Ancak kadınlar, masallar, mitler, şarkılar ve sözlü anlatılar aracılığıyla kendi anlam dünyalarını yaratmış; dilin içinde bir direniş dili üretmişlerdir. Cixous’un “kadın kendi bedenini ve sesini yazıya taşımalıdır” çağrısı, bu özgürleştirici sürecin sembolüdür. Böylece kadın, anadil üzerinden hem geçmişiyle bağ kurar hem de geleceğe kendi sesini taşır
Dil, toplumsal bilincin ve kültürel kimliğin taşıyıcısı olarak hem bireyin hem de toplumun değer sistemini biçimlendirir. Kadın kültürünün oluşumunda anadil, yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bir direniş, hafıza ve anlam inşa etme biçimidir. Dildeki eril ve dişil yapılanma, toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel söyleme nasıl yansıdığını ortaya koyar. Foucault, Irigaray, Wittgenstein, Cixous ve Butler gibi düşünürlerin yaklaşımları, dilin kadını hem ötekileştiren hem de özgürleştiren yönlerini anlamada önemli kavramsal çerçeveler sunar. Bu açıdan bakıldığında, anadil kadının özneleşmesinde ve kültürel belleğin yeniden kurulmasında bir direniş alanı hâline gelir.
İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana “logos” kavramı, insanı tanımlamanın merkezinde yer almıştır. Aristoteles’in “zoon echon logon” (dile sahip canlı) tanımı, Heidegger’in “insan dilde ikamet eden varlıktır” sözüyle derinleşir. İnsan yalnızca dili kullanmaz, dilin içinde şekillenir. Bu nedenle dil, bireysel bir ifade aracı olmanın çok ötesinde, toplumsal bilincin üretildiği kültürel bir zemindir. Anadil, bireyin hem kendini hem de dünyayı anlamlandırdığı en temel alandır. Judith Butler, toplumsal cinsiyetin dilsel bir performans olduğunu söylerken, dilin aynı zamanda şiddeti yeniden üreten bir yapı olduğunu da vurgular. Dolayısıyla dil, hem baskı hem de özgürleşme aracıdır.
Edward Sapir, bireyin dünyayı dilin sınırları içinde kavradığını ifade eder. Bu durumda eril bir dil sistemi, kadını yalnızca tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda sınırlandırır. Luce Irigaray, dilin ataerkil yapısının kadını eksik bir özne olarak konumlandırdığını savunur. Ancak her kültürde eril ve dişil ayrım aynı anlamları taşımaz. Humboldt, dilin kültürel bağlamdan bağımsız bir yapı olmadığını, tarihsel süreç içinde anlam tortularını taşıdığını belirtir. Wittgenstein’ın “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü, dilin hem kültürel hem düşünsel dünyayı biçimlendirdiğini felsefi düzlemde açıklar. Bazı kültürlerde —örneğin Antik Çin düşüncesindeki Ying-Yang anlayışında— eril ve dişil karşıt değil, birbirini tamamlayan unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Bu durum, her dildeki cinsiyetli yapılanmanın ataerkil bir baskı ürünü olarak yorumlanamayacağını gösterir.
Foucault, iktidarın dil aracılığıyla bedenleri ve kimlikleri biçimlendirdiğini vurgular. Kadın, bu iktidar söylemi içinde sıklıkla sessizleştirilmiştir. Ancak kadınlar, masallar, mitler, şarkılar ve sözlü anlatılar aracılığıyla kendi anlam dünyalarını yaratmış; dilin içinde bir direniş dili üretmişlerdir. Cixous’un “kadın kendi bedenini ve sesini yazıya taşımalıdır” çağrısı, bu özgürleştirici sürecin sembolüdür. Böylece kadın, anadil üzerinden hem geçmişiyle bağ kurar hem de geleceğe kendi sesini taşır.
Eril ve dişil söylemler yalnızca dilin değil, kültürel paradigmanın da ürünüdür. Batı düşüncesinde dişil olan çoğu zaman irrasyonel, kaotik ve edilgen olarak betimlenirken, eril olan akıl, düzen ve biçimle özdeşleştirilmiştir. Buna karşın Doğu felsefesi, bu iki ilkeyi birbirini tamamlayan güçler olarak yorumlar. Wittgenstein’ın “bir sözcüğün anlamı, onun kullanımını çevreleyen etkinliklerde aranmalıdır” sözü, dilin toplumsal pratiklerle olan ilişkisini açıkça gösterir. Dildeki eril ya da dişil öğeler yalnızca gramer düzeyinde değil, davranış, jest, mimik ve ritüel düzeyinde de yaşamsal karşılık bulur.
Dil, insanlık tarihinin tortularını içinde taşır. Her çağ, kendi düşünsel atmosferini dil üzerinden yeniden üretir. Bu nedenle dilin cinsiyetlendirilmiş yapısı hem tarihsel hem kültürel bir süreklilik gösterir. Carol Gilligan’ın “bakım etiği” kavramı, kadın kültürünün ilişkisellik ve dayanışma üzerinden geliştiğini anlatırken, anadil bu ilişkilerin kurulmasında bir etik köprü işlevi görür. Kadın dili yalnızca bir iletişim biçimi değil, aynı zamanda bir anlam inşasıdır. Kadın, dili dönüştürerek yalnızca konuşmaz, dünyayı yeniden kurgular.
Sonuç olarak, dildeki eril ve dişil yapılanmalar, insanlığın kültürel çeşitliliğini yansıtan bir zenginliktir. Ancak dilin tarihsel süreçte eril tahakkümü yeniden üretme potansiyeli göz ardı edilmemelidir. Kadın kültürü, anadil aracılığıyla bu tahakküme karşı etik bir direniş biçimi yaratır. Anadil, kadının kendini ifade etme ve özneleşme aracıdır. Bu nedenle dilin dönüşümü yalnızca sözcük düzeyinde değil, kültürel bilinç düzeyinde gerçekleşmelidir. Kadın kültürü, insanlığın etik bir yeniden doğuş çağrısıdır.
Son Not:
Altuğ, T. (2001). Dile Gelen Felsefe. Yapı Kredi Yayınları.
Beauvoir, S. de. (2010). İkinci Cins (Çev. S. S. Onaran). Payel Yayınları.
Butler, J. (2014). Cinsiyet Belası (Çev. B. Ertür). Metis Yayınları.
Cixous, H. (2015). Medusa’nın Gülüşü (Çev. E. Özbek). Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. (2019). Cinselliğin Tarihi 1: Bilme İstenci (Çev. H. U. Tanrıöver). Ayrıntı Yayınları.
Fung, Y.-L. (2009). Çin Felsefesi Tarihi (Çev. F. Aydın). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Gilligan, C. (2016). Farklı Bir Sesle (Çev. A. O. Koç). Ayrıntı Yayınları.
Gürsel, A. (2001). Klasik Alman Dil Felsefesi Metinleri (Çev. A. Tural). Litera Yayıncılık.
Irigaray, L. (2018). Bu Cinsiyet Bir Diğeri Değil (Çev. E. Soysal). Otonom Yayıncılık.
Irigaray, L. (2006). Ben Sen Biz (Çev. S. Büyükdüvenci & N. Tutal). İmge Yayınları.
Sapir, E. (1985). “Bir Bilim Olarak Dilbilimin Konumu.” Dil ve Kültür içinde (Çev. S. Akalın). TDK Yayınları.
Wittgenstein, L. (2006). Felsefi Soruşturmalar (Çev. D. Kanıt). Dizgi Yayıncılık.

