“Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.” *
Bazen yazmak, kendini tekrar ediyormuşsun duygusunu ağzında yavan bir tat bırakacak şekilde yutkunup durmakmış gibi gelir insana. ‘Yazılmamış, söylenmemiş ne kaldı ki?..” diye bir tespit yapılıverir işin kolayından. Hayıflanma ve boşunalık duygusu gelip oturuverir insanın içine. Öyle midir peki?
Herkes ağzını açmış bizim ne söyleyeceğimizi mi merak etmektedir? Öne sürdüğümüz tezler, yoğunlaşma noktaları, taktik adımlar, yapılması gerekenlere ilişkin vurgular sihirli bir anahtar işlevi mi görecektir? Onlar söylenmese mücadelenin bir yanı eksik kalacak, kitleler büyük bir açlıkla sorunlarına çözüm ışığı düşürecek bir şeylerin arayışı içinde midir ve bunun için kaleminizden dökülenler ‘olmazsa olmaz’ niteliğinde midir?
Hem hepsi hem hiçbiri!
Kime ve ne için yazdığınızı bilmek sorumluluk yükler size, ‘söyleyip kurtulmak’tan farklı olarak her yanına titizlenir; öne sürdüğünüz görüş ve yaklaşımları anlaşılır ve kavratıcı olmak için sözcükleri özenle seçersiniz.
Kağıt üstünde aynı kişileriz bir yönüyle. Temel çizgilerimiz, görünüşümüz -genelde- durduğumuz yer aynı. Ama aynı kişiler değiliz bir yandan da; hâlâ aynı şekilde düşünüyor olduğumuz durumlarda bile aynı kişiler değiliz. Çünkü her şeyin muazzam bir devinimle değişip farklılaştığı bir dünyada bir yanıyla “aynı” kalabilmek zaten mümkün değil.
Öte yandan, diyelim ki aynı kişileriz peki seslendiğimiz kitle aynı kitle mi? Onların da nasıl büyük bir değişim (kiminde yenilenme ve çiçeklenme kiminde bozulma ve çürüme) içinde olduğunu görebiliyor muyuz? Gençler mesela, kendilerine ilişkin bütün ön kabullerimizi çöpe atmadılar mı 19 Mart sürecinde?!.
Farklı şeyler düşündüğümüz, farklı yaklaşımlar geliştirdiğimiz, sorunları ve yaşananları daha geniş bir çerçevede görüp yorumlama düzeyine ulaştığımız durumlarda dahi değişmeyen kırmızı çizgilerimizin taşıdıkları anlam “geçilmez” levhaları misali sınırlarımızı çizer hâlâ.
1 Mayıs da biz komünistlerin -tartışmasız- kırmızı çizgilerindendir.
Önümüz 1 Mayıs!
1800’lerin ikinci yarısında, işgününün 14 saat olduğu, ücretlerin açlığı bir parça bastırmaya ancak yettiği, gerçek anlamda kölece koşulların hüküm sürdüğü koşullarda yaşamaktadır işçiler. ABD’nin Chicago kentinde ağır çalışma koşullarına karşı 8 saatlik işgünü mücadelesini yükselten 40 bin tekstil işçisinin kanla bastırılan eylemi, işçi sınıfının birlik dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ın da miladıdır.
Türkiye’de yüz yıl sonra bir kadın şair bendinden boşalması gereken bu öfkeyi şöyle ifade eder:
“Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.” *
Bütün ülkelerin işçilerinin emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için ayağa kalktıkları o büyük gündür 1 Mayıs. Kadınların sınıf kardeşleriyle birlikte hem güncel talepleri hem gelecekleri için burjuvazinin karşısına dikilecekleri birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Sadece o kadar da değil; yüzlerce yıllık bir deneyim ve pratik hazinesinin bugüne yedirilmesi ve özel mülkiyet düzenini yerle bir ederek sosyalizme doğru yol alınmasının bütün nesnel koşullarının olgunlaştığı, işçi sınıfı ve emekçileri dünyanın bütün coğrafyalarında mücadeleye çağırdığı gündür 1 Mayıs!
Geldik Bugüne…
1 Mayıs’ın anlamını, onun nasıl kanla yazılan evrensel bir tarihi imlediğini, 1 Mayıs alanının Taksim olduğunu belki bu coğrafyada kimseye anlatmak gerekmez. Belki de, dili başka söyleyen pratiği onunla ilgisiz -kimi zaman adeta düşman- bir kulvarda akanlara bir kez daha hatırlatmaya çalışmak elzem! Zaten mesele anlayıp anlamamak değil. Mesele temsil ettikleri sınıfa dipten doruğa bu denli yabancılaşmış olmakta sınır tanımayanların, omurgasını bozunuma uğratmış, hedeflerini yitirmiş olanların rejimin ihtiyaçlarına göre bile isteye konumlanmalarında! Bir de hiçbir utanma ve pişmanlık duymadan bunu canla başla savunmalarında…
Oysa önce “zamanın ruhunu” yakalayabilmiş bir devrimci kavrayışa sahip olmak, ardından buna uygun bir pratiğin sahibi olmak gerekir. Yıllar içinde birike birike taşlaşmış işçi düşmanı “sendika bürokratlarına ne anlatmaya çalışıyorsun” diyenler çıkabilir. Sözümüz onlara değil, gerçeği enine boyuna göstermeye çalıştığımız kardeşlerimize…
Yıllardır zincir vurulmuş, yasaklarla kuşatılmış Taksim, ezilenlerin kitabında, emeğin ücretli kölelikten, yoksulluktan, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşullarından kurtarılması hedefini ve iradesini ifade ediyor. Esaret bağlarının kırılması, tertemiz özgürlük soluğunun bu çürümüş boğucu havayı dağıtması özleminin simgesi anlamına geliyor. Onun kazanılması için can bedeli verilen mücadeleleri gösteriyor. Tarihsel bir hafıza mekânı olarak işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının düzeyini, gücünün erimini tanımlıyor. Öncesi de bir yana bundan 15 yıl önce 1 Mayıs alanı Taksim alanı 12 Eylül’ün hemen ertesinde, 1987’den itibaren faşist rejimle girilen kıyasıya bir mücadele sonucu kazanıldı. Yani onu kimse bahşetmedi bize! On yıllardır işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’a vurulan yasak zincirleri, o dönem sokakta dişediş bir mücadeleyle parçalandı!… 1 Mayıs’ın doğuşu ve tarihiyle özdeşleşmiş bu ruhu yaşatmakta ısrar kimilerine “alan fetişizmi” olarak görünebiliyor!..
Taksim ısrarının “Tarihsel hafızada kapladığı yer ve taşıdığı anlamlar”ı fazla uzatmayalım, haydi bir an bütün bunları bir yana bırakalım; güne gelelim…
1 Mayıs’ı 1 Mayıs olmaktan çıkaran Taksim’den kaçışın gerekçesi her zaman “kitlesellik” bahanesi oldu. Aslında bu bahanenin kendisi işçi sınıfına ve kitlelere öncülük yapmak yerine onların en geri kesimlerinin korku ve tereddütlerini esas almanın esas alan kuyrukçuluğun ta kendisiydi. Bu sene bu gerekçeyle kitlelerin dahi gerisine düşüldü. Taksim’de ısrar yerine Kadıköy’e kaçışın sendika bürokrasilerinin kaygı ve korkuları dışında geçerli bir gerekçesini bulmakta zorlanıyor insan.
Sendika bürokratlarının, 19 Mart halk isyanından bu yana kitlelerin işkence, gözaltı, tutuklanma… her türlü bedeli ödemeye hazır öne atılışlarını dahi dikkate almayan bu sözde “taktik konumlanışı”, yaşananların ne anlama geldiğinden de açığa çıkan kitle öfkesinden de habersiz görünüyor! Burjuva düzen partisi CHP’yi bile “militanlaşmak”, hatta en son 23 Nisan’da Ankara’da barikatları zorlamak mecburiyetinde bırakan, sokağın ‘S’sinden ölesiye korkan “Cumhuriyetin kurucu partisi CHP”ye, “sandıkta değil sokakta” sloganını dahi benimseten kitle öfkesi sanki bıçakla kesilip bitmiş gibi!..
Hâlâ için için yanmakta olan isyan ateşinin sokak dışında üniversitelerde, liselerde baskı ve yoksunluk yaşanan her alanda için için yanmakta olduğunu göremiyor ya da görmemek için gözlerini kapatıyorlar. Gençler, “İşçi gençlik elele gene greve!” sloganını bütün direniş alanlarında yükseltiyor, işçi sınıfını üretimden gelen gücünü kullanmaya, kapitalizmin sistemlerini felç etmeye çağırıyor. Hazretler ağızlarını her açtıklarında “Taksim” diyorlar fakat ne hikmetse kitleleri Kadıköy’e çağırıyorlar. Eskiden olsa CHP, kanına girdi sendika bürokratlarının derdik gelişmeler bunu yalanlıyor oysa!
Kitlelerin dahi gerisine düşen bu korkaklık da yazılacaktır tarihsel hafızaya. Bunun adı isyan ateşini söndürmeye çalışmaktır. O nedenle de komünistlerin, gerçek sosyalistlerin, işçi sınıfının, kadınların, şimdilerde üniversiteli liseli gençliğin hedef olarak gösterdiği Taksim, her zaman 1 Mayıs alanıydı, hâlâ öyledir. Hatta herkesin Taksim iradesini kuşandığı bu yıl artık daha fazla böyledir!
(*) Nezihe Yaşar’ın 1923’te yazdığı 1 Mayıs şiirinden