir personanın bunu taciz ettiği kadınların ifşaatları karşısında söyleyince, kader gibi ele alınınca insanın tüylerini diken diken ediyor. Bir erkek eril fail bir persona içerisinde doğup büyüyor ve onun dışına çıkmayı neredeyse imkânsız sayıyor. Ne yaptıysam eril fail olduğum için yaptım, suçum kabahatim yok, bu bana verilmiş bir misyon, kader, ayrıcalık, doğuştan bir hediye deyip bununla hareket ettiğim için esasen suçlu değilim diyor. Bunun korkunçluğunu aklım almıyor. Bir de sözlerle, sözcüklerle ve zihniyetlerle yazan bir insan bunu söyleyen. Sen şayet eril failliğin ne olduğunu bu yaşına kadar çözmemişsen neyi çözmüş olabilirsin? Sonradan verdiği söyleşi de eril failliğini ne olduğunu çok güzel açıklıyor zaten.
Raşel Meseri'nin "Kırık Şehir" romanını bitirdikten sonra yaptığı resim serisinden.
* Sevgilisi erkek şiddetine kurban giden bir kadın olan Yeşim, Gece Avcıları örgütüne hemen katılamıyor. Neden?
Doğru bulduğumuz bir şeyin örgütü içerisinde her zaman yer alamayabiliriz. Örgütlülük çalışması başka bir disiplin ve adanmışlık gerektiriyor. Yeşim’in hemen girememesinin sebebi ise kırık parçalarının hâlâ tam olarak birleşmemiş olmasından, kendine duyduğu güveni hâlâ tesis edememiş olmasından kaynaklanıyor. Fakat sonrasında hayat o pratiği uygulayabileceği bir durumla karşı karşıya getiriyor kendisini ve dahil oluyor Gece Avcıları’na. O kadar öfkeliyiz ki, o kadar büyük bir mağduriyet var ki ceza kesilmemiş olması hakikaten acayip bir isyana, öfkeye götürüyor insanı, bir şey yapma isteği duyuyorsun. Bunu yapan bir sürü kadın, hukuk dünyası içinde bununla ölümüne mücadele eden kadınlar var. Ama fiziksel bir şey yapma isteği duyuyorsun. Kadın ve çete yan yana geldiğinde absürd geliyor kulağa. Sinema ve edebiyatta çok karşılığı var. Sonuçta “Kırık Şehir”deki mesele kadınların çoğul olarak ceza kesmesi. Ama çizgi romanlarda, en popüler sinemada da bunun örnekleri çok fazla. Adaletin dağıtılmak istenmediği, tam tersine bu tip şiddetin kendi düzenine su taşıyacağını bildikleri bir noktada işlemeyen bir adaleti kişisel olarak dağıtmak istiyorsun.
* Kitabın geçtiği bir gün zarfında kopan fırtınada biri adliyede diğeri takside mahsur kalan Berrak ve Zeliha nasıl avukatlar? Senin kafandaki adliye manzarası nasıldı?
Berrak’ta da, Zeliha’da da tanıdığımız, gördüğümüz feminist avukatların etkisi var. Daha çok sosyal davaları üstlenen kadınlar bunlar, kendi içlerinde dayanışması olan, bununla ilgili kafa yoran, bunu dert edinen kadınlar. Birkaç Barış Akademisyenleri duruşması takip ettiğim için adliye binasına dair kafamda bir yapı vardı, o koridorlar, bariyerler vs. Ama onun ötesinde şiddete uğrayan kadınların davalarını da sürekli basından izliyordum. Dolayısıyla gözün görmediğini akıl tamamladı.
* Kitapta haberlere referanslar var hep. “Canavarca duygularla işlenen cinayet” gibi aklımıza çakılan cümleler geçiyor. Özel bir basın takibi yaptın mı kitap için?
Dert edindiğim bir konu olduğu için o haberleri zaten takip ediyorum. Her türlü bilgi kimi kulaklara gider, kimi gözlere ulaşır. Sonuçta anaakım medya varken, matbu gazeteler hüküm sürerken üçüncü sayfa haberleri vardı, bu tip haberler orada yer alırdı. Bayağı bir okur kitlesi de var bu haberlerin. Zaten gazetenin en değerli üçüncü sayfasına konuyorsa çoğunluğun ilgisini çekiyor demek ki cinai haberler, şiddet olayları. Günümüzde daha görünür olma sebebi sosyal medyanın devreye girmesi. Eskiden de vardı, şimdi sosyal medya olduğu için daha çok duyuluyor. Sadece hırsızlık ya da şiddet olayları değil, adalet sisteminin de işlememesiyle beraber, özellikle kadına yönelik şiddetin arttığını da düşünüyorum. Çünkü erkekler ceza görmüyor, ceza görmedikleri, yapabildikleri için yapıyorlar. Verilen bir paye gibi, eril fail denilen hikâye onların imkânları doğrultusunda ve yasal olarak da tanındığı için artış gösteriyor. Fakat bunun karşısında bir direniş kumaşı da örülmeye başladı ki o da çok sevindirici, eril şiddet ne kadar yükselirse kadının sesi de o oranda yüksek çıkmaya başladı. Kadın kadının kurdudur gibi iğrenç bir laf vardır, hayır kadın kadının yurdudur. Yurttaşlık ve kardeşlik sistemi kurulduğu oranda kadının örgütlenmesi, dayanışması, direnmesi yükseliyor. Sonunda kadın direnişi kazanacak tabii ki.
* Kitapta sık sık müzik çalıyor. Ayta Sözeri radyoda şarkı söylüyor. “Kum Gibi”yi, “Kara Sevda”yı duyuyoruz. Bir yandan da bir seçim telaşı var, oy isteyen siyasetçi, “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” nakaratını tekrarlıyor. “Aşk İçin Ölmeli” neden bu kadar çok tekrar ediyor?
Tarihsel olarak hikâye bir seçim dönemine denk geliyor. Benim kafamda bu aşk lafının çok fazla geçtiği yerel seçimlerdi. İstanbul aşkla seviliyor, aşkla elde edilmek, aşkla kucaklanmak isteniyor, şehre aşkla hizmet verilmek isteniyor, yani aşkın, keyfin, zevkin hiç yakışmayacağı ağızlarda bu kadar fütursuzca kullanılması bayağı kanımı donduruyordu. Fakat bunu kanımı donduran başka bir şeyle birleştirmeyi düşündüm. “Aşk İçin Ölmeli” Sezen Aksu’nun şarkısı, o şarkı çıktığından itibaren müzikalitesine dair değil söylediğim, o sözler kanımı dondururdu. Aşk için ölmemeli insan, hiçbir şey için ölmemeli. Tam tersine yapılan her şey, hele aşksa söz konusu keyif, mutluluk, paylaşım, üretim, bir sürü şey için yapılmalı. Ağza yakışmayan aşk kelimesiyle aşk için ölmeyi arzu eden ve buna çağıran bir şarkının yan yana gelmesi kafamda çok iyi çakıştı. İki sevmediğim unsuru bir araya getirme ihtiyacını hissettim. Ayta Sözeri’yi de severim, dinlerim, Ona bir selam göndermek istedim.
* Hikâye distopya gibi görünse de aslında şehirde insanların başına gelmeyen şeyler değil bunlar. Bir gerçeklik payı var. Sen de yazarken böyle mi düşündün?
Küçük zaman dilimlerinde geçen büyük anlatıları seviyorum. Bu hikâye de bir günde, hatta birkaç saatte geçiyor. Tam bir distopya sayılamaz. Öte yandan distopyayı fırtınaların, dolunun, yağmurun damgasını vurduğu bir günde değil, olan bitenlerin seyrinde aramak gerekiyor. Fakat orada ütopya ile distopya birbirlerine sürekli göz kırpıyor. Birisi nerede başlıyor, ötekisi nerede bitiyor? O arayüzlerde dolaşmayı çok seviyorum. Benim distopya sevgim Ursula K. Le Guin’vari, J.G. Ballard’vari bir bilimkurgu sevgisidir.
* Bir önceki büyüklere masallar romanın “Köpekbalıklarının Kayıp Şarkısı”nda da hayvan karakterler vardı. Burada da trafiği kocaman bir kaplumbağa gibi tarif ediyorsun.
Bir önceki kitapta da yapmaya çalıştığım bir şeydi. Bir biçimde Androposen Çağı’na bir kılçık atmaya çalışırım. O kitabı konumlandırma konusunda zorluk çekti insanlar. Kahramanların bir kısmı insan olmayan canlılardı, özellikle seçmiştim bunu. Masalcı tarafım olmasından değil, onlardan da çocuksu olmayan bir kahraman çıkabileceği için. Buradaki kaplumbağa hikâyesi de öyle. Göz ardı edilen, sadece insanlara hizmet etmek, onları mutlu etmek için barındırılan canlıların varlığına küçücük bir imada bulunmak.
"Düdük hayatımıza Gezi direnişiyle beraber girdi, bir girdi pir girdi. Ondan sonra hiç kopamadım düdükten," diyen Raşel'in düdük koleksiyonundan bir kesit.
* Kitapta erkek cinayetlerinin sebebini bir virüse bağladığın bir kısım var. Ama şimdi mücadele ettiğimiz koronavirüsten farklı: “Kadınların maruz kaldıkları cinayet, tecavüz, darp ve türlü çeşitli zorbalıklar sonucunda akmış vücut sıvılarından üreyen yeni bir virüs yayılıyor dünyaya. Beslenmesi için erkek kanına ihtiyaç duyan bir virüs bu. İntikamcı! Hesap sormak için yanıp tutuşan! Kadınlara yapılan kötülükleri anımsayan bir bilinci var. Bir şiddet hafızası. Dünyada kadın kanı döken her kimse onu bulup cezasını vermeye veya öldürmeye güdümlü. Virüs akla ilk geldiği gibi erkeklere musallat olmuyor. Tersine, kadınların aklına yerleşiyor. Kadınlar onun sayesinde kendilerini güçlü ve umutlu hissetmeye başlıyor.”
Kitabı bir sene önce Aralık ayında teslim etmiştim yayınevine, editörü de Seçkin Erdi’ydi. Pandemi ilan edilmeden önce basılacağı belliydi, nisandaki İzmir Kitap Fuarı’na yetişecekti. İlk olarak adı “Salgın”dı kitabın. Pandemi ilan edildikten sonra bu ismin yanlış anlaşılabileceğini düşündüm. Sanki durumdan yararlanıyormuşum gibi algılanabileceğinden endişelendim. Bilgisayarımda hâlâ ilk taslakların adı “Salgın” olarak bulunuyor.
* Gece Avcıları’nın hepsinin birer düdüğü var. O nasıl girdi hikâyeye?
Ben de boynumda bir düdük taşıyorum. Anahtarlıkta vardır bir düdüğüm, çantamda da mutlaka vardır. Bazen çocuklarla iletişim kurmak için onlardan yararlanırım. “Bak düdük var” deyince bayılıyorlar. Tabii hayatımıza Gezi direnişiyle beraber girdi, bir girdi pir girdi. Ondan sonra hiç kopamadım düdükten. Sokak toplantılarında, buluşmalarda hep düdüğüm vardır. Ama boynumdakini depremden sonra astım. Düdüğün ikili bir anlamı var, biri caydırıcı, korkutucu, diğeri de kazanılmış hak olarak bizlerin düdük kullanması var, protesto etmek istediklerimize karşı.
* Azad, Berrak’ın trafikte birlikte mahsur kaldığı taksi şoförü. Dalga dalga yayıldığı iddia edilen erkek cinayetlerinin morgda kanıtı olan tek örneğine karısı Gule şahit oluyor. Babası bir devlet cinayetine kurban gittiği ve adalet yüzü görmediği için Berrak’ın adalet mücadelesine yakın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tam öyle mi bilmiyorum. Azad’ı biraz çözümlersen Kürt olması sebebiyle adaletin Kürtlere yönelik yüzünün ne olduğunu biliyor, ama Türklere yönelik adaleti çok iyi bildiğinden emin değilim. Azad hümanist, karısını çok seven ve iyi kalpli birisi, devletin tokadını da yemiş ve sindirilmiş bir insan aynı zamanda. Ama o da bir tür kadın tornasından, karısının tornasından geçmiş bir eril fail sonuçta. Berrak’a yaşça büyük olduğundan, avukat olduğundan saygı duyuyor. Onun hakkını teslim ederken statüsünden ve büyüklüğünden dolayı onore ediyor, yoksa kadın kırılganlığı taşıdığını düşünüyor. Berrak’ın çanta yoklamasında korkuya kapılıyor, hakikaten kadınlar erkekleri öldürüyorsa ben de tehlike altında mıyım diye kaygıya, anksiyeteye giriyor. Azad bilgiyle değil, hisle adalete yakın bir insan. Bilinçle tercih edilen bir şeyle hisle kabul edilen arasında yine de bir fark var.
* Kitapta erkek örgütleri diye bir kitle açıklamalar yapıyor, erkekleri sokağa çağırıyor. Kim onlar?
Onlar kadınları taklit etmeye çalışıyorlar, ama yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar tabii. O toplantılar şiddete yönelik protesto amacı gütmüyor, ellerine geçirdikleri bütün kadınları şiddetten geçirmeye yarıyor. Orada olumsuzlayarak tersine çevirdim. Kaldı ki kitap boyunca erkeklere yönelik şiddetin olup olmadığı da tartışılıyor. Bunu okuyucuya bıraktım. Erkeklerin öldürüldüğünü varsayan var, bu bir kurgu diyen de var. Erkekler henüz kesinleşmeyen bir şey karşısında bile iktidarlarını kaybetme korkusuyla sokağa dökülüyor. Sokağa çıkmalarını bunun ironisi, karikatürize edilmiş hali olarak algıladım, öyle yansıtmayı amaçladım.
* Arada başımıza geliyor ırkçıların ırkçılık karşıtı açıklama yapması.
Bu esasen reaksiyoner anlayışın, o planı karşı tarafın elinden almak maksadıyla uyguladığı bir yöntem. Öykünme var, ama bunu dönüştürecek argüman ve süreklilik yok. Bir şeyin dönüştürülmesi bir mücadele gerektirir.
* Kitapta “tarihe şerh düşmeyi hedeflemek”ten bahsediyorsun. Bundan kasıt nedir?
Romanda dünya kadar olay bir günde geçiyor ama bir günde olup biten, sonuçlanan hiçbir şey, hiçbir toplumsal olay yok. Hatta en büyük yanılgılarımızdan biri, kendi ömrümüzün içerisine girmesini arzuladığımız bazı çözümlemelerin hemen olmasını talep etmemiz. Olmadığı zaman da bunun hayal kırıklığına ve pasifizmine düşmemiz. Ne yapacaksın, uğraştık olmuyor, sosyalizmin yanlışlığı kanıtlandı yürümeyecek bir ütopyaydı demek! Tarih içerisinde yüz yıl, hele ömrümüzün zaman dilimi hiçbir şey değil. Ama insanlık hali, kendi ömrümüzün içinde güzel şeyler yaşamayı, arzu ettiğimiz dünyanın tesis edilmesini istiyoruz. Tarihin, zamanın muğlaklığı içinde her yaşanmış şeyin ertesi güne iz bırakacağını düşünüyorum. Bizim bildiğimizi başkaları da bilsin ki bu yoldan devam edelim.
* Aylin Kuryel’le “Türkiye’de Yahudi Olmak” adlı bir sözlük kitabınız var. Oradaki deneyim buraya yansıdı mı?
Bunu “Kırık Şehir”de görmek mümkün değil, ama azınlık kabul edilen Yahudi bir kadının izlerini veya isyanını da taşıyor olabilir bu kitap. Elbette yaşadığımız her şeyin izi olumlu ya da olumuz biçimde var. Esas yeni bitirdiğim ve yayınevine henüz yolladığım son romanımda daha çok yansıyacak bu son söylediğin. Yahudi, Yahudi olmayanlar ve karışık evlilik yapan birkaç varsıl kadının Çeşme’de, lüks bir yazlıkta iskambil oynamak için bir araya geldikleri bir günde geçiyor öykü. Yine gerçek/gerçek üstü motiflerin de yer alacağı kitapta ara ara Cervantes İspanyolcası konuşulmakta. Sanırım ki edebiyatımızda nerdeyse yok denilecek kadar az kitaplardan biri olacaktır bu vasfıyla.