Kadıneki Yazı,

Kent devletlerinden ulus-devletlere göçün seyri


Saliha Aras-23 Haz 2024

Sümer-Babil-Akad-Asur kent devletlerinden şimdiki ulus devletlere uzanan süreçte aşırı kar ve aşırı hırs: kanlı savaşlara, katliamlara, açlıklara sebep olmuş, insanların yerlerinden yurtlarından olmasına ve kitlesel olarak başka yerlere göç etmelerine neden olmuştur. Asurluların gittikleri her yerde talan, tecavüz, gasp, yakıp yıkma, korku salma gibi yöntemleri kellelerden kuleler yapmaları bilinen tarihsel bir gerçekliktir. Birçok sınıflı kent devletleri işgal ettikleri yerlerde surlar örüp içerisinde halkını korur. Onların dışında kalanları ise göçe tabi tutarak göçertirler ve bu zamanla hegemonik sistemlerin iktidarların göç - göçertme politikaları haline gelir

Tarihsel izlekte, bir yerden başka bir yere göçlerin sürekli akış içinde gerçekleştiğini görürüz. Bu göçleri, insanlık tarihinin zorunlu göçleri olarak adlandırdığımız; açlık, doğal afetler, hastalıklar, kuraklık, savaşlar vb. sıralamak mümkündür. Yerleşik hayata geçmeden önceki klan kabile halindeki ilk topluluklar, insan-doğa diyalektiğinde gerek barınabilmek, korunabilmek, gerek hayvanlarını daha iyi otlatabilmek için, gerekse de daha iyi bir yaşam için verimli topraklara, sulak alanlara göç etmek istemişlerdir.

İlk büyük kültür devrimi olan neolitik tarım devriminden sonra yerleşik yaşama geçilmiş ve süreç içerisinde ilk büyük zihinsel birikimler, icatlar, artı ürün, artı değer, inanışlar, barınaklar, güvenlik amaçlı duvarlar ortaya çıkmıştır. Emeğin, üretimin gasp edilmesi yaşamın öz gücü ve örgütlülüğü bin bir türlü hilekarlıkla kadın elinden alınarak, erkeğin eline geçmesiyle, bütün bu üretimler zamanla anlamından koparılarak ilk karşı devrim olan ilk sömürgeleştirilen-sınıflaştırılan kadın köleliği yaratılmıştır.

Sümer-Babil-Akad-Asur kent devletlerinden şimdiki ulus devletlere uzanan süreçte aşırı kar ve aşırı hırs: kanlı savaşlara, katliamlara, açlıklara sebep olmuş, insanların yerlerinden yurtlarından olmasına ve kitlesel olarak başka yerlere göç etmelerine neden olmuştur. Asurluların gittikleri her yerde talan, tecavüz, gasp, yakıp yıkma, korku salma gibi yöntemleri kellelerden kuleler yapmaları bilinen tarihsel bir gerçekliktir. Birçok sınıflı kent devletleri işgal ettikleri yerlerde surlar örüp içerisinde halkını korur. Onların dışında kalanları ise göçe tabi tutarak göçertirler ve bu zamanla hegemonik sistemlerin iktidarların göç - göçertme politikaları haline gelir. İnsanlara göç etme dışında bir seçenek bırakmazlar.

Köle olarak alınıp satılan kadınların ailelerinden koparılarak uzak yerlere götürülmesi, çalıştırılması, meta olarak kullanılıp tecavüze uğraması, doğurganlık makinesi olarak kullanılması günümüzde şekilsel anlamda değişse de kapitalist egemenlerce anlamı aynı olmuştur. Halen kadınlar ucuz işçi olarak çalıştırılmakta, hizmetçi, bakıcı, seks kölesi olarak gittikleri yerlerde sömürülmektedir. Göç etme; ilk başlarda yeni yerlerin keşfi, daha iyi bir yaşam için başlasa da zamanla yerini hayatta kalabilmek, ırk, din, dil, kültür gibi farlılıklardan doğan ayrımcılık, ötekileştirmeye maruz kalmadan ötürü gerçekleşir. Ve bu göçler sadece nüfussal bir göç olmayıp, kültürel bir göçüde beraberinde getirir.

Uyum entegrasyon sürecinde insanların her türlü psikolojik baskıya, şiddete maruz kalması, nefret söylemleri kapitalist egemenlerin çıkarı gereğidir. Avrupalı göçmenler ülke göçlerinde daha avantajlı bir durumdayken, Afrikalı, siyahi göçmenler kabul edilmemek de ya da yaşam olanakları daha da zorlaştırılmaktadır. Keza kadınlar gittikleri her yer de tacize uğramakta, yabancı kadınlara hayat kadını gözüyle bakılmaktadır. Çoğu kadın iş başvurularını korku içinde tedirginlik için de geçtiğini dile getirir. Göçmenler, gittikleri ülkeler açısından ucuz emek, ucuz iş gücü olarak görüldüğünden kabul edilse de yaşamsal anlamda nitelikli bir iyileştirilmeye gidilmez.

Geçtiğimiz günler 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü idi. 1951 yılında imzalan Cenevre sözleşmesi; 1. Dünya savaşının etkisiyle birlikte daha çok 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan derin göçün yayılması sonucu bir gereklilik olarak doğdu. Temel dayanak ise İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, BM Anlaşması ve ayrımcılık yapmama ilkesidir. Mültecilerin hukuki durumuna dair sözleşmeye göre; bulunduğu ülkede baskı altında olan insanların başka ülkeye iltica hakkı vardır. Mülteci statüsüne göre “1 Ocak 1951’den önce gerçekleşen olaylar sonrasında, “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri” yüzünden zulme uğrayacağından haklı olarak korktuğu için ülkesi dışında bulunan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan veya bu korku yüzünden ülkesinin korumasından faydalanmak istemeyen şahıslara verilen hukuki bir statüdür.”[1]

Her ne kadar mülteci durumuna uluslararası bir anlam kazandırsa da yaşanan zulüm itibariyle toplumsal cinsiyet göçüne kadınların ve LGBT’lilerin alınması oldukça zordur.

Genel bir insan haklarını kapsayacak tavrı tutumu sergilemez. Kapitalist egemenlerin izin verdiği kadar tutum alırlar.

Türkiye’ de ise durum çok daha farklı. Transit bir ülke olması sebebiyle dışardan da oldukça göç alan bir ülke. Bunun üzerin yabancı göç politikasını derinleştirip aynı zamanda diğer ülkelere silah olarak da kullanır. Başka ülkelerden Türkiye’ye gelen insanlar (Suriye, Irak, Afgan) ırkçı söylemlere, faşist uygulamalara daha fazla dayanamayıp yeni bir yaşam umuduyla yola çıkarak; botlara sıkıştırılarak denizlerde kadın, çoluk çocuk demeden boğuldular. Kürt Alan bebek, aklımızda hafızalarımızda yer edinenlerden...

Türkiye’den ise din, dil, ırk, farklı ideolojik düşünceleri itibariyle yaşam hakkı tanınmayan, güvencesi olmadığı için farklı ülkelere göç etmek zorunda bırakılan insanlar oldukça fazla. Diasporada yaşayan milyonlarca Kürt bulunmakta. Osmanlı dan Yeni Cumhuriyete ikisinin de göç politikaları kültürel ve demografik olmuştur. “Kürdü yok et, edemezsen asimile et” düsturuyla ‘Şark Islahat Planı’ devreye sokularak yok etme ve göçertme politikasına gidilmiştir. Varlığının yok edilmesini kabul etmeyenler katliamlara uğrayarak, köyleri yakılıp yıkılmış şehirlere göç ettirilmiştir. Halen günümüzde bu politikalar isim değiştirse de uygulanan pratikler özel savaş uygulamalarıyla da hız kesilmeden daha da derinleştirilmiştir. İnsanların işkenceye uğraması, gözaltında kaybedilmeleri, köy yakmalar, orman yakmalar, güvenlik adı altında doğa-insan çelişkisi yaratılarak Kürdistan coğrafyası talan edilmektedir. Madenler, barajlar, HES’ler adeta ekolojik doğayı alt üst ederek, kapitalist sermayedarlara rant alanı olarak açılmaktadır. Son olarak Amed-Şemrex (Diyarbakır-Mazıdağı) hattında çıkan ve sonrasında diğer köylere de yansıyan yangınlar birçok insanın ölümüne yol açtı, yaralananlar oldu. Hayvanlar yanarak öldü. Onlarca dönüm arazi, insanların emeği yanarak kül oldu. Hiçbir yetkili yangına müdahale etmezken, (sabaha doğru sadece bir helikopterin gitmesi) uzaktan izledi. Halk kendi gücüyle yangını söndürebildi. Bu yaklaşımlar bile kürdün coğrafyasına, kürde olan göçertme politikalarının bir yansıması. Eğer bizimle değilseniz; coğrafyanız, ağaçlarınız, toprağınız bizim değil demek istediler. Buna karşı halkların daha fazla birlikte hareket ederek, kenetlenerek öz gücü ve örgütlülüğü sağlayarak bu inkar, imha ve yok etme politikalarına daha güçlü cevap vermeleri gerekir. Yurtseverlik bilinciyle öze dönüş minvalinde, göç etmelerin önüne geçilip yerlerini, yurtlarını, toprağını kapitalist egemenlere, sömürgenlere, rantçılara karşı korumak tarihi bir sorumluluktur. Artık iktidarların göç-göçertme politikalarını tersyüz etmek, varlığımızı, coğrafyamızı sahiplenmek korumakla bağlantılıdır. Doğayla iç içe ekolojik bir dengede, doğa-insan diyalektiğinde var olmak temel manifestomuzdur. Acı da bizim yas tutmak da. Bu topraklar da bizim mücadele etmek de.


[1] Göç Araştırmaları Derneği

Kaynaklar: Göç, Göçertme Öze dönüş Demokratik Modernite, Göç Araştırmaları Derneği 


Etiketler : Göç, Kadınların göçü, Kürt kadınlar, Göçmenlik, göçmen kadınlar, Göçmen Karşıtlığı,


...

Saliha Aras