Erkek devlet şiddeti yanında rejimin erkeklere biçtiği toplumsal cinsiyet rolleri ve onun katmanlı karmaşık tezahürleri de devreye giriyor. Bunu sayısız gözaltı ve hapishane operasyonları sırasında yaşadıklarımızdan biliyoruz. Yol verilen, önü açılan ve kutsal bir “vatani görev” olarak polise içirilen erkek devlet şurubu kışkırtılmış erkeklikle birleşince her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünen faydacılığın örnekleri olarak gündeme geliyor
Faşist rejim blokunun “iç cepheyi sağlamlaştırma” hamlelerinden birini daha 19 Mart’ta yaşadık. AKP-MHP koalisyonunun İBB ve bazı belediyelere yönelik operasyonu hem zayıflayan iktidarını sağlamlaştırmak hem de izlediği ekonomik-sosyal politikaların yol açacağı patlamaların önünü kesmek amacıyla giriştiği bir sindirme operasyonuydu. Manevra alanları hayli daralmıştı ve ne olursa olsun denemekten başka çareleri yoktu! Sonuç onlar açısından tam bir hüsran oldu. Toplumu korkutup sindirmek, yıldırıp boyun eğdirmek için giriştikleri saldırganlık kitle tepkisini harekete geçirmekten ve bir öfke patlamasına yol açmaktan başka bir sonuç vermedi.
Gözaltı, işkence ve tutuklamaların dibine kadar gittiler neredeyse. Buna rağmen ters kelepçeyle saatlerce içinde bekletildikleri arabalardan, gözaltı merkezlerinden, hapishanelerden umut ve direnç dolu mesajlar yağdı annelere, babalara, dostlara ve halka… Varlığı zaten bilinen işkenceler daha geniş kesimler açısından ayan beyan oldu.
İşkence hep vardı, bu kez bu denli ayyuka çıkıp bu denli görünür hale gelmesi kitlesel bir kalkışmanın öznelerinin kalabalık sayılarda gözaltına alınmalarından olsa gerek. Kimisinin “anakuzusu” denecek kadar genç olması, çıplak arama dahil klasik işkence biçimleriyle yoğunluk ve aşağılamanın boyutları açısından bu denli “acımasızlık”la karşılaşmaları, bunun ‘bir gün benim de başıma gelebilir’ diye kurguladıkları işkence ve gözaltını bile aştığını yaşayarak keşfettikleri anlaşılıyor.
Erkek ve kadın işkenceciler
“Yakalanmam yapılırken çok sert müdahaleye maruz kaldım. Saçımdan çekildim, yerde sürüklendim. Kelepçe takmaya götürülürken seni dövmeyeceğim tamam diyip ambulansın arkasına götürdü. Sakallı, bıyıklı renkli gözlü ve uzun boylu (1.85-1.90) boylarında olan erkek polis senin göğüslerin mi var diyerek göğüslerime dokundu. Ben de o esnada altıma kaçırdım. Elbisem hala idrar içinde. (…)”
“Ben yakalama yapıldığı esnada ters kelepçe ile gözaltına alındım. Gözaltı sürecinde bindirildiğim otobüste ve götürüldüğüm hastanede hep ters kelepçe ile kaldık. (…) Bu süreç 8 saatten fazla sürdü. Gözaltı esnasında 2 erkek polisin orantısız bir güç sergilemesi üzerine şiddete maruz kaldım (…) Sarı saçlı komiserim denen kadın tarafından çıplak bir şekilde arandık. Görsem teşhis edebilirim aramadan sorumlu olan kadın oydu. İç çamaşırı çıkarılan bir arama oldu ve göğsüme, mememe dokunuldu kameralardan tespiti mümkünse tespit edilmesini istiyorum bu kadın görevliden de şikayetçiyim.”
Bunlar, gözaltına alınan iki kadının emniyet ifadelerinden. Bedenlerine, cinsel kimliklerinden yola çıkarak kadınlıklarına, insanlıklarına yönelik acımasız bir saldırı altında kaldıkları ortada.
Korkmuşlar mıdır, evet. Daha önce hiçbir deneyimin olmadığı, üstelik sözle, elle, gücü elinde tutanların pervasızlığıyla girişilen bu erkek devlet şiddeti korkutur elbette insanı -insan olanı.
O aşamada ellerinden gelen bu olsa gerek hem erkek hem de kadın polis gözaltına aldıkları kadınların göğüslerine dokunuyor. Toplumsal ayağa kalkışlarda, örgütlü mücadelenin öznelerine karşı yüzlerce yıldır girişilen bu eril saldırganlık -kadın polisi de kadın olarak görmediğimi belirteyim- burjuva devletin ve onun polisinin deneyim “hazinesi”nde yazılıdır. Erkek devlet şiddeti polisi, jandarması, bekçisi… aracılığıyla bunu ders olarak öğrenir ve uygular.
Burada asıl mesele meme değil; mesele kadının onurunu kırmak, kendi kendinden utanır hale getirmek; korkmaktan utanmak, korkudan altına kaçırmaktan utanmak, saatlerce o halde, insana yaraşmayan bir duruma katlanmak zorunda kalmaktan utanmak…
Erkek devlet şiddeti yanında rejimin erkeklere biçtiği toplumsal cinsiyet rolleri ve onun katmanlı karmaşık tezahürleri de devreye giriyor. Bunu sayısız gözaltı ve hapishane operasyonları sırasında yaşadıklarımızdan biliyoruz. Yol verilen, önü açılan ve kutsal bir “vatani görev” olarak polise içirilen erkek devlet şurubu kışkırtılmış erkeklikle birleşince her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünen faydacılığın örnekleri olarak gündeme geliyor. Gözaltında, hapishanede bir kadının bedenine dokunmanın hiçbir bedeli/yaptırımı yok nasılsa!.. Yapanın yanına kâr kalır yani…
İşkencelerden çok bu türden cinsel saldırganlıklar, tecavüz tehditleri, tecavüz yaralar kadınları. “İşkence işkencedir, farkı yoktur birinin diğerinden” demesin kimse. Bu hem toplumsal hem sosyolojik ve hem de kültürel bir konudur. Önemlidir. Anlık tepkiler ne olursa olsun ileriye dönük geri bildirimleri sarsıcıdır. O evreler geçilir bir biçimde, kiminde oturtulur yerli yerine kiminde hayat boyunca helezonik travmalara neden olur.
Konunun toplumsal-siyasal bilinçle çok yakından bağlantısı vardır. Sınıflı bir toplumdan geliyoruz, kapitalizmin ideo-kültürel olarak biçimlendirdiği ailelerden, çevrelerden, okullardan geliyoruz. Bilinç oluşumu ve gelişimi belli evrelerden geçmeden olgunlaşmaz -gerçi hiçbir zaman ‘tamam bitti bu iş’ de denmez ama… Yeterince hesaplaşılmamış ideolojik zayıflıklar, olgunlaşmamış yanlar ve özellikler böyle zamanlarda ciddi handikaplara dönüşebilir. Onuru nereye oturttuğumuz, örgütü nereye oturttuğumuz, devrim kavgasının neferleri olarak kendimizi nereye oturttuğumuz belirleyici bir rol oynar bu noktada.
‘80’ler…
‘80’lerde cinsel şiddet ve cinsel işkencenin -özellikle örgütlü kadınlar üzerinde- katmerlisi vardı. Binlerce aykırı örnek çıktığı halde onları böyle çözecekleri düşüncesi adeta genel kabul görüyordu. Bu algıya öyle derinlemesine işlemişti ki, poliste taciz ve tecavüz saldırıları öyle kolay kolay anlatıl(a)mazdı bile… Ancak biri anlatmaya başlayınca yalnız olmadıklarını anlayanların cesaretiyle birer birer dökülür, tortulaşmış zehri akıtırdı diğerleri de…
Hapishanelerde kadın devrimcileri yıldırmak ve boyun eğdirmek için başvurdukları işkencelerden biri de sözde arama bahanesiyle çıplak aramaydı. “12 Eylül askeri faşist darbesinin keşfi değildi çıplaklığı kullanarak işkence yapmak… Mesele çıplaklık da değildi, düşman karşısında ‘çaresiz’ olunduğu fikrini tutsağın zihnine yerleştirme çabasıydı. Kadın polisler -o zamanlar hapishanelerde hem kadın polisler hem de kadın gardiyanlar vardı- müthiş zekalarıyla bizi ‘ikna etmeye’ çalışırlardı arsız arsız sırıtarak: ‘Ne var utanacak, sonuçta biz de kadınız…’”*
Koğuş aramalarında ve operasyonlarda üzerimize salınan 20’li yaşlardaki erlerin beyinleri “terörist bunlar” diye yıkanmıştı. Her şeyi “hak ediyorduk”! Bu her şey içinde cinsel açlık da kendini konuştururdu. Göğüs göğüse gelinen coplu askerler, bedenlerimize dokunur, sürtünür, bunu da “vatan hizmeti” olarak meşrulaştırırlardı akıllarınca… İşkencede gık demeyen kadınlar bu türden tacizlere tahammül edemezdi! Ya ellerini ısırır ya dizine bir tekme atar ya da çığlık çığlığa slogan atarlardı. “Kadın olarak doğmak erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir.” **
‘90’lar…
Cinsel taciz hatta tecavüz 12 Eylül sonrası erkek devrimcilere karşı da kullanılan bir işkence yöntemiydi. Kadınlar açısından neredeyse rutin bir uygulamaydı. Direnen pek çok kadın devrimci düşmanın ini dediğimiz işkencehaneden başları dik çıksalar da taciz ve tecavüz girişimlerinin ömürleri boyunca unutamadıkları anlardan olduğunu söyler. Bir kadın kendi deneyimini şöyle anlatmıştı:
“Kalabalık bir gözaltıydı. Sistematik işkencelerden geçirilmiştik. Hiçbiri umurumda olmamıştı. Ama adliyeye götürülürken bindirildiğimiz çevik otosunda yaşadığım saldırıyı hiç unutmadım. Gelip gelip sataşan bir çevik kuvvet polisi diğerleriyle söz birliği etmişçesine bir süre sonra üzerime çullandı. Kelepçeli halimle üzerime çullanan bu alçak, hayvani bir saldırganlıkla adeta tecavüze yelteniyordu. Ani bir saldırı olması, otobüste başka yoldaşlarımın bulunması ve kelimemin gerçek anlamıyla vahşice gerçekleşmesi kontrolümü kaybetmeme neden olmuş çığlık atmıştım. Daha sonra diğerleri bu saldırganı alıp götürdü. Ne var ki, çıplaklığı, vahşiliği, pervasızlığı ve otobüsteki diğer yoldaşlarıma izletilmesiyle o saldırı ömrüm boyunca unut(a)madığım bir kesit oldu.”
“Gözaltında tacize uğrayan kadınları her gün konuşacağız”
Mağdur avukatları -elbette hukuki saiklerle, “Yakalamayı yapan hiçbir polis memurunun sicili tespit edilememiştir. Polis olduğu bile muammadır. Dosyadaki hiçbir kanıta ulaşamıyoruz.Eylemlerde görevli polislerin kasklarında numara olmaması ve bununla birlikte ayrıntılı tespit yapılmaması nedeniyle kimin kim olduğunu özel bir araştırma yapılmadan saptamak olanaksız” diyorlar. Kask numaraları olsa ne olur? Ethem Sarısülük’ün katili Ahmet Şahbaz’ın ayan beyan görüntüsü vardı da ne oldu? Duruşmalar sırasında peruğu indirilmesine rağmen para cezasıyla kurtardı kanlı paçasını…
Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Bu denli hedefli ve açık bir tehdit ve korku dalgası estiriliyorsa bunun adını, unsurlarını net bir şekilde koymak gerekir. Meseleye siyasi değil hukuki kanıtlar ve çözüm yolları aramakla hiçbir yere ulaşamayız!
Madem “Gözaltında tacize uğrayan kadınları her gün konuşacağız” cümlesini duyunca elleri ayakları kesiliyor, panik, korku… ne derseniz deyin… deliriyorlar. Bu bize sadece hadlerini bildirme mecburiyetini hatırlatır. Örgütlü kitleler, bilinçli ve hedefli kadınlar ve erkekler, daha caydırıcı bir güç olarak, yaptıklarının hesabının sorulacağını her vesileyle onlara hatırlatarak… Öyle ya da böyle!
(*) Jin Dergi
(**) Görme Biçimleri, John Berger, Metis