2016 sonrası ekonomik kriz, artan savaş maliyetleri ve dış politika gerilimleriyle birlikte devletin bu kez uluslararası mafya ağları, uyuşturucu rotaları ve yasa dışı bahis sistemleri üzerinden yeni bir özel savaş konsepti geliştirdiği görülmektedir. Kürt gençliği bu kez sokak çeteleri aracılığıyla suç ekonomisine çekilerek kriminalize edilmiştir
Türkiye Kürdistanı’nda son yıllarda derinleşen toplumsal sorunlar, sıradan ekonomik daralmaların veya dönemsel devlet politikalarının ötesine geçen yapısal bir krizi göstermektedir. Bu kriz, kapitalist modernitenin tüm dünyada yarattığı parçalanma, yalnızlaştırma ve toplumsal çökertme dinamiklerinin Kürdistan’daki özel savaş stratejileriyle birleşmesinden doğmaktadır. Bu nedenle bugün yaşanan çöküş, yalnızca yoksulluğun artması, kriminal yapılarının güçlenmesi ya da kültürel yozlaşma değildir; toplumun kendi kendini üretme, koruma ve yeniden kurma kapasitesinin sistematik biçimde ortadan kaldırılmasıdır.
Bu çöküş en çok kadınların, gençlerin ve çocukların bedeninde görünür hâle gelmektedir.
Gençler, devlet-mafya-sermaye üçgeninde örgütlenen çete ağlarına sürüklenmekte; kadınlar hem gerici yapılar hem de erkek-devlet şiddeti tarafından kuşatılmakta; çocuklar ise yoksulluk, uyuşturucu ve korunaksızlık döngüsüne terk edilmektedir. 1994 yılında Sudan’da açlıktan sürünerek BM yardım noktasına yürüyen kız çocuğunun başında bekleyen akbabanın fotoğrafı nasıl küresel kapitalist düzenin çıplak bir yüzü ise, Diyarbakır’ın yoksul mahallelerinde uyuşturucuya itilen on yaşındaki bir çocuk da aynı sistemin farklı bir coğrafyadaki izdüşümüdür. Kapitalist modernite, coğrafyaların farklılığından bağımsız olarak aynı toplumsal parçalama mantığıyla çalışır ve özü her yerde aynıdır: Kadının özgürlüğünü, çocuğun güvenliğini ve gençliğin geleceğini yok eden bir makine gibi işlemek ve bu politikalar temelinde yeni bir toplumsal form inşa etmek istemektedir. Ve bunu da yaparken toplumun en yetkin dinamiklerini hedefe alarak gerçekleştirmektedir.
Bunlardan biri toplumun inşa edici kimliği olan kadın iken diğeri de geleceği elinden alınan gençliğin kendisidir. Her geçen gün Kapitalist modernitenin en sinsi ağları özgürlük potansiyeli yüksek gençliği çözümsüzlük algısıyla kuşatmaktadır. Bu yüzden ilk düşürülmeye çalışılan ve düşürülen kimliğin yanında gençliğin de önüne konulan iki yol giderek daha görünür hâle geliyor: ya işsizlik, umutsuzluk ve geleceksizlik içinde yavaşça çürümek ya da çete-mafya ağlarının bir parçası hâline gelerek kirli bir döngünün içine çekilmek. Artık bu tablo bir istisna değil; hapishanelerdeki taşan kalabalık, yedi kişilik koğuşlara kırk kişinin sıkıştırıldığı o ağır hava ve içeride bile süren uyuşturucu trafiği, toplumsal çöküşün kendini nasıl yeniden ürettiğini en çıplak hâliyle gözler önüne seriyor. Bu nedenle yaşanan çözülmeyi yalnızca ahlaki ya da kriminal bir sapma olarak yorumlamak gerçekliği açıklamaya yetmiyor. Bu kırılma, devletçi modernitenin toplumun özsavunma kapasitesini dağıtmaya yönelik uzun erimli programının bilinçli bir parçası olarak işliyor; gençliğin karşı karşıya kaldığı tahribat da bu programın kaçınılmaz sonuçlarından biri hâline geliyor.
Bugün özellikle büyük şehirlerin yoksul mahallelerinde görülen çeteleşme olgusu, 2015 sonrası özel savaş stratejilerinin görünür bir uzantısı olarak belirginleşiyor. İstanbul’un Esenler, Gazi, Esenyurt sokaklarında ya da Sur’daki Selefi örgütlenmelerde ortaya çıkan benzerlikler, Kürt yoksullarının yaşadığı her bölgede aynı mekanizmanın işlediğini gösteriyor. Gençlik kriminalize edilerek toplumsal hayatın dışına itilmekte; bu dışlanma ise özel savaş politikalarının en etkili toplumsal mühendislik araçlarından birine dönüşmekte. Abdullah Öcalan’ın da sıkça vurguladığı “toplumun savunmasızlaştırılması” olgusu tam da bu noktada görünür hâle geliyor: gençlik yalnızca bir sonuç değil, çözülen toplumsal dokunun yeniden üretildiği bir zemin hâline getiriliyor.
2016 sonrası ekonomik kriz, artan savaş maliyetleri ve dış politika gerilimleriyle birlikte devletin bu kez uluslararası mafya ağları, uyuşturucu rotaları ve yasa dışı bahis sistemleri üzerinden yeni bir özel savaş konsepti geliştirdiği görülmektedir. Kürt gençliği bu kez sokak çeteleri aracılığıyla suç ekonomisine çekilerek kriminalize edilmiştir. Sosyal medya üzerinden pompalanan “güç”, “direniş” veya “kolay para” söylemleri, Baygaralar, Casperler, Çirkinler, Daltonlar, Redkitler gibi çete gruplarının gençler için cazibe merkezlerine dönüşmesiyle birleşmiş; suça yönlendirme planlı bir mekanizma hâline gelmiştir. Bu yapıların bir kısmının devlet içindeki özel gruplarla kesiştiğine dair iddialar, gençliğin yalnızca ekonomik değil, politik bir mühendisliğin nesnesi hâline getirildiğini göstermektedir. Kriz derinleştikçe devletin kriminal ağlara yaslanması, Abdullah Öcalan’ın sıkça vurguladığı “çöküş iktidarlarının suça yaslanarak ayakta kalma stratejisi”nin güncel bir yansıması olarak okunabilir.
Bu denklem, Kıbrıs merkezli yasa dışı bahis ve kumar ekonomisinin gençlere “kolay kazanç” vaadiyle sunulmasıyla tamamlanmaktadır. Medyanın sponsorluklar, yayınlar ve reklamlar üzerinden bu ağları meşrulaştırması, borçlandırılan gençlerin çete yapılarına itilmesini adeta doğal bir süreç gibi görünür kılmaktadır. Ekonomik çöküş ile kültürel çözülme böylece birbirine eklemlenmekte; gençlik hem politik iradesizliğe sürüklenmekte hem de toplumsal çözülmenin taşıyıcısı hâline gelmektedir.
Bu tablo yalnızca güvenlik ve ekonomi politikalarının bir sonucu değildir; güncel ideolojik yönelimlerle de derinleştirilmektedir. İktidarın 2024 ve 2025 yıllarını “Aile Yılı” ilan etmesi, yüzeyde çocuk ve kadınların korunması söylemiyle sunulsa da gerçekte kadın kimliğinin yeniden evcilleştirildiği, toplumsallıktan koparıldığı ve patriyarkal düzenin ideolojik taşıyıcı unsurlarından biri hâline getirildiği bir süreci ifade etmektedir. Abdullah Öcalan’ın kadın özgürlüğünü toplum özgürlüğünün çekirdeği olarak tanımlayan yaklaşımından bakıldığında, kadının içe kapatılması toplumsal çözülmenin en kritik dinamiklerinden biri olarak belirir. Kadının alanı daraldıkça toplumun demokratik ve kolektif yaşam kapasitesi zayıflar; erkeklik şiddeti artar ve gençlik de bu şiddetin hem faili hem mağduru olarak yeniden şekillenir.
Bugünün Türkiye’sinde görülen toplumsal buhran, yalnızca siyasi krizlerin yan ürünü değil; gençliği, kadınları ve yoksul kesimleri hedefleyen uzun soluklu bir toplumsal mühendisliğin güncellenmiş hâlidir. Abdullah Öcalan’ın yaşam perspektifinde sıkça vurguladığı gibi, toplumun çözülmesi bir kader değil; bilinçli olarak örülmüş bir iktidar stratejisidir. Bu nedenle gençliğin yaşadığı çıkmaz da bireysel zaafların ya da ahlaki bozulmanın ürünü değil; tarihsel, politik ve kültürel tasarımın bugünkü yüzüdür. Ancak aynı zamanda bu çıkmaz, toplumsal yeniden inşanın ilk kıvılcımının da gençlikten doğabileceği gerçeğini içinde taşır: çünkü en çok bastırılan, en çok potansiyel barındırandır.
Toplumsal yaşamın üzerinde yıllardır biriken ağır sis, yalnızca ekonomik ya da siyasal gelişmelerden kaynaklanmıyor. Gündelik hayatın damarlarına kadar sızmış güncel politikaların ördüğü görünmez ağ, toplumun tüm kesimlerinde hissedilir bir buhran yaratıyor. Bu buhran, çoğu zaman sıradanlaşan haber akışının içinde kaybolsa da, her geçen gün genişleyen bir çukur gibi derinleşiyor. Son yıllarda hükümetin “Aile Yılı” adı altında öne sürdüğü politikalar da bu çukurun en karanlık katmanlarından birine işaret ediyor.Yüzeyde kadınları ve çocukları korumaya dönük bir çaba gibi sunulan bu politika, modern devlet aklının aileyi ideolojik bir aygıt olarak yeniden inşa etme girişiminden başka bir şey değil. Çünkü burada aile, korunan bir değer değil; toplumu şekillendirmenin yeni aracı olarak tasarlanıyor. Bu söylemin arkasındaki asıl niyet, kadını toplumsal alandan koparmak, onu evin sınırlarına hapsetmek ve patriyarkal düzenin sessiz ama işlevsel bir halkası hâline getirmek. Ev, bu politikalarla birlikte yalnızca bir yaşam alanı olmaktan çıkıyor; ataerkil denetimin görünmeyen karakoluna dönüşüyor.
Kadının toplumsal hayattan geri çekildiği bir düzende, şiddetin görünmez duvarları ise daha yüksekten örülüyor. “Aileyi koruma” adı altında yürütülen bu söylem, erkeğin şiddetini meşrulaştıran bir iklim yaratıyor. Devletin sahiplendiği aile modeli, kadının yaşam hakkını değil; aile kurumunun devamını önceleyen bir anlayışa dayanıyor. Tam da bu nedenle kadın cinayetleri, artık münferit vakalar olarak değil, bu politikanın ürettiği zihniyet dünyasının kaçınılmaz sonucu olarak okumak gerekiyor.
Bu karanlık yalnızca kadınların üzerine çökmüyor. Bugün Türkiye’de, özellikle de Kürdistan coğrafyasında dünyaya gelen çocuklar, hayatla ilk karşılaştıkları anda açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, barınma krizi ve kriminal ağların tehdidiyle yüzleşiyor. Çocuk, daha doğar doğmaz bir yokluk döngüsünün içine fırlatılıyor. Böyle bir ortamda “Aile Yılı” politikalarının çocuk yoksulluğunu azaltması bir yana, onu görünmez kılarak daha derine ittiği açıkça ortada. Çünkü amaç, yoksulluğu çözmek değil; ailesel bağımlılığı devlet mekanizmalarına sıkılaştırmak. Bu ise uzun vadede geleceksiz bir gençliğin yaratılmasına hizmet eden bir toplumsal mühendislik stratejisi olarak işliyor.
Görünürde gençleri güçlendirdiği iddia edilen her politika, aslında tam tersine, gençliğin toplumsal varoluşunu körelten bir baskı düzenine eklemleniyor. Devletin gözünde kadın ve çocuk, korunacak birer özne değil; yönetilecek, şekillendirilecek, gerektiğinde susturulacak birer nesneye indirgeniyor. Böylece toplumun en temel dinamikleri olan kadın, çocuk ve gençlik, toplumsal varoluşun dışına doğru itilmiş oluyor. Bu tabloyu yaratan şey, aslında daha derinde yatan bir kırılmanın sonucu: toplumun kendini var eden en temel yapıtaşlarının dağıtılması. Yani komünal yaşamın –birlikteliğin, dayanışmanın, ortak üretimin, ortak sözün– parçalanması. Çünkü komünler dağıldığında, toplum kendi hafızasını, dayanıklılığını, özsavunmasını ve özgürleşme imkanını da kaybediyor. Aile politikalarıyla hedeflenen de tam olarak bu: kadın şahsında toplumsal köleliğin yeniden üretilmesi ve derinleştirilmesi.
Oysa kadın özgürleşmeden toplum özgürleşmez; kadın nefes alamadığında toplum da kendi akciğerini kaybeder. Kadının olmadığı yerde komün, yalnızca boş bir kabuğa; sesi kısılan bir toplumsal bedene dönüşür. Bu nedenle bugün yaşanan buhranın adı, yalnızca ekonomik kriz ya da siyasal istikrarsızlık değildir. Bu, toplumun kalbini koruyan en temel bağların çözülmesiyle ortaya çıkan bir varoluş krizidir. Ve bu kriz ancak kadın özgürlüğünü merkezine alan, komünal bağları yeniden örmeyi hedefleyen bir toplumsal yeniden kuruluşla aşılabilir. Çünkü toplum, ancak kadının özgür olduğu yerde yeniden nefes alır; ancak orada yeniden canlı, dirençli ve umutlu hâle gelir.
Toplum, kendini kadının varoluşunda mayalar; kadın özgür değilse toplumun hiçbir hücresi özgürlüğü tanıyamaz. Abdullah Öcalan’ın yıllara yayılan çözümlemeleri, tam da bu noktada toplumsal krizin köklerine ışık düşürür: Komünal yaşamın parçalanması, yalnız bir örgütlenme biçiminin kaybı değil; toplumun ahlaki-politik omurgasının kırılmasıdır. Kadının özgürlüğü gasp edildiğinde toplumun kalbi çalışamaz hâle gelir; gençlik örgütsüzleştirildiğinde toplumun yaratıcı enerjisi söner, çocuk korunmadığında geleceğin kendisi yok olur. Kapitalist modernite, bu damarların her birini bilinçli biçimde hedef alır. Çünkü çözülmüş bir toplum, yönetimi kolaylaştırır; direnme ihtimali ortadan kalkar; toplum kendi aklını ve vicdanını kaybettiğinde devletin tahakkümü görünmez bir norm hâline gelir.
Bu nedenle krizden çıkış, devletin polis aygıtını büyütmesinde, anayasal güvenlik dilini sertleştirmesinde ya da toplumsal alanları kameralarla donatmasında değildir. Çözüm, demokratik modernitenin komünal örgütlenme biçimlerinde; yani toplumun kendini yeniden kurma kapasitesini harekete geçiren yapılardadır. Komün yalnızca ekonomik paylaşım için kurulan bir topluluk değil; toplumun çöküşe sürüklenmesini durduran, ahlaki bağları güçlendiren ve kendini savunabilir hâle getiren bir yaşam mekanizmasıdır. Dayanışmanın, ortak emeğin, ortak sözün maddi ve manevi mekânıdır. Tıpkı toprağın kendi kendini yenileyen döngüsü gibi, komün de toplumu kendi içinden onaran bir iyileşme döngüsü yaratır.
Komünal toplum, uyuşturucu, çeteleşme, selefi radikalleşme ve devlet destekli toplumsal parçalanma politikalarına karşı yalnızca dışarıdan bir barikat kurmaz; içerden bir direnç zemini oluşturur. Çünkü komün, çözülmüş toplumsal bağların yeniden örülmesini sağlar. Kadın meclisleri, gençlik komünleri, çocuk dayanışma alanları, gıda kooperatifleri, kültürel bilgi evleri ve mahalle meclisleri… Tüm bunlar yalnızca bir örgüt formu değil; toplumun kaybettiği damar sisteminin yeniden işler hâle getirilmesidir. Sur’da kültür mekânlarına yapılan saldırılar, genç sanatçıların tehdit edilmesi, kadınlara dönük maskeli baskınlar, mahalle muhtarlıklarının çetelerce ele geçirilmesi… Bunların her biri tesadüfi değil; komünal yaşamın kökünü kurutmaya yönelik stratejik hamlelerdir. Çünkü toplumu en çok zayıflatan şey, ortak alanların yok edilmesidir. Ortak alanı yok edilen toplum, hareket edemeyen bir bedene benzer. Ve bu saldırıları durdurabilecek olan şey ne modern bir polis devleti ne de daha sert bir devlet yönetimidir. Bu saldırıları durdurabilecek olan, komün temelli örgütlenmedir: kadını merkeze alan, gençliği yaratıcılığıyla buluşturan, çocuğu kolektif bir şekilde koruyan, toplumun ahlaki-politik dokusunu onaran bir örgütlenme.
Komünün bu bütünsel direniş ve yeniden inşa kapasitesini düşündüğümüzde, onun yalnızca bir örgütlenme modeli değil, toplumsal varoluşun yeniden tarif edildiği bir yaşam mekânı olduğu görülür. Komün, bireyi yalnızlıktan, mahalleyi dağınıklıktan, toplumu ise savunmasızlıktan çıkaran bir yeniden bağ kurma pratiğidir. Bu bağların örülmesinde kadının oynadığı rol ise belirleyici bir kurucu güçtür. Çünkü kadın, hem gündelik yaşamın görünmez ama süreklilik sağlayan damarlarını bilir hem de toplumsal ilişkilerin en çok tahrip edildiği alanlarda onarıcı bir hafıza taşır. Kadın öncülüğünde gelişen komünal örgütlenme, bu nedenle yalnızca devletçi modernitenin yol açtığı çöküşü durdurmakla kalmaz; aynı zamanda toplumu kendi öz dinamizmine kavuşturan bir yeniden kuruluş hareketine dönüşür. Komün, kadının emeği, sezgisi ve politik bilinciyle birleştiğinde, mahallelerin çoraklaştırılmış dokusunu yeniden canlandıran bir toplumsal nefes hâline gelir. Bu nedenle komünleşme, yalnızca alternatif bir toplumsal form değil; kadının özgürlük gücüyle beslenen ve toplumun geleceğini taşıyan radikal bir yaşam önerisidir.
Kadının komünleşmesi, komünün kadınla karakter kazanması tam da bu nedenle çözümün özüdür. Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan çöküşün en kritik kırılma alanı kadındır. Çünkü kadının özgürlüğü toplumun özsavunmasının sigortasıdır. Abdullah Öcalan’ın ifade ettiği gibi, toplumun ahlaki-politik özü kadınla nefes alır; kadın felç edildiğinde toplumun özünün tamamı felç olur. Bu yüzden toplumsal çöküşün en yıkıcı biçimi kadına yöneliktir; çözümün en yaratıcı gücü de kadında doğar. Kadın özgürleşmediğinde komün gelişemez; komün gelişmediğinde gençlik çete ağlarının çekiminden kurtulamaz; gençlik örgütsüz kaldığında çocuk korunamaz; çocuk korunamadığında toplumun geleceği karanlık bir döngüye hapsolur. Bu zinciri kıran şey, kadının öncülüğünde gelişen komünal örgütlenmedir.
Sur sokaklarında genç kadınlara saldıran selefi yapılarla, İstanbul’un kenar mahallelerinde genç kızları tehdit ve fuhuş ağlarına çeken mafyatik çeteler aynı stratejik hedefi taşır: Kadını kırmak. Çünkü kadın kırıldığında toplum kırılır. Kadın susturulduğunda toplum dilsiz kalır. Kadın eve kapatıldığında komün ölür. Bu nedenle kadın meclisleri, kadın kooperatifleri, mahalle kadın komünleri yalnız bir sosyal dayanışma alanı değildir; toplumsal dirilişin kalbidir.
Kadın komünleri geliştiğinde, gençlik çeteleşmenin karanlığında değil toplumun yaratıcı enerjisinde yaşam bulur. Çocuklar devletin sadaka ilişkisine zorlanmaz; kolektif emeğin güvenli kollarına teslim edilir. Komün, kadının ekonomik bağımsızlığını, kültürel görünürlüğünü, politik katılımını güçlendirir ve patriyarkal aileyi kırılganlaştırır. Bu politik kırılma, komünü yalnızca bir topluluk olmaktan çıkarır; toplumu yeniden kuran bir varoluş mekânına dönüştürür. Kadın komünleştiğinde mahallelerin dili değişir, değerleri dönüşür, ilişkiler yeni bir ahlaki-politik çizgiye oturur. Bir kadının özgürlüğü bir mahallenin kaderini değiştirebilir; bir mahalle komününün dönüşümü bir kentin nefesini açabilir.
Selefi radikalleşme ve çeteleşmenin en büyük korkusu silah değildir; örgütlü kadındır. Çünkü örgütlü kadın, toplumun nabzını elinde tutar. Onu kaybettiğinizde toplumun direncini kaybedersiniz; ama örgütlediğinizde toplum kendine yeniden kavuşur. Abdullah Öcalan’ın ısrarla vurguladığı gibi, komün kadın özgürlüğüyle bir ruh kazanır; kadın da komün içinde tarihsel misyonunu özgürce icra eder. Bu karşılıklı güçlenme, toplumun yeniden doğuşunu olanaklı kılar. Komünler yalnızca bugünü değil, yarını da inşa eder. Yoksulluğa doğan çocuklara gerçek bir yaşam alanı sunar. Gençliğe yön ve toplumsal aidiyet kazandırır. Erkek şiddetinin karşısında toplumsal bir kontrol mekanizması oluşturur. Mahallelerin ahlaki-politik dokusunu yavaş yavaş ama köklü bir şekilde yeniden örer.
Bu nedenle Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan çöküşün alternatifi, devletçi modernitenin baskıcı restorasyonu değil; kadın karakterli komünlerin çoğalmasıdır. Kadın komünleştiğinde toplum özsavunmasını kazanır. Toplum özsavunmasını kazandığında gençlik yaşam bulur. Gençlik yaşam bulduğunda çocukların geleceği korunur. Kadının özgürlüğü toplumsal direnişin çimentosudur; komün ise bu özgürlüğün mekânıdır.
Kürdistan’da özgür yaşam, kadın öncülüğündeki komünal örgütlenmenin inşasıyla mümkündür. Komünler özgürleştikçe kadın özgürleşir; kadın özgürleştikçe toplum dirilir. Çöküşün panzehiri budur: Kadının komünleşmesi, komünün kadınla karakter kazanması ve toplumun yeniden ahlaki-politik bütünlüğüne kavuşması.

