Edebiyatın özgürlük alanı bakımından birçok alandan farklı olması gerekmektedir fakat iktidarcı anlayış, toplumun iliklerine öylesine güçlü işlemiştir ki sanatın özgürlüğü, özgürleştiriciliği, eleştirel bakış açısı neredeyse yok olmuş durumdadır
Kadını anlatmayan eser pek yoktur edebiyat dünyasında ama anlatamayan çoktur. Kadını kadın olduğu için anlatan yazarların sayısı azdır. Ne var ki yazılarında, kurgularında kadına “meta” olarak yer veren yazarlar tam anlamıyla toplumsal cinsiyet rollerini eril döşemelerle cümlelere işlemiştir. Kadını aşk cinayeti sebebi yapmak, namusu kirleten olarak göstermek, düzen bozucu bireyler olarak lanse etmek sadece bir romanın kurgusunu oluşturma amacı taşımaktan ziyade, sakat toplumsal bakış açısını estetik yöntemlerle desteklemektedir. Estetik yöntemlerle diyoruz çünkü edebiyat ürünlerinin büyük bir çoğunluğu estetik kaygı taşıyan eserlerdir.
İlkel-komünal toplum anlayışının, devletçi zihniyet ile yok edilmesi kuşkusuz en çok kadını etkilemiştir. Kadının eril anlayış tarafından düşürülme hırsı, devletçi toplum anlayışıyla güç kazanan bir savaşa dönüşmüştür. Kadının bu andan itibaren toplum içinde ikinci planda tutulmaya çalışılması binlerce yıl sonra günümüze ulaşan en kadim savaşlardan biri olmuştur. Böylesine bir çağda, yaşadığımız topraklarda kadının ikinci hatta üçüncü planda tutulma çabası toplumun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar gözlemlenebilen bir olgu halini almıştır. Devletçi anlayışın her şeyi koordine etme, toplumu kendine göre şekillendirme ve kontrol etme arzusu kadın algısını erkek iktidarın kodlamalarıyla olabildiğince aşağıya çekmeye devam etmektedir. Böylesine bir ortamda eğitimde, iş yaşamında ve siyasette kadın, bu aşağı çekmelerden nasibini almaktadır. Bu alanlar özgürleşmedikçe kadının kendini gerçekleştirmesi mümkün görünmemektedir.
Edebiyatın özgürlük alanı bakımından birçok alandan farklı olması gerekmektedir fakat iktidarcı anlayış, toplumun iliklerine öylesine güçlü işlemiştir ki sanatın özgürlüğü, özgürleştiriciliği, eleştirel bakış açısı neredeyse yok olmuş durumdadır. Toplumlar acılarını, hüzünlerini, sevinçlerini, isyanlarını en rahat edebiyatta bulur. Çünkü edebiyat, bireyin baş başa kaldığı bir alandır. Yazan için de okuyan için de bu alan özeldir. Bir yazarı okumak veya okumamak, beğenmek veya beğenmemek okurun insafına kalmıştır. Bu bağlamda edebiyatın üreticisi de okuru da aslında özgürdür. Ne var ki bu özgürlük, toplumsal değer yargıları ile sınırlı bir özgürlüktür. Eril iktidarın anlayış ve yönetim biçimi dönemsel değişiklik gösterse de “kadın” algısı hep aynı kalmıştır. Ve bu anlayışın çizdiği kadın portresi birçok edebi üründe kendini gösterir. Bundandır ki aslında yazar da özgür değildir. Belli sınırlar içinde düşünür ve düşüncelerini kâğıda döker. Çünkü sayısı parmakları geçmeyecek yazarlar dışında her edebi üreticinin toplumda kabul görme, çok okunma arzusu vardır. Bu arzunun gerçekleşmesi için topluma göre dolayısıyla iktidar anlayışa göre yazmak bir tercihtir.
Edebiyat alanında kadının gerek üretici gerek bir öyküye konu olma durumu yüzyıllar öncesine dayanır. Ve takip edildiğinde bu olma durumunun toplumsal alandaki şekillenmelere göre değişiklik gösterdiği görülür. Anaerkil toplumlarda güçlü görülen savaşçı ve yönetici kadın, kurgulara da bu şekilde yansırken ataerkil toplumlarda kadın; eserlere daha güçsüz, desteksiz olduğunda kendine yetemeyen, aileler arası çatışmalara neden olan, namusu kirleten ve erkeğin başını belaya sokan kişi olarak girer. Eserlerin geneli düşünüldüğünde güçlü ve kararlı, kitleleri sürükleyebilen, çevresini adaletli bir şekilde dizayn eden, doğru aşkı doğru biçimde yaşayan kadın portresi az görülür. En çok okunduğu düşünülen edebi tür olan romanlarda kadının kendini gerçekleştirdiği pek az görülür. Yazarlar “güçlü kadın” tanımını bile olumsuzluklara yol açan bir karakter özelliği olarak kurgularlar.
Önce de söylediğimiz gibi edebiyat, bireyin baş başa kaldığı bir alan olduğundan okunanların zihinde yer etmesi, hayata geçirilme isteği doğar okurda. Bu durum aynı şekilde kurgularda kendini bulma, hayatı sorgulama, eleştirel düşünmenin de önündeki engelleri kaldırır. Dolayısıyla aslında edebiyat, bir mesaj verme ve alma şeklidir. Mesaj nasıl verilmek istenirse, okura o şekilde ulaşır. Örneğin kişisel gelişim adı verilen kitaplarda toplumsal gerçekliklerden uzak önermeler, mesajlar ve telkinler karşımıza çıkar. İnsanı toplumsallıktan bireyciliğe yönlendiren bu tarz kitaplarda da kadın olgusu, toplumun kabulünden öteye geçmez. Çünkü yaygın anlayış, kadına “nasıl olması gerektiğini” anlatmaya çalışır.
Ve Kadına, Kadın Edebiyatı Gerekir!
Toplumsal dinamikler kadınları her zaman bir arayışa, mücadeleye, yeniden bulmaya itmiştir. Bu arayış ve yeniden bulma, edebiyatta da kendini gösterir. Kadının siyaset alanında ve toplumsal alanda kendini var etme çabası 1960’lı yıllar itibariyle artık edebiyata da yansımış, eril anlayışın edebiyata hâkim olma durumu feminist edebiyat arayışını başlatmıştır.
Virginia Wolf ve Simon de Beauvoir, edebiyatın ataerkil kavramsallığını aşmak adına yürütülen feminist tartışmaların en önemli temsilcileri olmuştur. Virginia Wolf’un bu eleştirel tutumla cevabını aradığı “Özgün kadın edebiyatı var mıdır?” sorusu feminist edebiyat eleştirisinin ilk adımı olarak kabul edilebilir. Yazar “Kendine Ait Bir Oda” eserinde, kurgulama yapmak isteyen kadınlara şu mesajları verir: Nasıl erkeklerin toplumsal gerçekliği cinsiyet bağlamında ortaya çıktıysa kadınların da gerçeklikleri aynı şekilde cinsiyet tarafından biçimlendirilmiştir. Diğer bir mesaj ise kadının varoluşsal özelliklerinin eril anlayışla kurgulanan ve betimlenen kadın figürünü, yaygınlaşan dil sistemini bozacağıdır.
Feminist eleştirinin ikinci dalgasını temsil eden Simon de Beauvoir, “İkinci Cinsiyet” adlı eserinde erkeğin birincil kadının ise ikincil varlık olarak kabul edilmesinin nedenlerini tarihsel maddecilik, ruhsal çözümlemeler ve biyolojik alt yapılarla tartışır. Yazar bu eserinde, kadının ötekileştirilmesini ünlü erkek yazarların romanlarından örnekler vererek açıklamıştır.
1949 yılı sonrasında Virginia Wolf ve Simon de Beauvoir etkisiyle yazılan eleştirel metinler, feminist edebiyat geleneğinin başlangıcı olarak gösterilebilir. Elbette bu feminist edebiyat akımı, sadece kurgu üzerinden kendini göstermemiştir. Aynı zamanda “dişil edebiyat” kavramı da tartışmaya açılmıştır. Bu tartışmanın sebebi cinsiyet ve dil arasındaki güçlü ilişkidir. Feminist edebiyat erkek egemen anlayışın biçimlendirdiği sembollerden, söz diziminden kısacası eril dilden uzaklaşan; bu sayede kadına atfedilen toplumsal etiketlerden bağımsızlaşabilen bir edebiyat olmalıdır.