“Helena rüyasında bizi görmüş.
Bir havaalanındaymışız ve tüm havaalanlarında olduğu gibi bir makineden geçmek için sırada bekliyormuşuz. Makineden yastıklarımızı geçirmemiz gerekiyormuş.
Önceki gece kullanılan yastıklar cihazdan geçerken rüyalar okunuyormuş.
Makine, kamu düzeni için tehlikeli rüyaları tespit ediyormuş.” (E. Galeano, Korku İmparatorluğu)
Demokrasiyi, eşitlikleri ve özgürlükleri nerede, daha önemlisi ise nasıl kurabiliriz? Bir beden, bir evin içi, bir köy, belli numaralar verilmiş sokaklar, kurumlar ve çok daha fazlasında tam da kamu düzeni için tehlikeli görülen rüyalar sayesinde demokratik bir yaşam, özgürlüklerin ve eşitliklerin işlediği sistemler kurulabilir, kuruldu da.
Tersinden ise; içinde dolanan kendini devlet karşısında küçücük hissetsin diye, küçücük hissetmemek için tek yolun devletin bedenine dönüşmek olduğu yanılsamasına kapılsın diye inşa edilmiş bir mekânda değil. İçinde toplum yerine; bürokrasi-hiyerarşi kurallarıyla makineleşmiş, üniformadan hallice takım elbiseleriyle hızlı hızlı hareket eden, her adımın x-rayden geçirildiği, x-rayin onay sesiyle varlığın kabul edilebilir kılındığı, kendine ve etrafına yabancılaşmış bedenlerin mekânlarında değil. Farklı düşüncelerin ve deneyimlerin milliyetçi, dinci, erkek egemen hassasiyetler öne sürülerek çığlıklarla, hakaretlerle, yumruklarla karşılandığı bir halde hiç değil.
Ve fakat; distopik romanların sonundaki isyanları akılda tutarak aksinin de kendisinin de dönüşümünün mümkün ve inşa edilebilir olduğuna inanabilir, inanılabilir olanı da pekâlâ gerçekleştirebiliriz.
Bu ikiliklerle, üçüncü ihtimalin de eşliğinde Türkiye’nin prototipi olan Meclis’e ve güncel çalışması Komisyon’a bakmak hem güncel hali hem de tarihselliği açısından önemli. Çünkü 2025 yılı devam ederken, bir kez daha, halkların, kadınların mücadelesiyle barışı getirme iddiasını yüklenen, çalışmalar yapan, bu vesileyle halkın geleceğinin bizzat halkla kurulmaya çalışıldığı iddia edilen zeminler, bunlar. Diğer taraftan; kimlikler ve ideolojik arka planlar açısından ortaklıkları çok az olsa da tarihsel mahiyetlerinin devamı olarak hâlâ en geniş bileşeni bir araya getirme gücüne sahip oluşumlar. Ki ilk bakışta bile kuruluşunun ve işleyişinin toplumu oluşturanların kolektifliği ya da kutuplaşması üzerindeki bağını, gündelik hayatın üretimiyle olan ilişkisini görmeye müsait.
Meclis’in nasıl kurulduğu başlı başına ve belki de ayrıca çalışılması gereken, üzerine zaten güçlü akademik çalışmaların da yapıldığı bir konu. Ancak tıpkı Meclis’in kuruluş sürecinde olduğu gibi Komisyon’un kuruluş-işleyiş sürecinde de öne çıkan ve bizim demokrasi derdiyle ele almamız gerektiğini düşündüğüm yanlar var.
Komisyon, savaş ve ağır çatışma koşullarının sonlandırılmasını, yeni yaşamın kurulabilmesi için hakikatlerin araştırılmasını, suçluların yargılanmasını, gerekli yüzleşmelerin yapılmasını, başımıza gelenleri bir daha kimse yaşamasın diye güven ortamının sağlanmasını da kapsayan birçok toplumsal talebin ve mücadelenin etkisiyle kuruldu. Yine yöneticilerin, karar vericilerin sınır güvenliğini, kaynak güvenliğini, savaşın yarattığı ve artık çözemedikleri krizleri yönetebilmek için kurmak zorunda kaldıkları bir Komisyon oldu.
Bu bambaşka dayanakların yarattığı ortaklık ise sorun görülenlerin çözülmesiydi. Tarihselliği bağlamında daha somut ifade etmek gerekirse; demos olarak halk, siyasi partiler gibi kısıtlı oluşumlarla da olsa kendini gerçekleştirmeye girişti. Ancak maalesef halkın yansıması, temsili demokrasinin sınırlarında kalabildi. Diğer taraftan seçilmiş ve seçilmişlikten iktidar yaratmış hükümet, demosun felsefi arka planından uzaklaşarak yani eşit değil belirleyici güç olarak Komisyondaki yerini aldı.
Peki demos-meclis ilişkisinde felsefi arka planından uzaklaşıldı dediğimiz yer ne denli hayati? Evet, demos, halk anlamına gelir; ancak sıradan bir nüfusu değil, siyasal özne olarak halkı, yani “yönetme yetkisine sahip, etkin topluluğu” ifade eder.[1] Bu anlamda Meclis ya da Komisyon demosun kendini söz ve eylemle ifade ettiği mekân olamadı çünkü çoğunlukçuluk, çoğulculuğun yerine ikame ettirildi, siyasallık yerine sayısal çokluk konuldu. Demosun kamusal görünürlüğünü sağlaması gerekirken “temsil kurumu” oldu. Bizlere sunulan da 10’u kadın 51 üyeli, içinde cinsiyet eşitliğinin, inançların ve farklı etnik kimliklerin eşit ve etkili katılımının olmadığı bir tabloydu. Ve bir kez daha maalesef Meclis’in-Komisyon’un meşruluğu açısından demokrasiden beklenen kapsayıcılığı oluşturamadı.
Halbuki demokrasinin bir gereği olarak demosun varlığından bahsedebilmek, dışarıda bırakılanları da kapsayacak şekilde genişleyebilme kapasitesini yaratmakla ilgilidir. Bu denklem Komisyon’a görüş bildirmek üzere davet edilenler açısından da geçerliydi. Kimler konuşabilir, kimler duyulabilir, kimler sahiden hakların sahibidir sorusunun yanıtı niteliksiz bir bürokrasi olarak yansıdı. Savaşla dışarıda bırakılanlar ama savaşı yaşamın her hücresinde deneyimleyenler barış tartışmasında da dışarıda kalıyorsa demokrasi kırıldı ve yeni bir demokratik mücadele alanı ortaya çıktı demektir. Dışarıda kalanların barışta yurttaşlaşması mücadelesi…
Soruları da sorgulamaları da demokratik dönüşüm için arttırabiliriz ama Z raporu şöyle; Meclis Komisyonu’nda Barış Anneleri aslında konuşamadılar, onlarca yıldır barış mücadelesi veren kadınlar, duyulmadılar. Özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren Kürt kadın hareketi ve feminist hareket dinlenmedi. Üstelik zaten tanınmış haklarını kullanamadıkları için haklara sahip olma hakları olmadığı da görülmüş oldu. Erkek egemenliğiyle yürüyen katmanlı ayrımcılık bir kez daha kadınların özgür konuşma ve haklara sahip olma hamlesi karşısında çıplaklaştı. Ama aynı zamanda bizzat onların sayesinde kurulmuş olan bu komisyonda cesurca, ısrarla söyledikleri hakikatler tarihi denebilecek belgelere geçti.
Bu süre zarfında sokakta ise kadınlar özgürlük ve eşitlik için direnmeye, kendi yaşamlarını bu ölçülerle kurmaya, anneler barış demeye, kaybettirilenlerin yakınları hesap sormak için insan hakları anıtına, Galatasaray Meydanı’na gitmeye, Kürtler umut hakkı yürüyüşlerine durmadan devam ettiler.
Toplum bunları yaparken Meclis ne yapabilirdi? Meclis Komisyonu’nu barış gibi hayati bir meselede halk egemenliğinin yansıması haline getirmeliydiler; en azından bunun bizzat toplum tarafından sağlanması için alan ve imkân oluşturulmalıydı. Maddi kapasitesi barışı toplumsallaştırmaya yeterli olan, tam da bu süreçte savaş bütçesini barış bütçesine dönüştürebilecek olan bütün erkleriyle Meclisti. Pekâlâ elindeki imkânlarla bölgesel hatta kentler düzeyinde barış için halk meclisleri oluşturabilir hem seçilmiş siyasi parti temsilcileri hem de halkın sivil temsilcileri aracılığıyla farklı deneyimlerin en geniş ve meşru komisyonunu oluşturabilirdi. Tabi bu da bize yetmeyecek, demokrasiye dayanarak eleştirmeye devam edecektik. Böylesi bir yöntemle oluşturulmuş Komisyon, karar vermeye, yasa yapmaya ve kararlarını uygulamaya yetkili hale getirilecekti. Bunu yaparken bile her bir Komisyon üyesi temsil ettiği yerel halk meclisiyle birlikte karar verecekti.
Tamamlanmış herhangi bir süreçten bahsedemediğimize göre tüm bunlar hâlâ yapılabilir. Ülke yönetimi barış sürecinde ancak böylesi bir tutumla ve dönüşümle demokratik bir geçiş dönemi oluşturabilir. Meclis de Komisyon da tam da bu şekilde halk egemenliğinin mekânına ve aklına dönüştürülebilinir.
Çünkü Meclis taşıdığı potansiyelle her zaman ama şimdi daha fazla, her şeyin kurulabilir, yıkılabilir, yeniden kurulabilir olduğu esnekliğiyle önemsenmeye muhtaç. Kutuplaşmaya ve beslediği ayrımcı kültüre karşı demokrasi fikrine ve eylemine muhtaç. Aksi gibi davransa da kendiliğinden harekete geçmese de demokratik bir toplum için bu dönüşümü yaşamaya mecbur. Buralarda demokrasi esas alındıkça toplumsal yaşamın da etkileneceğini, paralel olarak toplumsal yaşamda demokrasi örüldükçe de bahsi geçen zeminlerde demokratik gelişim yaşanacağını görmek zorunda.
Meclisin dönüşüm mecburiyeti de sokağın esas oluşu da demokrasi ve egaliberte (eşitliközgürlük) ile mümkünse; mücadele de her ikisini ve daha fazlasını kapsar, diyebiliriz. Çünkü demokrasi hâlâ halkların hayatında çatışmalı kalmaya mahkûm bir moment olarak, sandığımızdan daha büyük bir değiştirme gücüne sahip. Bir iktidar hali değil; demokrasisizleşme ile demokratikleşme süreçleri arasında gerçekleşen gerilimin ta kendisi.[2]
İşte, sırtımı güvenle yasladığım bu tekinsizlik sayesinde “o” mekân da gayet değişebilir geliyor. Ancak “doğruyu söylemek”, “doğruyu cesaretle söylemek”, “doğruyu söylemekte ısrar etmek” edimine muhtaç olduğunu görerek hareket ettiğimiz takdirde. Bu metnin derdi açısından da 21. yüzyılda savaş karşısında barışın neden toplumsal bir ihtiyaç olduğunu özgürce konuşabildiğimiz, parrhesiastes olabildiğimiz ölçüde. Arttırıyorum; yaşamımızı şekillendiren, yaşamımızın şekillendirdiği tüm diğer mekanlar gibi meclisi de parrhesiayanın mekânına dönüştürerek.[3] Yani Antonio Machado’nun “Yolcu, yol yok, yol yürüyerek açılır” dediği yerden demokrasi meselesine sahip çıkarak.
Ama kolay değil. Mümkün olduğuna inandığımızı nasıl kuracağımız; demokrasinin, özgür konuşma ve haklara sahip olma hakkı üzerinden büyütülmesiyle doğrudan bağlantılı. Bir kere, özgür konuşma iletişim kurma halini aşan; duyulmayı, duyulanın değişimde dikkate alınmasını da kapsayan politik bir edim olarak demokrasinin parçası. Özne olmaya, sözün eyleme dönüşmesinin imkânına dair. İkinci olarak haklara sahip olma hakkı ise özgürlüklerin ve eşitliklerin sadece yasal düzenlemeler ile tanındığı değil, mücadeleyle sürekli yeniden kurulan, geliştirilen, kullanımın önündeki engellerin mücadeleyle kaldırıldığı haliyle demokrasiye dahil.[4] Ve her ikisi de kolektif bir topluluk içinde anlamına kavuşan ölçüler.
Bu ölçülerle yeniden Meclis’e ve Komisyon’a dönersek; bizler açısından barış ve demokratik toplum sürecinin inşası anlamına gelen bu süreç boyunca birbirinden son derece farklı, onlarca sivil oluşumun, akademisyenin, siyasetçinin konuşması, demokrasinin gerçekleştiğini düşünmeye yetmemeli. Konuşabiliyor oluşumuz demokrasi açısından ancak bir başlangıç sayılabilir.
Duyuldular mı, duyulduk mu? Komisyon duyduysa talepleri, eyleme geçerek gerçekleştirmeye girişti mi, girişecek mi? Bu son derece birbirinden farklı hatta zaman zaman birbirinin zıddı düşüncelere sahip olanlar, beraber yaşamak için birbirini duyup birbirinin sahip olduğu hakların evrensel etik ve ahlak ölçülerini gözeterek kullanılmasını savunacaklar mı?
Hayır mı? Öyleyse demokrasi tam da demokrasisizleşme ve demokratikleşme süreçlerinin geriliminde kendini sürekli yeniden üretmeye, mücadeleyle üretmeye devam edecek.
[1] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yay., 2003.
[2] Etienne Balibar, Demokrasiyi Demokratikleştirmek Özgür Konuşma, İletişim Yay., 2019.
[3] Etienne Balibar, Eşitliközgürlük Siyasal Denemeler, Metis Yay., 2016.
[4] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları. 2. Cilt: Emperyalizm, İletişim Yay., 2018.
