Tek amaçlarının bu ülkede akan kanın durması, barışın gelmesi, Kürt ve Türk annelerinin kucaklaşmasının gerçekleşmesi, evlatlarının sulayabilecekleri bir mezar taşının olması olan bu beyaz tülbentli anneler, seslerini duyurmak için birçok yol ve yöntemi denediler. Kadın zekasının-eylemselliğinin-varlığının akışkanlığının adeta bir kanıtı olarak… Meclise yapılan yürüyüşlerden, beyaz tülbent yakma eylemlerine; canlı kalkan olmaktan, Genelkurmay’ın önünde oturma eylemlerine, asker anneleri ile buluşmadan beyaz tülbentlerini bir çelenge asarak Amerika Konsolosluğu önüne bırakmaya kadar…
Bu yazıyı yazmaya çalıştığımda, annelerin taşıdığı o beyaz tülbentlerin ağırlığını bir daha, ancak bu sefer çok daha derinden hissettiğim itirafımla başlayayım. Her yazı ve konu biraz sancısı ile doğar; duygulardan düşüncelere, düşüncelerden bir sistematikle kaleme (artık günümüzde daha çok tuşlara) dökülür. Hele ki ontolojik olarak varlığı-yokluğu yüzyıllardır tartışmalı olarak ele alınan, bu tartışmalar sonucunda geliştirilen yok sayma, asilime etme, yok etme, özel ve sıcak savaş politikalarıyla öldürme, kimliğinden kültüründen koparma pratiklerinin bu kadar yoğun devam ettirildiği Kürt ulusuna dair yazmak, yaşanılan sancıları daha da ağırlaştırmaktadır.
Kendi mitlerini oluşturmuş[1] bir özgürlük hareketinin kitlesi üzerinde her anı, hareketi, politikasıyla eylemselliği bu kadar etkili, yaratıcı ve dönüştürücü olmuşken yazılan her bir öznenin de kendine has bir tarihselliği ve özgün-yaratıcı eylemsellikleri, varoluşsal pratikleri oluyor. Barış Anneleri de işte böyle varoluşsal pratiklerin, karşı duruşun, barışı istemenin 90’lı yıllarda örgütlenmesiyle kendi adını duyurdu. İlk önce 96 yılı ateşkes sürecinde kendini inisiyatif olarak deklere eden örgütlülük, 99 yılında dernekleşerek faaliyetlerini birçok ilde bu şema şeklinde organize etmeye devam etti. “Geride kalanlar aşkına” ve “Biz anayız, barıştan yanayız” sloganları[2] ile eylemselliklerini durmadan aynı inanç ve kararlılıkla bugüne taşımışlardır. Elbette bu, yazılan tarihlerden çok öncesinde başlayan bir varoluş gerçekliğidir. Evlatlarını kaybeden, onların yasını tutamayan, bedenlerine ulaşamayan, evlatlarına bir mezar taşı dahi yaptıramayan annelerin barış talebi, 90’lı yıllarda özgürlük hareketine katılımların artması ve aynı dönemde yaşanılan can kayıplarının artmasıyla daha görünür, güçlenir, örgütlenir hale gelmiştir.[3]
Tek amaçlarının bu ülkede akan kanın durması, barışın gelmesi, Kürt ve Türk annelerinin kucaklaşmasının gerçekleşmesi, evlatlarının sulayabilecekleri bir mezar taşının olması olan bu beyaz tülbentli anneler, seslerini duyurmak için birçok yol ve yöntemi denediler. Kadın zekasının-eylemselliğinin-varlığının akışkanlığının adeta bir kanıtı olarak… Meclise yapılan yürüyüşlerden, beyaz tülbent yakma eylemlerine; canlı kalkan olmaktan, Genelkurmay’ın önünde oturma eylemlerine, asker anneleri ile buluşmadan beyaz tülbentlerini bir çelenge asarak Amerika Konsolosluğu önüne bırakmaya kadar… Nobel barış ödülüne aday gösterilmekten, 7 buçuk yıl hapis cezası ile yargılanmaya kadar…İlerlemiş yaşlarına rağmen yağmur, çamur, kar dinlemeden alanlarda barışı haykırmaktan, sokaklarda kolluk kuvvetleri tarafından itilip kakılmalarına kadar… Yargı tacizleriyle göz altına alınıp haklarında yüzlerce dava açılmasından, hapishanelerde tutsak edilmelerine kadar… Ve bu liste böylece uzayıp gider ancak onların hikayeleri, tanıklıkları yazılmakla bu sayfalara aktarılmakla bitmez, hafiflemez. Bu yüzdendir belki de onları her gördüğümüzde yüreğimizde bir yerlerin titremesi, içimizde kayıp bir ezginin sesinin duyulması: Rojêk te…
Türkiye devleti ve PKK arasında 52 yılı bulan bu savaşın belki de en ağır yüklerini onlar taşıdılar. Beyaz tülbentleri kaybettikleri ancak bu kayıplarının kamu tarafından görülmediği evlatlarının birer görünür simgesi oldu, doğurup bin bir emekle büyüttükleri evlatlarının yokluğunun birer kanıtı olarak ülkede barışın haykırışı oldular. Her barış, müzakere, çatışmasızlık dönemlerinin toplumsallaşması, başarıya ulaşması, silahların tekrardan ellere alınmaması, evlatların yitirilmemesi için en büyük en önemli çabayı gösteren öznelerdendirler. Patriyarkal ulus devlet tarafından en çok hedef gösterilmeye, kutsal aile-anne söylemleri ile toplum gözünde karartılmaya da çalışılanlardırlar, aynı zamanda. Patriyarkanın çizdiği “makul anne” şablonuna hiçbir zaman girmediler, bu yüzden de dönem dönem anne olma kimliklerine de ayrıca saldırılar olmuştur ancak onlar duruşlarından asla taviz vermezken, mücadelelerinden de asla vazgeçmemiş, bir adım dahi geri adım atmamışlardır. Onlar politik duruşları ile özgürlük mücadelesinin tam kalbinde yerlerini alırlarken, bu mücadelenin politik-pratik varoluşunun da itici güçlerinden olmuşlardır.
Her birinin duruşu ayrı ayrı kıymetler taşırken içlerinden bazılarının isimleri, hayatları, mücadeleleri ise sembolleşmiştir. Bunlardan biri 2025 yılı mart ayında yaşamını yitiren, 5 evladını savaşta kaybetmiş Sakine anadır. Bir diğer isimler ise, haklarında açılan soruşturma için Hakkari’ye ifade vermeye giden ve dönüş yolunda yaptıkları kaza sonucunda hayata gözlerini yuman Perihan ve Adalet anadır. Aynı kazada Perihan ananın oğlu Cihan da hayatını kaybetmişti. Bir taraftan analar bir taraftan evlatları bu savaşın içinde, halkın hafızasında unutulmaz değerler olarak kalırlarken; barışa dair umutlar da asla solmamış, mücadele asla durmamıştır.
Gelinen aşamada Sayın Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile silahlı mücadelenin son bulmasına dair PKK’nin silahları yakma törenine gözyaşları içinde tanık olan Barış Anneleri, Demokratik Toplum ve Barış sürecinin örülmesinin de en aktif rol üstenenleri olmuşlardır. Yıllardır dile getirdikleri, hayalini kurdukları, bu hayali kurmanın ötesinde gerçekliği ile buluşması için canla başla mücadelesini verdikleri barış taleplerine en yakın oldukları/olduğumuz bu süreçte, onlarda taşın altına elini koymasını bildiler. Demokratik toplumun örülmesi ve barışın toplumsallaşması, toplumsal bir talebin direncinin oluşturulması için, düzenlenen her toplantının, panelin, buluşmanın kendi renkleriyle, dilleriyle, umutlu sözleriyle bir parçası/öznesi oldular ve olmaya da devam ediyorlar.
20 Ağustos’ta TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda kendilerini Kürtçe ifade etmelerinin engellenmesi, toplumda “Böyle mi barışacağız, Kürtçe’ye tahammülsüzlüğün hala devam ettiği bu atmosferde mi barış gelecek” soruları ve öfkesini yeniden canlandırırken; Barış Anneleri sakinliklerini korumuş, büyük bir inanca olan bağlılıklarıyla sözlerini kurmuşlardır.
Ardından yakın bir tarihte ise, örgütlülüklerini arttırmak, barışa örmedeki çabalarını sistematikleştirmek, birçok barış annesi ile buluşmak için büyük bir katılım ve coşkuyla konferanslarını gerçekleştirdiler. Dünyanın birçok farklı yerinden kendileri ile aynı amaçla mücadele yürüten diğer annelerin fiziksel olmasa da görüntülü katılımları, dayanışma mesajlarıyla… Salonu dolduran annelerin bembeyaz tülbentleri bu mücadele de yitirilen her bir evladın simgesi olurken; içimizdeki barışın umudunu, özlemini, mücadelesinin vazgeçilmezliğini yeniden diriltti.
Konferansın en duygu dolu ve unutulmaz anları ise Sayın Abdullah Öcalan’ın Barış Annelerine gönderdiği mektubun okunduğu anlar oldu. Mektubuna bütün içtenliği ile annesiyle kurduğu bağı tarifleyerek başlayan Öcalan, ardından Barış Annelerinin mücadelesini selamlayarak özgür kadın kimliğine atıfla “Kadınlar nasıl istiyorsa öyle yaşamalı ama özgür yaşama da cesaret etmeleri gerekir.” sözlerini devam ettirirken bir kez daha kadınların hayatlarıyla nasıl ilişkilenmeleri gerekliliğini vurgulamıştır. Yeniden özgürlük nedir, bir kadın nasıl özgür olur, özgürlük arayışları nerede başlar nasıl bir çizgide anlamlaşır, anne olmak özgürlüğe engel midir yoksa özgürlüğün farklı bir yorumu mudur, peki ya cesaret; o nerede kendini var eder nasıl cesarete cüret edilir gibi birçok soruyu sormamızı sağlayan bu belirlemenin, Özgür Kadın Hareketinin temeli olmayı sürdüreceği de açıktır. Bu belirleme aynı zamanda kadın enternasyonalizmini örmeyi, kadın hakikatine ulaşmayı, bu hakikati bütün dünya kadınları ile paylaşıp ortak bir mücadelenin ve geleceğin mümkünatını kendine hedef olarak belirleyen bu hareketin paradigmasının en temel iddiası olmuştur. Barış Anneleri işte bu iddiaya sıkı sıkı bağlı kalarak, özgür kadın kimliğini yaratmada bir an dahi olsun geri durmayarak, bu hareketin en özgür yanı olmayı başarmışlardır; onların direngenliği, cesareti, umudu, asla kırılmayan inancı bu barışın en büyük yaratıcı unsurları olmayı da başaracaktır.
Demokratik toplum ve barış süreci siyasal iktidarın yarattığı bütün öteki kimliklerden, en çok kriminalize edilenlerine, en normalleştirilip göklere çıkarılanlarına kadar toplumun bütün kesimlerine büyük sorumluluklarla süreci örme görevi vermektedir. Barış Annelerinin bu süreçteki rolü, misyonu, süreci omuzlayacak pratikleri ile yaratacak barış toplumu ise annelerin evlatlarının hatıralarına verebilecekleri en anlamlı hediyeleri olacaktır.
[1] “Süreç ve Kongre”, Yeni Yaşam, 24 Haziran 2025, https://yeniyasamgazetesi9.com/surec-ve-kongre/, Son Erişim: 6 Aralık 2025
[2] Başak Can, “Barış Anneleri”, Toplum ve Kuram Dergisi, sayı:9, Bahar 2014, 35
[3] A.g.e

