Unutmak yok
Affetmek yok
Helalleşmek yok
Öncelikle adına “deprem” denen doğal afetin kısaca bir tanımlamasını yapıp sonrasında sosyolojik, psikolojik ve en önemlisi sistemsel açıdan kadınların üzerindeki etkilerini ele almak gerekiyor. Tanımlama yapmaktaki amacımız da aslında bir doğal afetin erk sistemin yaşama bakış açısı ile ne hale geldiğinin daha iyi anlaşılması içindir.
Deprem; zamanı öngörülemeyen, kontrol edilemeyen, yıkımlara neden olan ve yaşamı tehdit eden bir durumdur. En ölümcül doğal tehlikelerden biri olarak bilinen depremler, ölümlere ve kalıcı fiziksel hasarlara neden olmakta aynı zamanda toplumun sosyal ve psikolojik sağlığını da derinden etkilemektedir.
Doğal tehlikeler cinsiyet açısından tarafsız olsa da kadınların toplumdaki konumu, cinsiyet eşitsizliğinin artması, sosyal, ekonomik ve sağlık sonuçlarının etkileri bakımından daha fazla yıkıma neden olmaktadır.
Yaşanan 6 Şubat depremlerinde kadınların var olan toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin görev ve sorumluluklarında artış olmuş ve afetle beraber yaşadıkları travmatik sürecin daha da ağırlaşmasına yol açmıştır. Felaketin sonucu olarak ortaya çıkan yeni stres kaynakları mevcut durumda var olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile birleşerek kadınlarda güvenlik kaygısını artırmaktadır. Toplumların afetle mücadele süreçlerinin sadece ekonomik güçlenme ile değil aynı zamanda sahip olunan eşitlikçi bakış açısıyla da örülmesi önemlidir. Kadınlar afet zamanlarında cinsiyet rolleri doğrultusunda hareket etmek zorunda bırakılmışlar ve bu durum olumsuz bazı sonuçlara sebep olmuştur. Bu olumsuz sonuçlara örnek verecek olursak: kadınların deprem esnasında kaçmak yerine örtünmeye öncelik vermesi, hareketlerini kısıtlayan elbiselerinin olması, bakmakla yükümlü oldukları kişi sayısının fazla olması, kişisel bakımlarını gerçekleştirmede zorlanmaları, eşlerinin sahip olduğu bunalım ve gerginlikleri aile içi ilişkilere yansıtmasından kaynaklı yaşadıkları çaresizlik, ev içi sorumluluklarının artması, özel alan sıkıntısı, güvenlik ve şiddet gibi…
Deprem sürecinde psikolojik olarak yaşanan olumsuzluklar yanında sistemin yaşattığı olumsuzluklardan da bahsetmek gerekiyor. Aslında yerel yönetimlerin yaşamın içinde nasıl bir yeri olduğunu çok daha iyi kavradığımız bir süreçti yaşadığımız. Evet yıkım çok büyüktü ama hiçbir tedbirin alınmadığı sonrasında da afet yönetimine dair herhangi bir fikirlerinin olmadığı, depremzedelere bir bardak su dahi verebilecek bir mekanizmanın olmadığı, arama kurtarma çalışmalarının depremde hayatta kalanlar, gönüllüler, STK’lar tarafından el verdiğince yapıldığı, devletin bir hafta bekleyip iş makinaları ile sadece enkaz kaldırmaya geldiği bir süreç…
Depremin başından itibaren Pazarcık’ta Silopi Belediyesi, Antakya’da Patnos Belediyesi günlerce yemek dağıtmıştır. Bütçeleri çok küçük olan bu belediyelerin bu destek için yoktan var ediyor olması inanılmaz bir başarı. Buna ek olarak afet bölgesine yakın 65 belediye daha afet bölgesi için seferber olsaydı birçok yara hızla sarılabilirdi. 2019 yerel seçimlerinden sonra 48’i kayyım, 17’si mazbata hukuksuzluğu ile gasp edilen HDP belediyeleri tüm afet bölgesine yetişebilir, acil ihtiyaçları karşılayabilirdi. Kayyım atanan belediyelerin hali ortada, kayyım lükslerinden bütçesi borçlara boğulan kayyım belediyeleri Silopi Belediyesi’nin eline su bile dökemez. Bir afet kenti olan Amed’de belediye eş başkanları görevlerinin başında olsaydı bu afette takdire şayan bir örgütlülük gösteren Amed halkı ile birlikte tüm bölgeye destek sağlayabilirdi. Bu afet kayyım belediyelerindeki bozuk düzeni de açığa çıkarmıştır. Kayyımcı zihniyet sadece bulundukları il ve ilçelerdeki halk iradesini değil afet yaşayan halkların yardıma ulaşma haklarını da gasp etmiştir.
Öz yönetim kayyım atanan belediye eş başkanları tarafından dile getirildiği için birçok belediye eş başkanı tutsak edildi. Fakat tüm bu afet süreci öz yönetimin ne olduğunu, ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koydu. Öz yönetim, bir kentin kendine yetebilmesidir. Mahalle mahalle, köy köy kendine yetecek şekilde örgütlü olmasıdır. Bir mahalle düşünün, her bir sakini birbirinden haberdar. Çünkü yönetimde karar alma iradeleri var. Her tür kriz için yeterli imkânı, teçhizatı ve her şeyden önemlisi örgütlülüğü var. Kendi üretip, kendi kazanıp kendini çevirebiliyor. Bir afet durumunda akut süreçte tüm mahalle sakinleri acil ihtiyaçlar için toplanabiliyor. Akut süreç bittikten sonra rehabilitasyon sürecinde dahi yaşamın normale dönmesini sağlayabiliyor. İşte bu öz yönetimdir. Depremden sonra birçok köyde yardımlar muhtarların insafına bırakılmış durumdaydı. Elbette vicdanlı muhtarlar tüm köy için çırpınıyor fakat sadece kendi ailesini, ilişkisi bulunan partilileri gözetip çok muhtaç durumdakileri görmezden gelenler de olmuştur. Öz yönetimini yapabilen bir köyde dayanışma olur. Kimseye haksızlık yapmak için alan açılmaz.
Devlet tarafından depremin ilk gününden bu yana ne doğa ne insan yaşamına dair hiçbir şeyi göz önüne almayan bir süreç işlendi. Ne doğayıne de insanı odağa almadan yaşama ilişkin politika üretmemek hâlihazırdaki iktidarın zaten yıllardır izlediği politikadır. İktidar ülkeyi bir devlet olarak değil bir şirket olarak yönettiği için kar ve rant olmayan hiçbir alanda kalıcı bir politika üretmemiştir. Devletin tüm kurumları, belirli bir sermaye grubunu zengin etmek adına hem doğayı hem insan yaşamını hiçe sayan bir sistem kurmuşlardır. Devlet kurumlarındaki yozlaşma ve çürüme yaşadığımız bu acı felaketin sebebidir. Ebetteki deprem önlenebilir değildir fakat depremden kaynaklanan kayıpları azaltmak mümkündür ve mümkündü. Depremin yıkıcı etki ettiği 10 ilde de kontrolsüz büyüyen kentler ve depremde yıkılma garantili binaları görmekteyiz. Deprem dayanıklılığı olmayan inşaatlardan tutun, ihlal edilen deprem ve inşa yasa ve yönetmeliklerine kadar sistemleşmiş dev bir usulsüzlük, liyakatsizlik hatta hırsızlık düzeni açığa çıkmıştır. Deprem sonrasındaki afet yönetimi de büyük ölçüde yaşanan depremi bir felakete dönüştürmüştür. Elbette yaşanan depremin boyutları göz önüne alındığında çok geniş bir alana etki eden çok büyük bir afettir. Fakat bu afet geliyorum diyen bir affetti. Bilim insanları altında can verilen inşaatların çoğu daha yapılmadan defalarca kez uyarılar yapmışlardır. 21. yüzyılda kurulan bu bozuk düzende bilimin sesinin duyulması mümkün olmadığı için bu afet on binlerce canımızı almıştır.
Şu anda hâlihazırdaki erk düzen içinde yapılması gereken hiçbir şeyin yapılmayacağı gün gibi ortadadır. Bu düzen en büyük doğa ve yaşam düşmanıdır. Artık bu ülkede kentler kurulurken ve yönetilirken ele alınması gereken en önemli etken deprem gerçeğidir. Kontrolsüz inşaat deliliğine son verilmesi gerekmektedir. Doğanın sınırlarına saygılı, yaşam kalitesini önceleyen kentleşme en önemli hedef olmalıdır. Bir kentte ekolojik varlıkları korumadan kurulan yaşamın afetle sonlanması mümkün değildir.
Paradigmamızın kalbinde ekolojik ve kadın özgürlükçü bir yaşam bulunmaktadır. Bu bozuk düzenin karşısında yeni bir yaşamı inşa edeceğiz derken doğanın sınırlarına saygılı yaşam kalitesini her canlı için önceleyen politikalar üretmek bizim en büyük hedefimizdir. Bu aslında toplumun da ekolojik dönüşümü demektir. Şeffaf, hesap verilebilir ve katılımcı süreçlerle bilimi ve liyakati gözeterek yaşam kurmak ve bunun politik alt yapısını oluşturmak mümkün ve bunun için geç değil. Bu felakette kaybettiklerimize ve gelecek nesillere borcumuz bu yeni yaşamı kurmaktır.
“Varlığını bağladığın kavram şimdi yıkılıyor ve yaşam anlamsızlaşıyor. Her şey havada asılı kalmış gibi. Tüm hayatın boşa geçmiş gibi. Oysa bu, hayatın sana, başka türlü var olman için öğrettiği bir ders sadece…”