Bugün göçmenliği tartışırken yeri/yurdu/toprağı yeniden tartışmak gerekiyor. Kim doğduğu, bildiği, tanıdığı, köklerini saldığı coğrafyayı bırakmak ister ki? Hele ki kadınlar…
Altiero Spinelli ve hapishane arkadaşı Ernesto Rossi ile uzun süre önce “Yeni Bir Dünya” filminde tanıştım. Mussolini döneminde İtalya’da bulunan genç komünistler uzun hapis cezasına çarptırılır ve cezalarının bir kısmını Ventotene Adası’nda bulunan yarı açık cezaevinde çekerler. Spinelli not defterine yazdığı Komünist Parti ve parti sosyalizmi eleştirileri yüzünden cezaevindeki yoldaşları tarafından ihraç edilir. Aldırış etmeyen Spinelli aynı zamanda ünlü bir matematikçi olan Ernesto ile sıkı dost olur. Nazi faşizminin yenileceğinden emin olan Spinelli, savaş sonrasına komünistlerin hazırlıklı olması gerektiğini söyler ve birkaç dostu ile neden parti komünizminin değil de başka bir alternatifin olması gerektiğini dostlarına tütün kağıtlarına yazarak anlatır. Yapılan uzun yazışmalar sonucu Spinelli’nin fikri berraklaşır; ulus devlet fikrine bağlı kalan her sistem yeni bir savaşa gebedir. Ulus devleti yenmeden, partiyi her şeyin üstünde tutan bir sistem öngörüsü günün sonunda özgürlük değil başka bir tutsaklık hali doğuracaktır. Spinelli, Avrupa halklarının aynı kültürel dokudan geldiğini, sınırları anlamsız kılan bir sistem kurmaları gerektiğini ve bir birlik oluşturmaları gerektiğini söyler. Spinelli ve içlerinde kadınların da bulunduğu bir grup arkadaş tütün kağıtlarına yazdıkları kağıtlar aracılığı ile bugün adına “Ventotene Manifestosu (1941)” denilen metni hapishane dışına kadınlar aracılığıyla bir pişmiş tavuk içerisinde çıkarırlar. Nazi faşizminin bitmesi ile tutsaklar serbest bırakılır. Spinelli ve arkadaşları bir araya gelir ve “Birleşik bir Avrupa” fikri için çalışmaya başlarlar. Önce İtalya Parlamentosu’na seçilen Spinelli, 1979 yılında da Avrupa Parlamentosu’na seçilir. 1984 yılında AP’ye kendi ismi ile anılacak olan bir plan sunar. Federal bir AB’yi, ortak bir hukuk yaklaşımını önüne koyan plan oy çoğunluğuyla kabul edilir.
Avrupa Parlamentosu Nisan 2023’te bir paket onayladı. Düzensiz göçmenlerin geri dönüşünün hızlandırılması ve AB içindeki diğer ülkelere seyahat etmelerini engelleyici tedbirleri almasına dair. Bu karar doğrultusunda bir “göçmen avı” başlatıldı bile. Sığınma talebinde bulunan birçok göçmen “ülkelerinde çok da tehlikeli” olmadıkları gerekçesi ile geri gönderilmeye başlandı. Yeterli delil sunmamak, “örgüte finansal destek sunmak”, hareket özgürlüğünün kısıtlanması gibi uygulamalar tedavülde. Ukrayna-Rusya savaşı sonrası AB’nin “gereksizliği”, savunma temelli birlikteliklerin, NATO gibi örgütlerin önemi stratejik olarak arttı. Ulus devletlerin sözde insan hakkı temelli sistemleri, yerini güvenlik sistemine en iyi ihtimalle kaygısına bırakmış durumda.
Yersiz/Yurtsuz
Ezilenler biliyor, bugün yersizleştirme/yurtsuzlaştırma silah endüstrisinin, “büyük ülkelerin” devasa savaş politikaları yüzünden ortaya çıkmış durumda. Her şeyi ölçüp biçmeye adamış, dağınıklığa tahammülü olmayan, mesai saatinin belli olmasından dili “uyumlara” bölen modern felsefik anlayış katı bir sınır anlayışını da beraberinde getirdi. Yurt neresidir? Toprak neresidir? Tarlasının yarısı burada yarısı Rojava’da olan Kürdün evi neresidir? Sınırlar suni, sınırlar insansız çizilmiş haritalardan ibaret. Bugün bütün dünyanın canhıraş korumaya yemin ettiği, milyonlarca insanı gözü kırpmadan savaşa yolladığı sınırlar neresidir? Ulus devletin kutsallığını üzerine kurduğu, “tek bir karışına canımızı veririz” dediği sınırlar neresidir? Bugün dünyanın en büyük krizlerinden biri göçmen krizi olarak anılıyor. 1940’larda Ventotene Adası’nda yoldaşlarıyla faşizm sonrasını tartışan Spinelli “Nazilerden sonra başka bir dünya” diyordu. Bolşevik sosyalizmini aşmanın, özgürlükleri tanımanın bir yolu olarak, temelden bir ulus devlet eleştirisi yapılması gerektiğini söylüyordu. Sözde sınırları anlamsız kılmanın bir projesi olarak ortaya çıkan federal yönetim sistemleri bugün “tehlikeli” oldukları gerekçesi ile kendi sınırlarındaki yersiz/yurtsuzları kapı dışarı etmenin yollarını arıyor.
Elbette var yerimiz, yurdumuz. Fakat ne suni sınırlara bağlı ne de kapısında bekleyen askerlere. Bütün dünya, bugün sürgünü iliklerine işlemiş biz Kürtler dahi, herkes bir yerlerden bir başka öteki istiyor. Munzur Üniversitesi’nde akademisyen olan bir kadın şunu dile getirmişti; “hayretler içindeyim, bu üniversiteye gelen öğrencilerin çoğu Kürtler ve Suriyelileri istemiyorlar” diyordu. Dönüp kendi toplumumuza baktığımızda bile, bir zamanlar sınırların anlamsızlığı üzerine sadece kendi varlığını önceleyen olsa da AB’nin ve aslında kapitalist sistemin zihniyetinden ne kadar etkilendiğimizi görüyoruz. Devletsiz bir ulusun bireyleri olarak, yeri yurdu resmi haritaların dışında kalmış bir toplum olarak dahi bundan azade değiliz. O zaman yeniden düşünmek gerekiyor; nedir toprak, üzerinde insanca bir yaşam yoksa? Ventotene Adası’nda toplanan bir grup komünist federal bir yönetimin Avrupa halklarına ancak bir gelecek vadettiğini söylerken bugün bütün dünyanın başına bela olan savaşların ve göçün asli sorumlusu olarak önümüzde duruyor. İki yüzlülüğün en büyük emsali.
Bugün göçmenliği tartışırken yeri/yurdu/toprağı yeniden tartışmak gerekiyor. Kim doğduğu, bildiği, tanıdığı, köklerini saldığı coğrafyayı bırakmak ister ki? Hele ki kadınlar… Dışarısı ile olan bağı bir o kadar evi ve evinin çevresi üzerinden kurulu olan kadınların, sırtlarında çocukları/evleri ile başka diyarlara göç kararını kim “daha rahat geliyorlar” diye niteleyebiliyor? Bugün belki de en asli sorunlarımızdan biri toprağın bize ait olmadığı meselesini anlamak. Toprak ve hala ve ısrarla ana olan toprak, hiç kimsenin malı/mülkü değilken bu cesaretimiz nereden geliyor? Toplumsal göçmen karşıtlığını “savaşları açanları teşhir etmenin” yanı sıra buradan da kurmak gerekiyor. Bugün bize sınır diye dayattıkları şey, dünya birlikteliğinin ve dünya barışının önündeki en büyük engel. “Uluslararası politikaların stratejik, jeopolitik” tartışmaları gibi “uzmanların” sabah akşam çene patlattığı kulvarın tam karşı duvarına “dünya hepimizin/yerimiz-yurdumuz hepimizin” diyerek başlamak gerekiyor belki de. Pişmiş bir tavuğun içinden dünyaya yayılan fikrin bugün garabeti bütün dünyayı bir “trajedi” ile boğuyor. Oysa çok basit; toprak ne senin ne benim, gel birlikte yaşayalım demek.