Film ilerlerken Dersu’nun bize de rehberlik ettiğini fark ediyoruz. Kurosawa, aslında izleyici ve karakterlerini aynı anda aynı potada eritiyor. Captain’in dehşete düştüğü her yerde biz de dönüp kendimize bakıyoruz
Bir rivayete göre, Kızılderili ve yanındaki atlı, dörtnala giderler; derken Kızılderili bir anda durur, attan aşağı iner ve oturur. Diğer adam şaşırır: "Neden durdun ve niçin bekliyoruz?" Kızılderili yanıt verir, "Çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı."
Bu hikâyeyi hatırlayınca Dersu Uzala filmi ve anlattıkları akın etti benliğime.
Son zamanlarda hissettiğimiz geleceksizlik, gelecekten umutsuzluk hali, geleceğin belirsizliği ve kaotik gerçekliği ile boğuşurken, geçen süreç içerisinde bu duyguların bizleri, ruhlarımızı yutmaması için direndiğimizi de hatırlıyorum. Toplumların geleceksizlik düşüncesi ile geçmişsizlik duygusunun yarattığı gerilimin, umut ile endişenin ortasında olduğumuzu da…
Şüphesiz, Dersu Uzala hakkında kapitalist sistem-insan, insan-doğa ve kapitalizm-doğa ilişkisi üzerine uzun uzun yazılacak çok şey var. Ama bunlara değinme ihtiyacı hissetmiyorum.
Fakat şu sorulardan da kaçamıyorum: Bu zaman, bu tarih kimin zamanı, yaşadığımızı sandığımız şey bizim zamanımız mı? Koparak giden zamanın içinde sürükleniyoruz, ruhlarımız ve aklımız çok geride kalıyor.
Nereye kök salacağız, kime, neye nasıl tutunacağız?
Ruhlarımız ve bedenimiz ne zaman ve nasıl birlikte yürüyecek?
Dersu Uzala bu sorulara kısmen cevap verdiği için, yüzleştirdiği için çok değerli bir yapıt.
1975 Sovyet-Japon ortak yapımı, Rus gezgin Viladimir Arsenyev’in (1849-1908) kitabından uyarlanan Dersu Uzala filmini usta yönetmen Akira Kurosawa yönetiyor. Kurosawa, filmlerinin uzun olması ve maliyetinin yüksek olmasından kaynaklı Japonya’da yapımcı bulamaz. 1975 yılında, Sovyetler Birliği'nde film çekme fırsatı bulan Kurosawa, Arsenyev’in kitabındaki Dersu Uzala karakterinden çok etkilenir ve hikayesini filme uyarlar.
Dersu Uzala’nın kimsesizleştirilen mezarı…
“Tam burada büyük sedir ağacıyla ve köknar ağacının ortasında bir mezarı olduğunu ve bu mezarı aradığını” söyleyen Arseniev (Captain) ile başlayan film, flasbacklerle sürüyor. Gel gör ki ortada ne ağaçlar vardır ne de mezar, buralar artık şehirleşmekte olan yerlerdir. Tüm bunlar üç yıl içinde olmuştur. Aranan mezar Dersu Uzala’nındır.
Dersu sadece üç yıl içinde mezarsız kalmış, sedir ağaçlarının köklerinden kopartıldığı için kimsesiz kalmıştır. Kimsesizleştirilmiş bir mezarın üzerine bir “şehir” ve köksüz bir “medeniyet” kuruluyordur.
Film, hikâyeyi geriye sararak bizi bu mezarın gerçek hikâyesine götürüyor.
Peki, kimdir Dersu Uzala?
Dersu kuşların ötüşünden yağmurun duracağını, rüzgârın uğultusundan gecenin nasıl geçeceğini, yerdeki ayak izlerden kimin nasıl biri olduğunu bilir, ağaç kabuklarının şeklinden yakınlarda bir kulübenin olduğunu, neyi takip ettiklerini, ya da neyin onları takip ettiğine kadar doğanın sesini, düzenini bilir.
Dersu konuşan doğanın sesini duyan, anlayan, bir bilgedir. Her şeyin canlı olduğuna ve her şeyin konuştuğuna inanır. Yaşamı, hayatı ve evreni kendinden başlatmaz. Her şeyin her şey olduğuna ve her şeyin birbiri ile var olduğuna inanır. Bu sadece bilince çıkartılmış bir düşünce değildir. Bilincinde olan, başka türlüsünün mümkün olmadığı bir yaşamdır. Dersu’nun kökleri her bir ağacın köklerinde, akan nehirlerin yatağında, hayvanların seslerindedir. Bu sese kulak veren, birbirleri ile iletişim kuran aralarında tarihin derinliklerinden gelen ilişki vardır. Bizlerden çok önceleri kopartılmış bağlardır. Dersu’nun hayatı, yaşamın kendisi, Dersu bu yaşamın bir parçasıdır. Dersu doğaya saygı duydukça, yüzünü ona döndükçe; doğanın da ona nasıl bir yaşam verdiğini görmekte, iliklerine kadar hissetmektedir. Nitekim yanlışlıkla öldürdüğü bir kaplanın manevi olarak ondan intikam alacağını düşünmesi, hissetmesi bu hissiyatın güçlü oluşu ile ilgilidir.
Tüm bu nitelikler, Sibirya’nın Kazak bölgesinin topografik ölçümlerini yapmaya çıkmış Captain ve ekibini derinden etkiler, dostluğun yolunu açar. Dersu artık onların rehberidir.
Film ilerlerken Dersu’nun bize de rehberlik ettiğini fark ediyoruz. Kurosawa, aslında izleyici ve karakterlerini aynı anda aynı potada eritiyor. Captain’in dehşete düştüğü her yerde biz de dönüp kendimize bakıyoruz. Film zaten ikili bir akışa sahip: Dersu şahsında doğa ve insan ilişkisini, Captain şahsında ise şehir insanı ve doğa ilişkilerinin konumlanışlarını, aralarındaki derin çelişkiyi, birbirleri arasındaki mücadeleyi yalın bir şekilde takip ediyoruz. Zorunlu şartlardan ve Captain’in ısrarı ile bir süre ormandan kopup şehre gelen Dersu, dehşet içinde kalır. Şehir yaşamının gerçekleri ve düzenine anlam veremez. İçilecek suyun, sobada yakılacak odunun para ile satın alınmasına, evlerinin önüne çadır kuramayışı, tüfeğini kullanamaması Dersu’yu büyük bir suskunluğun içine sokar. Şehirdeki düzen korkunç ve anlamsızdır. İhtiyacı kadar olanı doğadan alan ve doğanın ona verdikleri için doğaya şükreden Dersu, şehirde her şeyin para ile satın alınmasına öfkelenmekte, anlam verememektedir.
Evin içine kapanmış Dersu saatlerce yanan sobanın ateşine bakar, bakar, bakar. Dersu’nun ruhu can çekişiyordur, derin düşüncelere dalan Dersu ıstırap içindedir. Bu ıstıraba son verir ve kaçar bu kafesten. Bu kaçış, filmin başında aranan mezar ile son bulur.
O halde baştaki sorulara geri döneyim…
Dersu’dan 2022’ye uzanan yersiz-yurtsuzluk, köksüzlük ve daha birçok şey içinde bizim serencam ne?
Kapitalist modernitenin insanlığı sürüklediği derin uçurum olan geleceksizlik duygusu her bir yanımızı sarmış durumda. Toplumların nasıl yozlaştırdığını, insan ilişkilerinin nefretten beslenerek kurulduğunu, kolektif yaşama bilincinin yerine bireysel talep ve istekler etrafında kurulduğu, tarihin her döneminde erdem olarak anlam bulan karşılıksız iyilikte bulunmanın saflık olarak görüldüğü, farklı kültürlerin toplumsallaşmalarının ırkçı yöntemlerle değersizleştirme, hatta yok etmeye yönelik saldırılarının ve şiddetin her türlüsünü günlük yaşamın her alanında sınırsız kullanmaya başlamış olması içine girdiği bu derin çıkmazın sonuçlarıdır. Şiddetin, yaşamın ve ilişkilerin bir parçası haline gelmiş olması, her türlü nefretin altında yatan kimliksizleştirilen, geleceksizleştirilen ve köksüzleştirilen toplumların bunalımıdır.
Savaş alanlarında insanların ölü bedenlerine şiddet uygulayanlar bir saniyeliğine bile olsa durup düşünse insanlığından utanacak, uyguladığı şiddetten korkacaktır. Lakin savaş çığlıkları arasında sınırsız bir nefretle yok edildiklerinden, insanlıktan çıkarıldıklarından bihaberlerdir. Toplumların bu bunalımını yaratan ve süreklileştiren kapitalist modernite kendini üretmeye, şiddetin her türlü biçimleriyle kendini ayakta tutacak zeminler yaratmaya devam ediyor. Toplumların sürüklendiği korkunç bu yaşam karşısında elbette ki çaresiz değiliz. Yeni bir yaşamın mümkünlüğü ile birbirine sıkı bağlarla bağlı olan demokratik modernite fikri, anlam dünyası ve yaşamın “hakikatlerini” yaratma, bulma ve inşa etme sürecidir çaremiz. Nasıl ki Dersu şehir yaşamında karşılaştıklarına anlam veremeyerek direnmiş ve arzuladığı, ait olduğu yaşama, var olduğu köklerine geri döndüyse, toplumlar da yaşadığımız çağın anlamsızlığından kurtulmak için direniyor. Her ne kadar genel bir anlamsızlık içinde sürüklendiğimiz fikri hâkim olsa da direnişlerin, hak arayışların, adalet arayışların, ekolojik yaşamla birlikte yaşama arzusunun taleplerini ve ayak seslerini duyuyoruz. Bunalım içinde görünen toplumsal hayat ve toplumlar; bizlerin bir yaşamı var, yaşamlarımızın kökleri ve anlamı var, her bir insan ve canlı ile derinden bağlarımız ve ilişkimiz var, özne olduğumuz, biz varız diyebileceğimiz hayatımız var demenin yankıları yükseliyor tüm direnişlerde.
Geleceği, geçmişin kayıp kökleri ile şimdinin kurduğu bağ yaratacak.