Devletin cezasızlık politikasına yüzde yüz sırtını dayamış olanlar, henüz Ağustos ayında yaşadığımız İpek Er ‘cinayetinde’, Musa Orhan’ın serbestliğinden güç alanlar… Bu yönelimin açık ve net bir sömürge faaliyeti olduğu ortadadır
21. yüzyılın ‘kadın özgürlük yüzyılı’ olacağı tespiti uzun süreli bir tespittir. Yüzyıllara dayanan kadın mücadelemizin, çağa şekil verecek boyutta bir karakter kazandığı ve belki de 7 bin yıllık patriyarkanın kırılma noktası olmaya gebe bir yüzyılın ilk 20 yılını geride bırakırken, mücadelenin gittikçe daha etkin bedenleştiği ve yaygınlaştığı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Eril- egemenlik tam da bu noktada amansız yönelimlerini tırmandırmış durumdadır. Kadın özgürlük mücadelesi yükseldikçe, patriyarkanın saldırıları da yükselmektedir. Günümüzde biyopolitika olarak tanımlanan ve tüm topluma karşı uygulanan iktidar biçimi, kadınları herkesin saldırabileceği, öldürebileceği, taciz edebileceği, emeğini, bedenini, duygularını sömürebileceği bir konumda tutmaktadır.
Biyopolitika insan haklarının, hukukun, bireysel-toplumsal her türlü hakkın geçersiz olduğu alanlar oluşturarak, en ince yöntemlerden tut ölümcül şiddet uygulamalarına kadar cinsiyetçi, ırkçı, dinci veya pozitivist argümanlar kullanarak işletilir: Milliyetçiler için kendileri dışındaki tüm halklar ve kültürler saldırılabilir konumdaki tehlikeli düşman, yabancı ve ötekilerdir. Dinciler için kendi inançlarını taşımayan inanç grupları öldürülebilecek, köleleştirilecek, malları talan edilecek, tecavüz edilecek kâfirlerdir. Bilimciler için her şey üzerinde deney ve operasyon yapılabilecek, menfaat doğrultusunda kullanılabilecek nesne konumundadır. Erkek egemenliği ve cinsiyetçiler için ise kadınlar, üzerinde her türlü uygulama yapılabilecek mülk ve zevk aracı konumundadırlar.
Tecavüz kültürü kendisini bu gerçekliğe dayandırır. Kişinin, halkın, toprağın hatta bedenin sınırlarını ihlal etme hakkını kendinde görmesinin gerisinde bu dört iktidar ideolojisi yatmaktadır. Savaşlarda kadınlara dönük saldırıların gerisinde de bu yaklaşım yatar. Bu yaklaşım milliyetçilik ve dincilik içerilmiş cinsiyetçilik yoluyla, mücadelenin önünü kesmek, kadın kazanımlarını yok etmek ve tarihi bir tekerrürü yaşatmak için her yolu mubah görmektedir.
Son dönemlerde artan kadın katliamlarının, çocuk tecavüzlerinin, gittikçe tırmanan şiddetin arkasında derin ideolojik bir yönelim yatmaktadır. Bu ideolojik yönelimin yüksek oranda faşizmden ve gittikçe yükseltilen savaş politikalarından beslendiği açıktır. Faşizmin en derin toplumsal yarılmaların nedeni olduğu ortadayken, 3. Dünya savaşı olarak da tanımlayabileceğimiz günümüz gerçeği, halkları, emekçileri, gençleri fakat en çok da kadınları toplumkırım koşullarında tutmaktadır. Yüzyılın sistem karşıtı dinamiğinin öncüsü olan kadınların tutulmak istediği koşullar kadın kırımı koşullarıdır. Dolayısıyla faşizm ve onun uygulayıcıları bitmemek için, onu bitirme potansiyeli olan en başat güce, kadınlara saldırmaktadır.
Fiziki ve fiili savaş koşulları, faşizmin elindeki en kıymetli argümandır. Karakteri ‘erkek’ olan savaş gerçeği, var olan erkek şiddetini överek ayyuka çıkarmaktadır. Bunu bazen dolaylı yoldan kullandığı dille, çoğunlukla da bu zahmete hiç katlanmadan direkt yapmaktadır. Eskiden şiddet alenen sahiplenilmez, kılıflar, gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılırdı. Fakat geldiğimiz aşamada şiddet dili alenidir. Kendini gizleme, kamufle etme zahmetine katlanmamaktadır. Meşruiyet zeminini, kendi bakış açısından güçlü kurmuş durumdadır. Dolayısıyla artık sebep, gerekçe, bahane sunmaya ihtiyaç kalmamıştır. Savaş koşullarında her şey olasıdır, denmektedir. Savaşın kendisi toplumsal sorunların en temel sebeplerinden biriyken, tarihin en derin çelişkisi olan cins çelişkisi ve bu çelişki üzerinden kurgulanan her türlü yönelim, çağın derinleşen kaosunun çıkış yolu haline getirilmeye çalışılmaktadır. Yeni tip sömürgecilik kendini cinsiyetçilik ve kadın bedeni üzerinden ifadelendirmektedir. Fetihçi ve cihadist bir yönelimle kadın varlığı ve çocuklar hedeflenmektedir.
Gercüş’te 15 yaşında bir çocuk, aylarca 27 erkeğin cinsel saldırısına maruz kalıyor. 15 yaşında bir çocuk ve aylarca devam eden sistematik saldırı… Durum bilinmesine rağmen, aylarca bunun karşısında suskun kalanlar… Aile, köy, devlet herkes durumdan haberdar fakat çocuk konuşmadan kimse konuşmuyor. Yasanın ötesinde, en geleneksel toplumsal ahlakın kıyameti koparması gerekirken, o da susuyor. Bu suskunluğun ardındaki sosyolojik nedenler çok yönlü analiz edilebilir, fakat analiz durumu çözmüyor. Bin bir mücadeleyle kazanılmış hak ve yasalar, pratikte işler hale gelmiyor – getirilmiyor.
Gercüş’te yaşanan olayda dikkat çeken bir diğer nokta, tecavüzcüler içerisinde bölgede görev yapan çok sayıda asker ve korucu olduğu iddiası ki bu durum Kürdistan’da savaşın tırmandığı yıllarla beraber zirve yapan bir durum haline geldi. Yani devletin cezasızlık politikasına yüzde yüz sırtını dayamış olanlar, henüz Ağustos ayında yaşadığımız İpek Er ‘cinayetinde’, Musa Orhan’ın serbestliğinden güç alanlar… Yıllar önce Mardin’de 14 yaşındaki bir çocuğa yönelik sistematik saldırıdan, cezasızlıkla kurtulan erkeklerden güç alanlar… Devletin ve milletin bekası için kendisine her türlü hak ve cezasızlık sunulanlar, her türlü fetihi ve ganimeti kendine hak görenler… Bu yönelimin açık ve net bir sömürge faaliyeti olduğu ortadadır. IŞİD’in Şengal’de Êzidî kadınlara yönelik saldırıları ile bu saldırılar arasında hiçbir fark yoktur. Kadın kırımı, faşizmin en temel faaliyet alanı oluyor, bir toplum bu yolla kontrol altında tutulmak isteniyor. Mesele kadın bedeni ve varlığının, iktidar olana dayanılarak sınırsızca erkeğe hak görülmesidir. Burada iktidar, sadece koruyucu güç olarak görev yapmıyor, aynı zamanda bu kırım ve saldırıları fütursuzca destekleyen, kışkırtan bir rol oynuyor. Gercüş’te çocuğa tecavüz eden 27 kişiden sadece 11’i hakkında idari işlem başlatılırken, olayı sosyal medyadan duyuran 27 kişi gözaltına alındı. Tecavüzcülerin kimden cesaret aldığını sadece bu örneğe bakarak anlamak zor değil. Taciz, tecavüz ve çocuk istismarı bizzat iktidarın savaş politikalarının tezahürüdür. Bu savaş, kadınlara ve çocuklara karşı açılmış bir savaştır. Medyanın kullandığı dil adeta bu savaşın çığırtkanlığını yapar haldedir. ‘Çocuk susar, sen susma’ demek olayı yumuşatmaktan başka bir şey değildir. Çocuk susmuyor, yargı susuyor. Çocuk susmuyor, iktidar susuyor. Çocuk susmuyor, susan büyükler. Çocuk susmuyor, susturuluyor.
Bize kalan, bizi büyüten yine biz oluyoruz. Olmak durumundayız. Susturulan çocukların sesi, sokak ortasında katledilen kadınların savunması, sessiz kalan annenin cesareti, yalnız hisseden her bir kadının kalabalıkları olmalıyız. Aksi hiçbir yasa, hiçbir devlet, hiçbir ülke yurt olmaz bize… ‘Kadın kadının yurdu’ olmadığı sürece…