İktidarın dahil olup da çarpıtmadığı, kirletmediği tek bir alan yoktur ki o dönemde de ahlak kuralları olarak yaşatılmaya çalışan değerlerde erkek iktidarının parmak izlerini görüyoruz. Böylelikle kadınları ahlaksızlıkla suçlayanların esasında ‘ahlak’ adı altında birçok kötülüğü ve ahlaksızlığı meşrulaştırdığını anlıyoruz
Mitolojide, dini anlatımlarda hatta hukuk metinlerinde kadınların kötülüğün kaynağı olarak aktarıldığına, şeytan ile özdeşleştirildiğine tarihten bugüne değin tanıklık ediyoruz. Bu durumun somutlaştığı milyonlarca tarihsel ve güncel örnek verilebilir. En çarpıcı ve bilinen somutlaşma hallerinden biri cadı avlarıdır. Tarihte de günümüzde de kadın cinayetlerinin, katliamlarının nedeni her ne kadar kadınların ‘kötülüğün kaynağı’ olarak gösterilmesi olsa da asıl neden erkek egemenliğinin iktidarı ve çarpıttığı ahlaki değerlerdir.
Sanat ve felsefe dünyasında da çok farklı bir tablo ile karşılaştığımız söylenemez. Kadınların bedenini ikiye ayırarak yukarısının tanrıya ait olduğunun aşağısının şeytanın malı olduğunu söyleyen Shakespeare ile ‘Erkek kadından daha güzeldir çünkü o daha fazla bir büyüklüğe sahiptir’ diyen Aristoteles örnek gösterilebilir. Dolayısıyla sanatçıların ve düşünürlerin de bir noktada erkek egemen sistemi beslediği ve daha da güçlendirdiği görülür.
1609 yılı Bask bölgesinde cadılıkla suçlanan beş kadının hikayesini anlatan Kurtuluş Ayini son dönemde üretilen ve gerek imgelerle gerek ise doğrudan sözcüklerle aktarmaya çalıştığı hakikatler ile izleyicileri yönlendirdiği sorgulamalar yönünden konuşulmayı hak eden filmlerden biridir. Konuşulmayı hak ediyor çünkü kadınların diri diri yakıldığı dönemde sanatçılar ve düşünürler iktidarın yarattığı değerleri ‘iyi ve güzel ‘adı altında topluma uyarlama derdi ile meşgul idi. Örneğin filmin konu aldığı zaman aralığında yaşayan yazar ve düşünürlerden Walter Charleton; kadınları, erdemin önündeki en büyük engel, bilge kişinin vebası ve tabiatın en büyük hatası olarak tanımlamakla meşgul idi.
Film ve konu aldığı cadı avları özelinde erkek egemen kültürün yarattığı bazı ‘iyi ve güzel’ değerleri tartışmakta fayda var zira günümüzde hala farklı farklı biçimlerde yaşatılmaktadır. Kadınlar iyi olanın önündeki engel olarak tanımlanır ancak ‘iyi’ olarak tanımlanan çoğu zaman erkekliğin ürettiği ‘iyi’dir. Örneğin cesaretle eş anlamlı kullanılan yiğitliğin kökeni dahi erkeklikten gelirken düşünürler de çoğunlukla kadınlarda var olamayacak bir erdem olarak tanımladı. Ancak bunları söyleyenler de hakikatin peşine düşme cesaretinden yoksun, erkek iktidarının yarattığı konfor alanını hiçbir zaman elden bırakmayan kişilerdi esasında.
Filmin başlangıç sahnesinde engizisyon mahkemelerinin katibi Yargıç’a dönerek ‘Daha kaç kişinin ölmesi gerekiyor efendim’ şeklinde sorması ile başlıyor. Yargıç cevap veriyor: Bu kadar kararlı olmaları bizim suçumuz mu? Ana, Maria, Maider, Olaia ve Katalin isminde beş kadın ormanda şarkı söyleyip dans ettiklerini gören bir kasabalı tarafından ihbar edilirler ve bunun üzerine kasabaya gelen Yargıç tarafından tutuklanırlar. Dönem itibariyle cadı avı gayet yasaldır ve halk korkunç bir yoksulluk içindedir. Öyle ki halkın yoksulluğu filmde de sık sık vurgulanmaktadır. Yakılan kadınların malvarlıkları da devlet ve ihbarcılar arasında paylaştırılmaktadır.
Yargıç ve katibe bir cerrah da eşlik etmektedir. Kasabadan ise peder bu ekibe dahil olmaktadır. Filmin sonraki sahnelerinde Yargıç, katip, cerrah ve pederi sorgu masasında kadınları yargılayan ve işkence eden konumunda görüyoruz. Esasında her biri kendi rollerinden başka rolleri de temsil etmektedir. Yargıç ile katibi devlet ve hukukunu, cerrah bilimi peder ise dini temsil etmektedir.
İktidarın dahil olup da çarpıtmadığı, kirletmediği tek bir alan yoktur ki o dönemde de ahlak kuralları olarak yaşatılmaya çalışan değerlerde erkek iktidarının parmak izlerini görüyoruz. Böylelikle kadınları ahlaksızlıkla suçlayanların esasında ‘ahlak’ adı altında birçok kötülüğü ve ahlaksızlığı meşrulaştırdığını anlıyoruz.
Klasik anlamda ahlak ‘toplumsal töre, alışkanlık ve kurallar bütünü’ olarak tanımlanır. Ancak Sponville üç kavramı da birbirinden ayırmaktadır. Sponville’ye göre töre, “diğerleri ne yapmalıdır” sorusu ile ilgilenirken, ahlak “ben ne yapmalıyım” sorusu ile ilgilenir. Kanunu denetime ihtiyaç duyulacak şekilde bir şeyi kabul etmesi gerekliliğine inanması şeklinde tanımlar. Ahlakı ise kişinin kendi bilincinde oluşturduğu yargılamada dışarıdan gelen hiçbir baskı olanaklı olmadığından dolayı kişinin kendi kendini yargılayabilmesi ve hükmedebilmesi özgürlüğü olarak tanımlar. Başkası tarafından cezalandırılma ya da kınanma korkusuyla yapılan davranışların ahlaklı olmakla ilgisinin olmadığını, hesaplı olma haliyle ancak bunun açıklanabileceğini, ceza alma korkusu ile erdemin karşıt olduğunu belirtir.
Kadınlar tutuklandıktan sonra tek tek sorguya alınmaktadır. Sorgu yapılıyor ancak karar zaten çoktan verilmiştir. Sorgunun amacı sebep gösterilebilecek bir ‘maddi delil’ yaratmak. Yani elde edilen delillerle bir sonuca varılmıyor, sonuç zaten çoktan belirlenmiştir. Yargıç sorguya alınan her kadına bir önceki sorgusu yapılan kadının itirafta bulunduğunu söyleyerek kadınların kendi aralarındaki güven bağlarını da zedelemeye çalışıyor. Ancak ne var ki itiraf olarak nitelendirilen durum kadınlar için gayet olağan bir durum o da ormanda şarkı söyleyerek dans etmek. Aralarında en zekisi olan Ana olayı kısa bir sürede kavrar ve Yargıç diğerlerinin itirafı olarak nitelendirdiği olayları okuduğunda hafif gülmeye başlar. Ana’nın gülmesi tutanaklara sapkın gülüş olarak geçer.
Başını yerden kaldırıp kendilerini yargılayanlara baktığında ‘yukarı bakma’ şeklinde ilk tepki de askerden geliyor. Bu tepki çoğunlukla fiziksel şiddet de içeriyor. Kadınlara karşı gayet cesur tavır takınan ve ahlaksızlıkla suçlayan bu erkek grubu filmin sonunda birer korkağa dönüşüyor. Erkek ekibini ilk terk edenler de filmin başında cesur görünen askerler oluyor. Ancak sebebi maalesef ki kasabanın yine yerli erkeklerinden duyulmaya başlanılan korku. Dolayısıyla burada cesareti açmak gerekir. Sponville Büyük Erdemler Risalesi kitabında cesaretin özünde her zaman ahlaki olmayacağını ancak olmadığında da tüm ahlakın sonuçsuz ya da imkansız kalacağını, ötekinin ya da cömert bir davanın hizmetindeyse bir erdem olarak nitelendirilebildiğini belirtiyor. Cesaret ahlaki olarak tek başına hiçbir şeyi kanıtlamaz. Fiziksel değil tehlike karşısındaki ruh gücüdür. Korku yokluğu demek değildir, korkuya karşı koyabilme, ona hakim olabilme, onu aşabilme kapasitesidir. Tıpkı kısa bir süre sonra yakılarak öldürülme ihtimaline rağmen bilinçlerini elden bırakmadan hayatta kalmanın yollarını arayan kadınlarda olduğu gibi.
Ana’nın gülüşünü sapkın gülüş olarak tutanaklara geçen Yargıç ve katibini irdeleyecek olursak; “Yasaya uyan ve eşitliğe saygı duyan adildir, yasaya uymayan ve eşitliğe saygı duymayan adaletsizdir.” der Aristoteles. Dolayısıyla Aristoteles’in perspektifinden baktığımızda Yargıç adildir. Çünkü cadı avları gayet yasaldır ve yine kendisine göre yasal olan şeyler bir anlamda haklı şeylerdir. Pascal ise yasanın olgusallığının değerinden daha önemli olduğunu; hatta değerin yerini tuttuğunu söyler. Yasa eğer değerin yerini tutmazsa başka türlü devlet olamayacağını da ekler. Halbuki herkesin ahlaklı olduğu ihtimalinde hukuka gerek kalmaz. Toplumun ahlaki değerlerinde ‘iyi’ açıdan değişim dönüşümler hukuk kurallarından çok daha kalıcı bir çözüm getirir. Bu da ciddi bir sorgulama, ciddiyet ve cesaret gerektiriyor. Dolayısıyla önce ahlak gelir, yasa değil. Salt yasaya uymak kişiyi ahlaklı yapmaz, yasa demek adalet demek değil, yasalara uymak ve uygulamak da adil olmak değildir. Sponville’in deyimiyle adalet onu savunacak adil kişiler olduğu sürece bir değerdir, partilerin değil, onları oluşturan ya da onlara direnen bireylerin koruması altındadır.
Filmin sorgu sahnesini Yargıç, katip, cerrah ve pederin yemek masasında yemek yiyerek sohbet ettiği sahne gelir ki filmin belki de en çarpıcı sahnelerinden biridir. Yargıç Peder’e bakarak ‘Hapishaneler o kadar kalabalık ki tahıl ambarı ve değirmenlere el koymak zorunda kaldık. Ahlaki çöküntü o kadar yayılmış ki üç kilise papazını infaz etmeye mecbur bile kaldık’. Peder yutkunarak söz alır, her şeyi denizcilik faaliyetlerine ve dış güçlere bağlar. Kadınlara işkence eden cerrah babasının da denizci olduğunu ve küçükken kendisini çok dövdüğünü anlatır. Katip de cevaben ‘ceza, ahlaki kusurları düzeltir’ der. Ancak cezanın ahlaki kusurları düzelttiğini söyleyen katip sahne boyunca aralıksız yemek yiyiyor bir yandan da yemeği yapan aşçıyı küçük düşürüp yemeğin ne kadar kötü olduğunu söylemekten geri durmuyor.
Pederin temsil ettiğini iddia ettiği dini gereği insanlara bu kadar itaat etmemesi gerekirken Yargıç’ı yutkunarak dinliyor ancak yakından tanıdığı Ana’nın maruz kaldıklarına sesini çıkarmıyor. Peder tarafından günahkarların cehenneme gideceğine yönelik vurgusu sıklıkla geçer. Ancak cehenneme gitme korkusunun veya dönemin iktidarından duyulan korkunun yönlendirdiği insana ahlaklı diyebilir miyiz? Sponville, ahlak konusuna sadece cennet vaadi ya da cehenneme gönderilme korkusu ekseninde yaklaşan ve bu çerçevede ahlaki davranışlar sergileyen insanın erdemli olamayacağını; böyle bir kişinin sadece bencil olacağını söyler. Ahlakı oluşturanın din olmadığını; daha ziyade dini doğrulayanın ahlak olduğunu ifade etmektedir.
Yasaya, kurallara, otoriteye koşulsuz itaat eden bu kişilere bireysel ölçüde bir inceleme yapıldığında kişilerin hiç de özgür olmadığını, davranışlarını kendi dışındaki bir başka erkekten duyduğu korkuya göre yönlendirdiğini görüyoruz. Ahlaki çöküntünün sebebi kadınlar gösterilerek katledilir ancak bu katliamları doğuran erkek egemen zihniyete sahip toplum ve bireyler ahlaki olandan giderek uzaklaştığı için bu katliamlar gerçekleşir. Yani kadınların maruz kaldığı kötülük toplumun ahlaki çöküntüsünün ‘sonucu’dur.
Ahlakın pratiği ve tanımı değişse de aslında herkesin zihin dünyasında amacı iyi olanı yaratmak ve yaşamaktır. Filmdeki karakterler özelinde gidersek Yargıç ve katibi kadınların ölüm kararını yazarken, cerrah kadınlara işkence ederek vücudunda şeytana ait izler ararken, peder bütün olanların seyirciliğini ve destekçiliğini yaparken aslında daha iyi olanın ideali ile yapmaktadır. Ancak sonucu sadece ‘kötü’ dur temelinde yine iktidarcılık ve erkek egemenliğinin değerleri yatıyor. Örneğin Yargıç bir demecinde gözlemcilerin vahşetin bir anlamda sembolü olduğunu bundan dolayı kadınların cezalandırılmaması durumunda toplumun örnek alacağını yok olacağını dillendiriyor. Ne var ki bu zihniyet sadece Orta Çağ’a özgü değil 21.yüzyılda da yaşıyor.
Film kadınların plan kurarak kaçışı ve arkalarında yanan bir meşale bırakarak falezlerden atlamasıyla bitiyor. Bu meşale bir anlamda günümüze de ışık tutuyor. Film özelinde birtakım erdemler ve iyi olanın, ahlaki olanın tartışması yapılsa da filmdeki karakterler gerçek ve çok tanıdık. Gündelik hayatımızda bile kötü olarak nitelendirdiğimiz şeyleri derinlikli düşündüğümüzde iktidarcılığın bu kötülüğü doğurduğunu, ahlaki değer olarak tanımlanan bazı şeylerin aslında hiç de öyle olmadığını iktidarcılığın birer yansıması olduğunu görüyoruz. Erdemler insanı insan yapan şeylerdir. Basit veya ezbere tanımlara sıkıştırmak, kendinden başlayarak ötekini de ekleyerek üzerinde düşünmemek, yapılan hiçbir eylemin sorumluluğunu almamak veya hissetmemek ahlaki çürümeyi tam da buradan başlayarak sorgulamak ve düşünmek gerekir.