Jineolojî klasik tarzda nokta konmuş, tanımlamaları yapılmış, tartışmaya yer bırakmayan yöntemlerden kaçınarak öğretilen kalıpları aşan; özgür, esnek zihinle hakikat arayışına koyulan bir yol alır
Kadınların kendi seslerini bulabilmeleri ve o sesin duyulmasını sağlayabilmeleri için “kendine ait bir oda” kadar kendine ait bir tarihe sahip olmaları gerekliydi.[i]
Uzun zamandır jineolojînin meramının ne olduğunun doğru anlatılmasına ve anlaşılmasına dair farklı platformlarda çokça tartışma yürütülüyor. Bu tartışma zeminleri, toplumsallık aleyhine zihniyeti oluşturan iktidar kaynaklarıyla girilecek bir hesaplaşmanın gerekliliğini açığa çıkardı. Bu hesaplaşmada karşımıza ilk çıkan şey erkek yanlı tarih anlatımıydı. Erkek egemen zihniyet eliyle binlerce yıllık kadın eksenli yaşamın nasıl iğdiş edildiğini, çarpıtmalarla örülü bir anlatının tarihimizmiş gibi bize sunulduğuna tanıklık ediyoruz. Devletli uygarlıkla başlayan tarih anlatısı işgallerle, talanla, sömürgecilikle kendini var ediyor.
Tarih öncesi diye adlandırılan prehistorik dönemde ise insanların eşitlikçi, komünal bir toplumsal yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Bunun hem ekonomik hem zihinsel yanını ele almak gerekiyor. Ekonomik yapı; ortaklaşa üretimin ortaklaşa tüketildiği, insanın doğayı toplumsallığının elzem bir parçası olarak gördüğü, bir bütün halinde var olunabildiği ve birlik olmanın yarattığı çokluğun sürdürülebilirliğe olan katkısı olarak deneyimleniyordu. Yine toplayıcı avcılıktan yerleşik toplumsal yaşamın ilk dönemine kadar geçen binlerce yıl içinde doğayla, hayvanla, toprakla kurulan ilişki biçimi köleci, sömürgeci bir sınıfsal yapılanma oluşturmuyordu. Yaşamın akışı buna müsaade etmeyecek bir ahlak ve politikaya sahipti.
Ta ki birikimin tek elde toplanması ile devlet aygıtı tarih sahnesine çıkana dek…
Olgu olarak devlet, öncelikle insan zihninin efendi-köle ikilemine hapsedilmesini sağlamalıydı ki kendini yaşamın olağan akışının doğal bir parçası olarak vazgeçilmez kılabilsin. Hiçbir yapı -hele de hegemonik yapılar- toplum karşısında kendine meşruluk zemini yaratmadan varlığını sürdüremez. Birikimin ayıplandığı, hiçbir canlının diğerinin yaşamını yok etmeyi kendine bahşedilen bir hak olarak görmediği, kadın ile erkeğin özgürlük ve özgünlük içinde toplumsallığın sürdürücü öğeleri olduğu bu ahlaki politik yaklaşıma karşı, sınıflı-devletli uygarlık tarafından savaş başlatıldı. Kadın eksenli eşitlikçi toplumsal yapının inanç değerlerini, erkek tanrılı mitolojik anlatılarla itibarsızlaştırmaya, düşürmeye ve en sonunda etkisiz hale getirip belleksizleştirmeye çalıştı. Kültüründen, ekonomisinden, inancından tutalım en küçük ilişki biçiminde dahi yansımasını silmeye değin çeşitli yöntemlerle (mitolojiyle, dinle, bilimle, felsefeyle) kendine meşruluk alanı yaratarak toplumsallığı parçaladı.
Sermaye ve iktidar güçleri toplumsal sorunların baş yaratıcılarıdır. Köleci bir sistem elbette ki bağrında özgürlükçü bir yaşamın temsillerini istemezdi. Tekliğin erkek tanrılı mitolojik anlatılar yoluyla erkeğin yer yüzündeki tekliğine indirgendiği ve geri kalan her şeyin onun hizmetine sunulduğu devletli uygarlık; elbette iki cinsin ve bir bütün kurdun, kuşun, ağacın, böceğin eşitlik ilkesiyle birbirinin varlığını kendi varlığı olarak gördüğü sistemde var olamazdı.
Bundandır ki hiçbir bilme biçimi iktidardan, devletten, ideolojiden bağımsız olamaz. Erkek aklının zihniyet kalıpları olan araştırma yöntemlerinin bize çizdiği sınırlar keskindir. Öğrendiğimiz bilgiler büyük ölçüde erkek egemen kodlarla inşa edilir. Haliyle her şeyin deneylenen, ölçülen ve gözlemlenen-gözlemleyen denklemine sıkıştırıldığı bu inşayı irdelemek ve kadının varlığının inkârı üzerine kurulan patriyarkal sistemi deşifre etmek gerekir. Jineolojî de bu noktada kadının varlığının erkek tarafından tanımlanır halde olmasına itiraz ederek binlerce yıllık inkâr ve imha politikalarıyla oluşturulan kadın düşmanı zihniyeti alaşağı ediyor.
Sıkça söylediğimiz gibi “kadınlık salt biyolojik değil sosyolojik bir durum” olarak kavranıp doğru tanımlanırsa kadın ve birlikte tüm toplumun özgürlük sorununun çözümü de geliştirilebilir. Bunun için de kadının kapatılma, toplum dışı bırakılma süreciyle başlayan tarihsel, sosyolojik çarpıtmalara bakmak, açığa çıkarmak önemlidir.
Çünkü tarih anlatısı nesnel değildir, tarihsel anlatı kimin tarafından yazılıyorsa tanımlayıcı o’dur. Egemenin tarih anlatısında işçiler, yoksullar, kadınlar ve hakim olanın dışında farklı kimlikler, diller, kültürler yoktur. Devletli uygarlığın ortaya çıktığı süreçte ona karşı mücadele yürüten, direnişe dayalı özsavunmasını geliştiren toplumsal yapıların mevcut tarih anlatısında yeri yoktur. Sümer’de yazım-kayıt tutma bilgisinin tekelleştirilmesinden bu yana saray yazmanları da, kapitalist modernitenin sosyal bilimcileri de; erkek egemen devletli tarihin aktarımcısı, meşruiyet sağlayıcısı olarak yalanlarla örülü tarihlerini yazar. Devletli uygarlığın tarih anlatısına şüpheyle yaklaşıp hakikatin peşine düştüğümüzde ise, özne-nesne ikileminde krizli kadın-erkek, insan-doğa ilişkilerine ancak ve ancak demokratik, komünal, kadın özgürlükçü, ekololojik anlayışla yaklaştığımızda kaybettiği anlamı kazandırabileceğiz.
Jineolojî perspektifinden bakan bir bilimsel yaklaşım elbette hem sosyal bilimler alanında hem doğa bilimlerinde toplumun faydasına bilgiler üretecek, yorumlayacak. Nasılını hep beraber sorup yanıt aramaya çalışacağız. Jineolojî oluş halindedir, Jineolojî atölyelerinde, dergi çalışmalarında yer alan kadınların bilfiil katkısıyla gelişecek ve yaygınlaşacaktır. Jineolojî klasik tarzda nokta konmuş, tanımlamaları yapılmış, tartışmaya yer bırakmayan yöntemlerden kaçınarak öğretilen kalıpları aşan; özgür, esnek zihinle hakikat arayışına koyulan bir yol alır. Hakikat denilen şeyin ne olduğunu ve onun tarihsel köklerimizle yani komünal toplumla olan bağını ortaya koyar. Hakikati en çok çarpıtılan varlık kadındır. Kadının toplumsallıktan koparılıp evlere hapsedilmesinin ve bilginin toplumdan çalınmasının tarihi merkezi uygarlık tarihiyle başlar. Düşün dünyamızın nasıl egemenin, sömürgecinin, erkeğin anlatılarıyla, duygusuyla, hazzıyla, arzularıyla çevrildiğini; bize ait olmayan hislerin fikirlerin nasıl bize aitmiş gibi kanıksatıldığını fark ederiz. Bizim sandığımız her söz, fikir, savunu aslında erkek egemen sistemin kurgusu ve hakikati çarpıtmasıdır. Bu çarpıtmaya karşı Jineolojî yaşamı doğru temelde anlamlandırmada hepimiz için bir yol gösterici, kutup yıldızı olmuştur. Bu serüvende Jineolojî, dokunduğu her eli maharetli bir sanatçıya dönüştüren, anlatıldığı her dili en güzel sözlerin söylendiği strana çeviren, yaşamsallaştırdığı zihniyetle köleciliğin zincirlerini parçalayıp özgürlüğün müjdecisi olmuştur.
[i] Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis Yayınları, 2022.