Yüzümüzdeki izleri bir yana bırakın, düğmeler kopuyor, fermuarlar bozuluyor, bluzlar parçalanıyordu. Mahkemelere bu halde gidiyor ve suç duyurusunda bulunuyorduk ama kime ne anlatıyorsunuz
Çıplak arama dayatması, ’80 sonrası hapishanelerde özellikle kadınlara uygulanan bir işkence yöntemiydi. 12 Eylül askeri faşist darbesinin keşfi değildi çıplaklığı kullanarak işkence yapmak… Mesele çıplaklık da değildi, düşman karşısında “çaresiz” olunduğu fikrini tutsağın zihnine yerleştirme çabasıydı. Kadın polisler müthiş zekalarıyla bizi “ikna etmeye” çalışırlardı arsız arsız sırıtarak: “Ne var utanacak, sonuçta biz de kadınız…”
“Bluzunun iki düğmesini aç” diye başlayan seans baştan reddedip net bir tutum almadığın koşullarda sürekli el büyütmeyle nerede duracağı bilinmez bir aşağılamaya dönüşürdü.
İşin politik şiddeti kullanarak boyun eğdirme boyutu kadar, geleneksel toplumsal rollerin siyasi kadın tutsakların algısında işgal ettiği yeri, bu konudaki tortuların kalınlık derecesini ölçme çabası da vardı. Bunların başında da “namus” kavramını nasıl algıladığımız geliyordu. “Yok artık…” demeyin. Bütün bunlar politik insanların “haritasını çıkarmak” için gerekiyordu, HZİ Vakfı denilen faşist yuvalara malzeme sağlıyordu bu gözlem ve değerlendirmeler…
Burjuvazi ve faşizmin, deneyimli seleflerinden alıp özünü aynen koruyarak kimi değişikliklerle bugüne kadar getirdikleri bu yöntem onuru kırmak, tutukluyu aşağılamak için hala tepe tepe kullanılıyor.
Gerek polis merkezlerinde gerekse hapishanelerdeki çıplak arama dayatması üstünde başında gizlemiş olabileceğin bir şeyleri arama kaygısıyla yapılmıyordu. Onların aradıkları senin zayıflıklarındı; gözlerinde utancı, çaresizliği, sergiledikleri insanlık dışı egemenliğin ve iktidarın gücünün tartışılmazlığını okuyabilme hevesindeydiler.
Çıplak arama dayatmasını kabul etmiyor, kendimizi savunuyor ve direniyorduk. Tabii bu direniş sırasında kadın polis ve gardiyanlar bize ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar sonuçta biz de onlara “zarar” veriyorduk. Yüzümüzdeki izleri bir yana bırakın, düğmeler kopuyor, fermuarlar bozuluyor, bluzlar parçalanıyordu. Mahkemelere bu halde gidiyor ve suç duyurusunda bulunuyorduk ama kime ne anlatıyorsunuz; heyet “bu bizi ilgilendirmez” deyip çıkıyordu işin içinden. Bunların sergilenmesi, bunlara meydan verilmesi işlerine gelmiyordu, duruşmalarda ailelerimiz bunları görüyor, kimi zaman da fotoğraflarla kayıt altına alınıyordu yaşadıklarımız.
Metris idaresi son olarak bir “yöntem” buldu. Yıl 1984 ya da 1985 olmalı… Mahkemeye gidiş sırasında alındığım gardiyan odasına girince yerde bir asker döşeği gördüm. Kadın polisler ellerini arkalarında bağlamış sırıtarak beni izliyorlardı. Başta ne olduğunu anlamadım, sonra üçü birden üzerime çullanıp bileklerimi ters kelepçeyle sabitlediler, ardından yerdeki döşeğe yıktılar beni. Tamamen çıplak kalıncaya kadar giysilerimi hiç zorlanmadan büyük bir memnuniyetle çıkarabildiler tabii. Hırsımdan sadece slogan atabiliyordum. Elimi kolumu hareket ettiremiyor, kendimi savunamıyordum; çaresizlik hissi ve öfke sadece sloganlarda dile gelebiliyordu.
Daha öncekileri saymazsak, Tek Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılan ve 150 gündür neredeyse bütün direniş biçimlerini kullanan Polonez’in kadın işçilerinin ters kelepçeyle gözaltına alındıklarını gördüğümde yıllar öncesine gittim, o anlardaki çaresizliğimi ve hırsımı hatırladım. İnsanın isyanına ve direnişine kelepçe vurmak, kendini savunamaz duruma düşürmek -ya da böyle hissettirmek- demir parmaklıkların arkasına atılmak, kapatılmak kadar ezici ve dayanılmaz!..
O kelepçeler Çatalca’daki Polonez fabrikasında sendikalı oldukları için işten çıkarılan Polonez’in direnişçi kadın işçilerine vurulmadı sadece. Emeğe ve kadın işçilerin geleceğine vurulmak istendi.
Geçtiğimiz günlerde kadın ve kelepçe sözcüklerini buluşturan bir işkenceyi daha hatırladık: Melek İpek!
‘Kadın ve kelepçe’ sözcükleri belki örneğimizde olduğu gibi her zaman böyle bir araya gelmiyor ama bunları kullanmadan da kadınların hayatının yüzlerce yıldır değişmeyen olgusuna nüfuz edebiliriz: Zincirlenme, tahakküm altına alınma… Eve, mutfağa, aileye zincirlenen, babaya, kocaya, abilere zimmetlenen kadınlar fikri ve pratiği gündelik yaşamımızın her köşesine yerleştirilmek isteniyor.
Melek İpek bunu yıktı işte! Melek İpek cüret etti… Toplumsal yargılara, teamüllere, mahalle ve aile baskısına, sonrasında yaşayacağı zorluklara ve acılara teslim olmadı. Evli olduğu Ramazan İpek tarafından elleri kelepçelenerek işkenceye, tecavüze ve cinayet teşebbüsüne maruz kalan Melek İpek, kendisine bunları yapan adamı 2021’in başına av tüfeğiyle öldürdü. Öz savunmasını harekete geçirdi, her gün bu denli aşağılanıp böyle hiçleştirilmeye ve işkenceye itiraz etti. Kendisini ve çocuklarını korudu. Sonra ne mi oldu, bunun hem önemi var hem de yok -ilgi duyan Melek İpek’in serüvenini okuyup öğrenebilir. Çünkü asıl önemli olan bu adımın atılmış olmasıdır.
Kadınlar, her taraftan kuşatılıp çıkışsız kaldıklarında, bir süre bu şiddeti sineye çekiyor, artık hiçbir şeyin çare olamayacağını düşündüklerinde kendilerine bunu uygulayan erkeklere, kocalarına dur demesini biliyor; daha önce farklı biçimlerde defalarca dur dedikleri halde bunun işe yaramadığını gördüklerinde Melek’in yaptığını yapıyorlar.
Yüzyıllara dayanan mücadele ve bunun sağladığı deneyimle kadınlar -kelepçeli ya da kelepçesiz- “erkek şiddeti”nin hiçbir zaman hiçbir koşulda haklılık payı olamayacağı fikrini artık daha çok benimsiyor. Çünkü “boyun eğme, sessizlik ve yükün sırtlanması ne kadar uzun sürerse zalimlik de o kadar büyük oluyor.”*
(*) Ryszard Kapuscinski