Kız çocuğuyken göğsümüzde sıkışan o haksızlık duygusunun doğurduğu isyanı eşit ve onurlu bir yaşam için koruyup büyütüyoruz. Kendimizi yeniden doğuruyoruz. Dile getirdikçe, birbirimize anlattıkça iyileşiyoruz. Yaşadıklarımıza bir isim koyuyoruz. Kadın bilincini yükselttikçe bizden çalınanları ve esirgenenleri daha çok görüyoruz
Birçok sıfata ve kimliğe sahip çıkarak var oluyoruz. Etnik kimliğimiz, cinsel yönelimimiz, inançlarımız, sosyal statümüz ile abla, anne, baba, abi, kardeş, sevgili, arkadaş ve dahası birçok sıfat ile biz oluyoruz. Türkiye’de, ülkenin tüm sistemleriyle dayatılan müslüman, sünni, Türk, heteroseksüel, erkek ‘üst kimliğinden’ ayrışan milyonlarca insandan biriyim ben de. Bütünleşmeye çalışıyoruz, parçalanmadan. Yaralarımız o kadar ortak ki bu bizi birbirimize yakın kılıyor. Ancak bazen ötekiler olarak bir öteki de kendi içimizde yaratıyoruz. Ötekileşme derinleştikçe daha kapsayıcı ve esnek oluyorken dayatılan kimliğe benzedikçe egemen olanın tekçi ve ataerkil izlerini daha çok taşır oluyoruz. Egemen olanın pratiğini kasten veya refleksif olarak sürdürmemiz temel bir problem olarak aramızda duruyor.
Oysa hepimiz sansürlenmeden, bizi biz eden kimliklerimizi koruyarak, özgür ve eşit bir şekilde yaşamanın derdindeyiz. Yazımı, düzen içinde ve ataerkil pratiği sürdüren ötekilerin arasında kadın kimliğimizle var olabilmek üzerine yazacağım. İlkin, seçme şansımızın olmadığı kimlikler gibi yine seçmediğimiz bir aile içine doğmakla başlıyoruz hayata. Kız çocuğuysak önce tüm evcimen oyunların içinde ve ev içinde buluyoruz kendimizi. Dış dünya ile bağımız oğlan çocuklarına göre daha zayıf başlıyor. Eşitsizliği ta çocukken başlatıyor düzen. Oynadığımız çocuk oyunlarına kadar sirayet etmiş. Çünkü bu düzen içinde kadının rolleri ve yeri çoktan belirlenmiş. Belirlenen bu yer, ev içinde konumlanan ve dış dünyayla ilişkisi oldukça kontrollü, kısıtlı bir yer. Oyun oynayan kız çocuğu büyüyor ve bu defa kendi bedeni ile arasındaki bağ zayıflıyor . Çünkü kadının bedeni üzerinde karar verici çoğunlukla yine bir erkek veya erkek egemen zihniyete sahip başka bir akıl. Kadın, ergenlik yıllarını kendi bedenine yabancılaşarak, cinselliğinden utandırılarak geçiriyor. Aynı zamanda kadının sosyalleşmesinin önüne türlü kontrolcü davranışlarla set çekilerek bir çeşit tecrit uygulanıyor. Böylece kadının dış dünyayla, bedeniyle, cinsel kimliğiyle olan bağı zayıflıyor. Aile kurumu, burada ataerkil sistemin aracı haline gelerek kadının kimliğini kontrol altında tutan bir görev üstleniyor.
Yalnızca bedenimize ve dış dünyaya yabancılaşmakla kalmıyor, yapmayı arzuladığımız ve seçmek istediğimiz hemen her şey bir tahakküm altında kalıyor. Gerçekleştirmeyi istediğimiz yaşam biçimi kendi irademize değil bir erkeğin iki dudağının arasında oluyor çoğunlukla. Hayatlarımız, arzularımız ve seçimlerimiz söz konusu olduğunda tahakkümü ve tecridi yaşıyoruz. Böylece özne oluşumuz ilk başta ailede ciddi zarar görüyor. Onaya veya izne tabi süren uzun yıllar boyu nesneleşiyoruz. Özne oluşumuz oldukça yara almış bir şekilde ayrışıyoruz bu kurumdan. Ayrılmak da öyle kolay olmuyor. Biraz şanslıysak, üniversite okumak için eğitim hakkına erişebildiysek, kadın olduğumuz için aile ile aynı şehirde bulunma zorunluluğu şart koyulmamışsa aile kurumundan ayrılıyoruz. 18-19 yaşına gelene kadar sistematik bir baskıyı, kontrolü, türlü erkek şiddetini yaşadığımız için her dezavantajlı grup gibi önce özneliğimizin inşasına ve korunmasına girişiyoruz. Bu süreci bir alıntıyla örneklemek gerekirse “İyi Toplum Yoktur” kitabında Nihan Kaya şöyle bahseder: “Kadınlar, ayak numaralarıyla, bedenleriyle, fikirleriyle, tercihleriyle, uzayda ne kadar az yer kaplarlarsa bu o kadar makbul sayılmıştır. Erkekler kendilerine ait bir varoluş biçimi geliştirmeye, kendilerini savunmaya nispeten de olsa teşvik edilmiş, kadınlar ise büyümek isteyen her yerlerinden, daha o yer büyümeden, alayla, küçümsemeyle, cesaret kırıcı yaklaşımlarla, sindirme ve görmezden gelmelerle baltalanmışlardır.” Onca yıl eşitsizliği deneyimlemiş olmak bizi yaşamın gerisinde konumlandırıyor. Eksi ikiden sıfıra çıkmaya çalışıyoruz adeta. Böylece çatlak sesle bile olsa bir kız çocuğuyken söylemeye çalıştıklarımızı ya da boğazımızda düğümlenip susmak zorunda bırakıldığımız haksızlıkları yüksek sesle ortaya koyuyoruz. Çünkü içimizde bitmek bilmez bir yaşam arzusu var, bir bütün olarak parçalanmadan. Kız çocuğuyken göğsümüzde sıkışan o haksızlık duygusunun doğurduğu isyanı eşit ve onurlu bir yaşam için koruyup büyütüyoruz. Kendimizi yeniden doğuruyoruz. Dile getirdikçe, birbirimize anlattıkça iyileşiyoruz. Yaşadıklarımıza bir isim koyuyoruz. Kadın bilincini yükselttikçe bizden çalınanları ve esirgenenleri daha çok görüyoruz. Yalnızca aile içinde değil hayatın her alanındaki iki yüzlü erkek pratiklerini hızlıca fark edebiliyoruz. Fiziksel şiddet dahil olmak üzere yukarıda saydığım tüm şiddet biçimlerini öteki olup politiklik iddiası olan insanlar arasında da süregeldiğini, bu şekilde şiddetin yeniden üretildiğini görebiliyoruz. Örneğin tahakkümün yalnızca zorbaca ve aktif bir yerden gerçekleşmediğini birçok kontrolcü davranışın, psikolojik şiddetin, hiyerarşi oluşturan üstenci davranışın sessiz ve pasif bir yerden de sürdürüldüğüne şahit oluyoruz.
Erkeklik sorunu, buz dağlarının görünmeyen kısmının görünen kısmından daha çok olmasına benziyor. Özel alanlarda daha cüretkarlaşıp egemenlik alanını genişletiyor. Kamusal alanda aktif hareketlerle ortaya çıkaramadığı erkeklik pratiklerini, pasif hareketlerle pazarlıklı bir şekilde sürdürüyor. Çoğu zaman, biz kadınların öfkesi anormalleştirilmeye çalışılıyor. Hayatın her alanında deneyimleyebildiğimiz çifte standart hallerini ortaya koyduğumuzda, yaşadığımız sorunlarla ilgili kadın bakış açımızdan söz kurduğumuzda söylemlerimiz abartı, agresiflik, aşırılık olarak yaftalanmaya kalkışılıyor. Öfkemizden utanmamız ya da öfkemizle aramıza mesafe koymamız bekleniliyor. Bir manipülasyon yönteminin toplumsal hali olarak yorumluyorum. Sorunun kendisi değil sorunu dile getirenin tepkisi tartışmaya açılıyor. Tabii ki bu yeni ve tesadüfi bir beklenti değil. Kuvvetle muhtemel, hayatı boyunca davranışları hem aile içinde hem toplum içinde sıklıkla tolere edilmiş, normelleştirilmiş, konforlu, söz sahibi olmaya alışkın erkek özne ya sesimizi çıkarmamamızı ya da yanlış olana ilişkin itiraz iradesini yükselttiğimizde bunu şefkatli bir anne edasıyla yapmamızı bekliyor. Böylece değişime ve gelişime yönelik zihinsel yük, emek kadına bırakılmış oluyor. Tam da ataerkil düzenin bizden beklediği gibi uysal, kibar, olgun, tolere eden bir genç kadın, kız çocuğu, anne, eş, sevgili olmamız bekleniliyor. Öyle görünüyor ki başka kimlikleri dolayısıyla ezilen erkekler, kadın meselesine geldiğinde egemen olanın öteki olana uyguladığı tarifeyi uyguluyor.
Yazımı, sevdiğim bir alıntıya yer vererek sonlandırmak istiyorum. “Bize, insanlarla geçinmek için keskin içgörülerimizi bir yana koymamız öğretilmiş olabilir. Ancak, baskıcı şartlar altında sadece nazik olmanın ödülü, çok daha fazla kötü muameleye maruz kalmaktan başka bir şey değildir. Bir kadın, kendisi olduğu zaman başkalarını kendisinden uzaklaştıracağını hissedebilir, ama ruhu meydana çıkarmak ve değişiklik yaratmak için gereken, tam da bu psişik gerilimdir.” (Estes, P., Clarissa, Kurtlarla Koşan Kadınlar, s.100) Sezgilerimize, öfkemize mesafe koymayacağız. Öfkemizden utanmak ya da öfkemizin ateşini kısmak zorunda değiliz. Bilakis öfkemize ve bilincimize sıkı sıkı sarılacağız. Diğer kimlik sorunlarında olduğu gibi güvenli ve eşit yaşam alanlarının inşası için önce yüzleşme sonra değişim gerekiyor. Bunun yol ve yöntemini doğru bir yerden kurgulamak gerekiyor. Kadınların eşitlik mücadelesini yalnızca yasalara indirgememek gerekiyor. Yaşamın her alanı mücadelemize dahildir. Yaşamın her alanında varız ve parçalanmadan, ezilmeden var olacağız.