Diyarbakır’da 2014-2016 arasında belediyeye bağlı Jîn Daire Başkanlığı, 30’dan fazla kadın kooperatifini destekledi; üretim atölyeleri, tekstil kursları ve satış alanları oluşturuldu, kadın pazarları kuruldu. Bu alanlar sadece ekonomik değil; politik, kolektif ve özgürleştirici birer deneyim olarak öne çıktı
Kadın emeği uzun yıllar ev içiyle, görünmeyenle ve adı konulmayan işle anıldı. Bugün ise yalnızca istihdam verileriyle tarif edilerek ücretli emeğe sıkıştırılıyor. Oysa kadın emeği ne ev içi emekle ne de ücretli istihdam ile tanımlanmayacak kadar geniş bir alanı ifade ediyor. Bu bağlamda kadın emeği üzerine düşünmek, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik ve kültürel bir sorgulama yapmayı da gerekli kılar.
Kadın emeği üzerine düşünmek yalnızca ekonomik bir kategoriyle sınırlı kalamaz. Çünkü bu emeğin tarihsel seyri; sadece üretim ilişkileri içinde değil, aynı zamanda politik tahakküm biçimlerinde ve kültürel kodlarda da şekillenmiştir. Kadınlar uzun yıllardır bir taraftan çok katmanlı görünmezliği ifşa ederken diğer taraftan kadın özgürlüğünü temel alan ve bilgi üretimini kadın merkezli bir bakışla yeniden kurmayı amaçlayan bir perspektifi inşa ediyor. Bu çerçevede kadın emeğini ele almak, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rejimlerini, ataerkiyi ve kapitalist modernitenin emek rejimini eleştirel biçimde çözümlemeyi gerektirir.
Tarih boyunca kadın emeği, doğayla ve yaşamla kurduğu üretici ilişki sayesinde toplumun maddi ve manevi temellerini inşa etmiştir. Ancak ataerkil uygarlıkla birlikte kadınlar, üretici değil “yardımcı” aktörler olarak tanımlanmış, emekleri ise kamusal alanın dışında, değersizleştirilen bir alana sıkıştırılmıştır. Geçim ve bakım üzerinden düalist bir şekilde örülen yaşam pratiği içinde erkekler evin geçimini sağlayan emeği değerli görülen özne konumuna getirilirken, kadının emeği, hem ekonomik sistemlerin çarklarında ücretsiz ya da düşük ücretli iş gücü olarak sömürülmüş hem de toplumsal yeniden üretimin asli unsuru olan bakım ve duygusal emeği görünmez kılınmıştır. Feminist iktisat, kadının ev içindeki görünmeyen emeğini kapitalist sistemin temel taşı olarak tanımlar. Silvia Federici’nin ifadesiyle, “kadının ev içi emeği olmadan üretim süreci çöker”. Çünkü kapitalist üretim kendisini yeniden üretecek işgücünü ancak ev içi bakım ve yeniden üretim sayesinde sürdürebilir.
Kapitalist modernite ile birlikte emek, metalaşan bir üretim gücüne indirgenmiştir. Bu süreçte kadın emeği çift yönlü bir tahakküm altında yeniden şekillendirilmiştir. Kadının ücretli iş gücüne katılımı ekonomik özgürlük açısından önemli olsa da öte yandan kadınlar bu alanda da ayrımcılıkla, güvencesizlikle ve düşük ücretlerle karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle, tekstil, bakım, turizm, gıda hizmet sektörlerinde kadın emeği yoğunlaşmakta; bu alanlarda kadınlar esnek çalışma saatleri ve düşük sosyal güvenceyle ağır sömürüye maruz bırakılmaktadır. Kapitalizm kadın emeğini istihdama dahil ederken bile onu cinsiyetçi, hiyerarşik ve sömürüye dayalı bir sistemin parçası haline getirmekte; bakım emeğini ise kadınların “doğal” görevi olarak tanımlamaya devam etmektedir.
Mevcut politikalar da bu yapısal sorunu derinleştirmektedir. Örneğin, işyerlerinde kreş açma yükümlülüğü yalnızca 150’den fazla kadın çalışanın bulunduğu işyerleri için öngörülmektedir. Oysa kadın emeğinin özgürleşmesi için, her işyerinde kreş zorunluluğunun getirilmesi; devredilemez ebeveyn izinlerinin artırılması, bakım emeğinin yalnızca kadınlara değil topluma ve devlete ait bir sorumluluk olarak yeniden tanımlanması gerekmektedir. Ayrıca, esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerinin kadın emeği üzerinde yarattığı tahribatı gidermek amacıyla tam zamanlı istihdamın esas alınması; işyerinde şiddet ve tacizi önlemeye dönük yasal düzenlemelerin güçlendirilmesi de kadın emeği mücadelesinin acil talepleri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla mesele, yalnızca kadınların işgücüne katılımını artırmak değil, çalışma koşullarını dönüştürerek bakım emeğini toplumsallaştırmak ve cinsiyetçi iş bölümlerini aşmak yönünde daha köklü politikalar üretmeyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’de kadın emeğinin güncel görünümü hem üretim ilişkilerinin cinsiyetlendirilmiş yapısının hem de toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretildiğini göstermektedir. Kadınların işgücü piyasasına katılım oranı erkeklere kıyasla belirgin biçimde düşük seyretmekte; mevcut istihdam biçimleri ise ağırlıklı olarak güvencesiz, düşük ücretli ve sosyal güvenceden yoksun eğreti istihdam biçimlerinden oluşmaktadır.
Üstelik “iş ve aile yaşamının uyumlulaştırma” adı altında kadınlar daha çok esnek ve güvencesiz istihdama yönlendirilirken, ev içi bakım yükü yine kadınların omuzlarına bırakılıyor. TÜİK’in 2023 yılı verilerine göre, hanesinde 3 yaşın altında çocuk bulunan 25-49 yaş aralığındaki kadınların istihdam oranı yalnızca %27,1 iken, aynı gruptaki erkeklerde bu oran %90,6’dır. Hanesinde küçük çocuk bulunmayan grupta dahi kadınların istihdam oranı %58 iken, erkeklerin oranı %79,3’tür. Bu durum, kadınların işgücüne katılımının, özellikle bakım sorumlulukları nedeniyle ciddi biçimde sınırlandığını ortaya koymaktadır.
Ev içi iş yükü bakımından da cinsiyetler arası uçurum sürmektedir. Kadınlar günlük ortalama 4 saat 35 dakikalarını ev işi ve bakım faaliyetlerine ayırırken, erkeklerde bu süre yalnızca 53 dakikadır. Dolayısıyla kadınların ücretli çalışmaya katılımı artsa dahi, ücretsiz ev içi emek yükü üzerlerinde kalmaya devam etmekte; bu ikili emek yükü kadınlar için süre gelen bir eşitsizlik üretmektedir.
Ancak kadın emeği hem üretim ilişkilerinin cinsiyetlendirilmiş yapısı hem de toplumsal cinsiyetten kaynaklanan eşitsizliklerden kaynağını alması dolayısıyla sadece sınıfsal/ekonomik bir düzlemde değil patriyarkayla ilişkili bir özgürlük meselesi olarak ele almaya, mevcut cinsiyetçi ve hiyerarşik ilişkileri aşan kolektif üretimi esas alan perspektife ihtiyaç duyduğumuz da açık. Bu bağlamda kooperatif deneyimleri önemli olmakla birlikte sistem içi gelişen mikro kredilerle desteklenen deneyimlerin zaman içinde kendi hiyerarşisini oluşturması ve rekabetçi ve yalnız ekonomiye ve karın paylaşılmasına indirgenen bir üretim alanı yaratmasına karşı alternatif modeller üzerinden çalışmalar örgütlemek önemli.
Örneğin, Hindistan’da SEWA (Self-Employed Women’s Association), 1970’lerden bu yana milyonlarca kadını, özellikle kayıt dışı ekonomide çalışan kadınları bir araya getirerek, ekonomik ve sosyal haklarını güçlendiren bir hareket inşa etti. SEWA sadece istihdam değil, aynı zamanda sağlık, eğitim ve konut gibi temel haklara erişim için de kolektif mücadele yürütüyor.
Latin Amerika’da, özellikle Brezilya’da kadın kooperatifleri, gıda egemenliği hareketinin bir parçası olarak, yerel tohumların korunması, agroekolojik üretim ve gıda zincirlerinde kadının görünürlüğünü artırmak için çalışıyor. MST (Topraksız İşçiler Hareketi) içinde kadınların kurduğu üretim birimleri, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik bir örgütlenmenin parçası.
Rojava’da kurulan kadın kooperatifleri ve Jinwar Köyü yalnızca ekonomik bağımsızlığı sağlamayı değil, aynı zamanda kadınların öz yönetim deneyimlerini güçlendirmeyi hedeflemesi açısından önemli bir deneyim. Bu kooperatifler; ekolojik üretim, ortak karar alma ve gelir paylaşımında eşitlik ilkelerine dayanması kadınların hem üretici hem de politik özneler haline gelmesi açısından yürütülen çalışmalar.
Benzer şekilde Bakur’da da Kürt Özgürlük Hareketi’nin yerel yönetim deneyimleri de kadınların toplumsal yaşama ve emek süreçlerine katılımı açısından önemli deneyimler barındırıyor. Örneğin; Diyarbakır’da 2014-2016 arasında belediyeye bağlı Jîn Daire Başkanlığı, 30’dan fazla kadın kooperatifini destekledi; üretim atölyeleri, tekstil kursları ve satış alanları oluşturuldu, kadın pazarları kuruldu. Bu alanlar sadece ekonomik değil; politik, kolektif ve özgürleştirici birer deneyim olarak öne çıktı.
Ege, Marmara bölgelerinde ve deprem sonrası deprem kentlerinde kadın kooperatiflerinin sayısı artarken, bu yapılar geçim aracından çok dayanışma mekanizmasına dönüşüyor. Kadınlar birlikte üretip birlikte karar alıyor; kreş, yaşlı bakım desteği, barınma gibi kamusal hizmetleri alternatif modellerle örüyor. Bu örneklerde dikkat çeken temel unsur, emeğin sadece bir “geçim” aracı değil; kadınlar için kendini var etme, birlikte üretme ve karar alma süreçlerine katılma mekanizması olmasıdır.
Kadın emeği, yalnızca ekonomik alanın değil; demokratik toplumun inşasının da taşıyıcısıdır. Bu nedenle geleceğe yönelik emek politikaları, yalnızca ücret eşitliği ya da istihdam oranları değil; kadınların daha fazla alternatif modellere yönelerek güçlenme zeminleri oluşturması kadın mücadelesi açısından önemli.
Bu kapsamda ekonominin yeniden tanımlanmasına da ihtiyacımız var. Ekonominin merkezine büyüme değil yaşamı, rekabet değil dayanışmayı, kar değil ihtiyaçları koyan bir yaklaşım; ancak kadın emeğini görünür kılar ve özgürleşme zemini sunar.