Kendi olma- xwebûn eğilimine içkin özgürlük bilincinin, bu bilincin birey ve toplumda yeşertilmesinin, yine toplumsal olan, toplumun savunusunda olan bir sisteme kavuşturulmasının önlenemez ve ertelenemez arzusunu “form, bilincin örgütlülüğe kavuşmuş halidir” belirlemesiyle berraklaştıranlar vardı
Kürt kadın hareketinin mücadele tarihi boyunca kampanyalar ile yarattığı düzey hep heyecan vericiydi. Namusu, tecavüz kültürünü, kadın kırımını ya da emek sömürüsünü evlerin, sokakların, kürsülerin, hemen her yerin odakları haline getirdi. Konuşulamaz sayılanları, yasaklananları mücadele gerekçesi yaptı. Toplumsallaştı, toplumu dönüştürdü, dönüşen toplum kadınlar için yaşanabilir olmaya başladı. Bir grup kadının başka kadınlara doğruyu “öğrettikleri” yöntemlerden uzak; içeride ve dışarıda üretilen, yeniden üretilen tüm “hastalıkların” keşfinin ve şifasının peşine düştü. Özgürlüğün…
Jin jîyan azadî ile özgürlüğe kampanyası da aslında kadınların özgürlük ütopyası önündeki engellerin içeride ve dışarda, zihinlerde ve performanslarda son derece arttığı bir zamanda geldi. Kendini yeniden doğurmanın anlamını, birçok açıdan hafızanın gücüne inanmamızı ve kendi köklerimiz üzerinden yükseldiğimiz takdirde yeniden-bir kez daha kurucu öznellik yaratabileceğimizi hatırlattı. Halkların, sosyalistlerin, inanç gruplarının, gençlerin, en çok da kadınların sistem içi-siyasi partiler rejimiyle uyumlulaşma ve merkezileşmeye dair eleştirilerinin yükseldiği bir anda, bu eleştirileri devrimci bir tutumla göğüsleyerek ve belki de bir özeleştiri olarak kampanyaya dönüştürmesi hareket olmanın hakkını veren bir tutum oldu.
Çünkü kim olduğumuz, kadın kimliğini hangi anlayış üzerine inşa ettiğimiz, bir eylemi neden yaptığımız özgürlükle olan ilişkisi kadar anlamlıydı. Hem itirazlara hem de sonuçlara nitelik kazandıran yegâne ölçü özgürlüktü. Bunu unutturmak da kapitalizmin büyük hilelerindendi. Karşımızdaki erkeğe hâlâ “bana böyle davranamazsın” diyorduk; peki ama neden öyle davranamazdı? Ortak mücadele yürüttüğümüz erkeklere ise “kadınlar olmadan karar veremezsiniz” diyorduk, tabi ki veremezlerdi ama neden? Bizi doğrunun, hakkaniyetin ve hakikatin sadece erkekler karşısında değil toplum nezdinde de hem aslı hem temsili yapan neydi? Bu sorunun yanıtı neye inandığımızı bildiğimiz zamanları hatırlamaktan ve inandığımıza denk yaşamlar kurmak için ne kadar çabaladığımızdan geçiyordu. Zaten neye inandığımızı, neden itiraz ettiğimizi bireysel ve kolektif olarak, ısrarla denetlemedikçe itirazlar ideolojik nitelikten ve yeni yaşam tahayyülünden uzak, güncel-popüler lakırdılar olmaktan öteye geçebilir miydi, sanmıyorum.
Yaşamın ve tarihin döngüselliğini esas alan bir anlayışın bireysel ve kolektif deneyimleri zafer ya da kaybediş gibi mutlaklıklar üzerinden açıklaması beklenemezdi, bu pozitivizmin işiydi. Kürt kadın hareketinin jineolojî ile dayandığı bilimsellik ise deneyimlerin tarihsel-toplumsal değerine odaklanıyordu. Kadın kurtuluş ideolojisi, Kürt kadınların hafızasıyla, nedenleri ve sonuçlarıyla kayıplarının, terk ettiklerinin, peşine düştüklerinin toplamıyla bir kültüre işaret edendi. Kadınların deneyimlerinin toplamı olan bu kültür sanılanın ötesinde salt bir cinsin kurtuluşuna dair de değildi. Sosyalist öğretinin de toplumun bilimsel analizinin de bizlere söylediği toplumsal özgürlük ve kadın kimliği arasındaki bağı keşfetmek zorunda olduğumuzdu. Ama bu keşif, donmuş bir anı değil istikrarsız ve dağınık bir enerjiyi tarif ediyordu. Buna bir varış noktası belirlemek ise olsa olsa özgürlüğün dondurulabilir olduğunu sanma yanılgısıydı.
Çünkü kazanım sanılanların yenilgilere, yenilgilerin toplumsal uyanışlara-direnişlere vesile olması tarihin canlılığının ve evrenin özgürlük eğiliminin sunduğu bir bilgiydi. Bu bilginin toplumsal değeri ise mevcudun istikrarsızlığından salt “öldük, bittik” umutsuzluğunu çıkarmayıp doğru analizlerle yola-mücadeleye devam etmenin imkânlarını yaratabilmek; istikrarsızlıktan çekinmemekti. İstikrarsız zamanlarda ortaya çıkan özgür zihinler-cesur öncülükler daha önce de tarihin yönünü değiştirebilmişti.
Ama içinde olduğumuz form, özgürlük fikrinden uzaklaşıyorsa tehlike çanları çalıyor, demekti. Ters piramit yeniden falluslaşıyorsa; açık zihinler salt ajite ve propagandanın olduğu alanlara kıstırılıyorsa; direnişçiler gündelik programları tamamlamak zorunda olan işçilere dönüştürülüyorsa; çatışma değil uzlaşma revaçtaysa ve tüm bunlar itaat etmemenin, itiraz etmenin kökleri üstüne yükselen o çınarının gölgesinde baş gösteriyorsa derman yine-bir kez daha kadın kurtuluş ideolojisindeydi.
Unutturulanı hatırlayalım; okuduğumuz, dinlediğimiz ya da tanıklık ettiğimiz cesaret ve öncülük hikayelerinde sıradanlığa ve popüler olana kapılarak kendini unutanlar yoktu. İnsanın topraksızlaşmasını, toprağın insansızlaşmasını konfor alanlarından olmamak için görmezden gelenler; özgür düşünce ve eylemi bireylerin bencilce yaşaması sananlar; siyaset yapmayı sohbet masalarında iç dökmekten ibaret görüp ertesi gün aman koltuğum sallanmasın telaşına kapılanlar; en fenası da barikatın sonrasında özgürlüğün başlayacağına olan inancını yitirenler, unutanlar yoktu, bu hikayelerde.
Kendi olma- xwebûn eğilimine içkin özgürlük bilincinin, bu bilincin birey ve toplumda yeşertilmesinin, yine toplumsal olan, toplumun savunusunda olan bir sisteme kavuşturulmasının önlenemez ve ertelenemez arzusunu “form, bilincin örgütlülüğe kavuşmuş halidir” belirlemesiyle berraklaştıranlar vardı. Mevcut koşulların durmalarına, azla yetinmelerine, rıza göstermelerine yetmeyenler, kadınlar vardı. Saklı olanı bulmak, harekete geçirmek ve unutturulanı uyandırmak, yeniden özgürlük ütopyalarıyla buluşturmak cesaretin ve öncülüğün marifetli ellerinden çıkmamış mıydı?