Eskiden sosyalist düşüncenin temelinde sınıf mücadelesi öne çıkarken, bugünün sosyalizminde kadın özgürlüğü, ekolojik sorunlar, kültürel farklılıklar ve insan hakları gibi temalar daha merkezi bir yer tutuyor. Sosyalizmin dönüşümü, sadece üretim ilişkilerinde değil, insan ilişkilerinde de köklü değişiklikler öneriyor. Kadınların sosyalizmdeki yeri, yalnızca eşitlik değil, aynı zamanda özgürlük perspektifinden de şekilleniyor
“Sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” demek, yalnızca bir siyasal duruşu savunmak değil, insan kalmanın yolunu aramak demektir. Bu ısrar, içinde yaşadığımız dünyayı yeniden anlamlandırma çabasıdır; toplumsal eşitsizliği, bireycilik ve sömürüyü yeniden sorgulamaktır. Kapitalizm, yalnızca ekonomiyi değil, kültürleri, ilişkileri, duyguları da şekillendiriyor. Sosyalizm ise, bu yapıyı sorgulayan ve yeniden inşa etmeye çalışan bir sistem arayışıdır. Ancak bu arayış, sadece teorik bir idealizm değil, gerçeklik ile yüzleşen, dönüşen bir mücadeledir.
Reel sosyalizm deneyimlerinin hatalı uygulamaları ve bugünün koşullarında sosyalizm fikrinin evrimi, önemli tartışma alanları sunar. 20. yüzyılın ortasında hayata geçirilen sosyalist rejimler, idealist düşüncelerden uzaklaşarak, devlet merkezli, bürokratik yapılar haline gelmişti. Bu yapılar, bir yanda işçi sınıfı lehine vaatler sunarken, diğer yanda merkeziyetçi ve baskıcı bir yönetim tarzı geliştirdi. Bu tecrübeler, pek çok kişide sosyalizme karşı derin bir güvensizlik ve önyargı oluşturdu. Ancak sosyalizmin tarihsel anlamı, sadece reel sosyalizmin hatalarına indirgenemez. Sosyalizm, aynı zamanda kapitalizmin insan doğasına yabancılaştıran etkilerine karşı bir direniştir. Bu direnişin özü, insanları yeniden toplumsal varlıklar olarak bir araya getirme çabasıdır.
Bugün sosyalizm, devletin egemenliğine sığ bir karşıtlık değil, aynı zamanda kapitalist modernitenin yarattığı yapısal eşitsizliğe, bireyciliğe ve çevresel tahribata karşı bir öneridir. Kapitalist modernite, her şeyin metalaştığı, insanların birbirlerinden ve doğadan koparıldığı, kolektif değerlerin yok sayıldığı bir dünyadır. İnsanları sadece ekonomik birer aktör olarak görmekte, aralarındaki bağları parçalamaktadır. Bireysellik ve tüketim, insanlığın en temel değerlerinden biri olan dayanışma ve birlikte var olma arzusunun önüne geçmiştir. Sosyalizm, tam da bu noktada devreye girer: Sosyalizm, insanı yeniden toplumla, doğayla ve kendisiyle bütünleştirmeyi vaat eder.
Kadın özgürlüğü meselesi de bu bağlamda sosyalizmin dönüşümüyle ilişkilidir. Eskiden sosyalist düşüncenin temelinde sınıf mücadelesi öne çıkarken, bugünün sosyalizminde kadın özgürlüğü, ekolojik sorunlar, kültürel farklılıklar ve insan hakları gibi temalar daha merkezi bir yer tutuyor. Sosyalizmin dönüşümü, sadece üretim ilişkilerinde değil, insan ilişkilerinde de köklü değişiklikler öneriyor. Kadınların sosyalizmdeki yeri, yalnızca eşitlik değil, aynı zamanda özgürlük perspektifinden de şekilleniyor. Kadın hareketleri, bu dönüşümün en güçlü aktörlerinden biri olmuştur. Kadınlar, sadece kendi hakları için değil, bütün toplumun hakları için mücadele etmektedirler.
Kadın olmakta ısrar, insan olmakta ısrar etmekle eşdeğerdir. Çünkü kadınlar, kapitalist sistemin ve patriyarkal yapının her yönüyle dışladığı, ezdiği, tükettiği ve yok saydığı varlıklardır. Kadınların özgürlüğü, yalnızca bireysel haklarını savunmakla sınırlı değildir; bu özgürlük, toplumsal adaletin, eşitliğin, toplumun dönüşmesinin teminatıdır. Kadın özgürlüğü mücadelesi, aynı zamanda insanlık onurunun yeniden inşa edilmesi çabasıdır.
Ama yaşadığımız coğrafyada, dağın yamacından ovaya, kentin sokağından üniversite koridoruna uzanan bir çizgide, kadınlar sadece eşitlik talep etmiyor. Onlar, sadece daha iyi koşullar, daha fazla hak talep etmiyorlar; daha derin bir şey yapıyorlar. Kadınlar, kendilerini, toplumu ve geleceği dönüştürüyorlar. Onlar, sadece bireysel özgürlükleri için değil, kolektif bir insanlık mücadelesi için varlar. Kadın hareketi, sadece eşitlikçi bir dünya arzusunun ötesine geçiyor; toplumun tüm yapılarını yeniden düşünmeye, özgürleşmiş bir toplum inşa etmeye yönelik bir projeye dönüşüyor.
Bu, bir direniş ve aynı zamanda bir yaratım sürecidir. Kadınlar, patriyarkal yapıyı sorgularken, toplumsal cinsiyet rollerinin ve normlarının değiştirilmesi gerektiğini haykırıyorlar. Toplumda kadınlara biçilen pasif, edilgen rolleri reddediyor ve bunun yerine etkin, öncü, yaratıcı ve dönüştürücü roller üstleniyorlar. Bu, yalnızca kadının bireysel haklarıyla sınırlı kalmaz, toplumun bütün yapısını ve değer sistemini kapsar. Kadınların özgürlüğü, tüm toplumun özgürlüğü ile eşdeğerdir. Kadınlar, sadece eşitlik istemiyor; toplumun ahlaki, kültürel ve ekonomik temellerini yeniden şekillendiriyorlar.
Kapitalist modernite, doğrudan insan doğasına karşı bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanları sürekli tüketimle, egolarıyla, bireysel başarılarıyla meşgul ederken, dayanışma ve kolektivizm gibi insani değerleri geriye itmektedir. Sosyalizm ise, bireyi yeniden toplumun parçası haline getirmeyi, adaletsizliklere karşı direnmeyi ve toplumsal eşitliği savunmayı bir görev olarak kabul eder. Bu, yalnızca politik bir öneri değil, yaşanabilir, insanca bir hayat kurma mücadelesidir.
Bugün sosyalizm, yalnızca ekonomik bir modelin ötesine geçmiştir. Ekolojik, kültürel ve toplumsal bir dönüşüm olarak yeniden şekilleniyor. İnsanlar, kapitalist modernitenin baskıları altında ezilen doğayı, ezilen kadınları, ötekileştirilen grupları savunma sorumluluğunu yükleniyorlar. Bu sorumluluk, her birimizin insan olmanın ne demek olduğunu sorgulamasını gerektiriyor. Bu bağlamda, sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır; insan olmak, sadece hayatta kalmak değil, birlikte var olmak, başkalarının acısını hissetmek, eşitlik için mücadele etmektir.
Özetle, sosyalizm, bugünün kapitalist modernitesinin tüketici insan anlayışına karşı, insanı özgürleşmiş bir varlık olarak yeniden inşa etmeyi vaat eden bir idealdir. Kadınların özgürleşmesi, bu ideali gerçeğe dönüştürmenin en etkili yoludur. Kadın olmakta ısrar, kapitalist sistemin en derin yaralarını sarmak, insanlığın yeniden dirilmesi için bir fırsattır.