Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve alanda çalışan uluslararası örgütlerin açıklamalarına göre; halihazırda dünya genelinde savaş, şiddet, yoksulluk ve iklim krizleri gibi nedenlerle yerinden edilmiş kişilerin sayısı 120 milyona ulaştı
Mülteci kadınların göçe neden olan savaş, çatışmalar ve yoksulluk süreçlerinde kendi ülkelerinde, göç yollarında ve vardıkları ülkelerde süreklilik gösteren ayrımcılık, cinsel şiddet, istismar, insan kaçakçılığı ve sömürü gibi ciddi sorunlarla karşı karşıya oldukları ve kadınlar yanında LGBTİ+ lar ve çocukların da bu zorlukları göğüslemek zorunda kaldıkları biliniyor. Hatta, Türkiye gibi ülkelerde mülteci kadın ve kız çocuklarının kaçırılması, zorla evlendirilmeleri, ikinci eş olmaya zorlanmaları olağan karşılanıyor demek çok da yanlış olmaz. Bu şiddetin, Geçici Barınma Merkezleri ve Geri Gönderme Merkezleri gibi devletin kontrolü altındaki alanlarda, işyerlerinde ve okullarda da yaşanıyor olması, sorunun boyutu ve çözüm imkanlarına dair tabloyu da açık ediyor öte yandan.
Kayıtsız mültecilere ne oluyor, bilen yok
Şiddetin ve sömürünün her türü ile cezalandırılan mülteci kadınlar (ki burada esasen kayıtlı nüfusu konuştuğumuzu, zira kayıtlı olmayan milyonlarca mültecinin hiçbir hukuki ve sosyal koruma imkanına erişemediği ve koca dünyada her türlü saldırıya açık ve tamamen bir başlarına bırakıldıkları, bir çoğunun hayatta olup olmadığının dahi takip edilemediği bilinmelidir) aynı zamanda sağlık hizmetlerine erişimde, travma kaynaklı psikolojik sorunlara destek ihtiyacının karşılanmasında, hamilelik, doğum ve üreme sağlığı hizmetlerine erişimde, eğitim ve iş fırsatlarına erişimde de sorunlar yaşamakta, çoğu kadın angarya koşullarında düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmaya zorlanmaktadır. Kadına yönelik şiddette cezasızlık politikası ve yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış olmasının yol açtığı sorunlar ise meselenin giderek daha can yakıcı hale gelmesine neden oluyor.
Sorun devasa ve küresel
Sorunun devasa ve küresel boyutuna işaret edebilmek için bazı verileri paylaşmak istiyorum. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve alanda çalışan uluslararası örgütlerin açıklamalarına göre; halihazırda dünya genelinde savaş, şiddet, yoksulluk ve iklim krizleri gibi nedenlerle yerinden edilmiş kişilerin sayısı 120 milyona ulaştı. Bu sayının %40’ı çocuk ve yaklaşık yarısı kadın ve kız çocuklarından oluşuyor. Yani dünya üzerinde 60 milyon kadın ve kız çocuğu, mülteci durumunda. LGBTİ+ mültecilere ilişkin istatistiki veriler genellikle tutulmuyor ancak, cinsel yönelim ve kimlikleri nedeniyle hem kendi ülkelerinde hem göç yollarında hem de sığındıkları bölgelerde ağır ayrımcılık ve şiddet riskiyle karşı karşıya oldukları malum. Esasında hem kadınlar ve LGBTİ+ lar hem de çocuklar toplumsal cinsiyete dayalı şiddet riski altındalar. Nitekim yapılan araştırmalar ve sahada yapılan gözlemler, göç yollarında ve vardıkları ülkelerde kadınların yaklaşık %90’ının cinsel şiddet, sömürü, köleleştirilme ve insan kaçakçılığı riski ile yüz yüze geldiğini ve kriz bölgelerinde çocukların ayrıca eğitim, sağlık ve güvenlik gibi temel haklarından mahrum kaldıklarını söylüyor. Vardıkları ülkelerde ve en iyi olasılıkla kadın mültecilerin yalnızca %38’i kısıtlı da olsa eğitim hakkına erişebiliyor ve kadınların %60’ı düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu durum kadınların yerleştikleri ülkelerde de şiddet ve sömürü riski ile karşı karşıya kalmalarına neden oluyor.
Türkiye mültecilere dair ayrıntılı veri açıklamakta isteksiz davranıyor
Türkiye’nin son yıllarda daha da belirginleşen oranda, istatistik tutmakta ve açıklamakta isteksiz davrandığı biliniyor. Nitekim, Geçici Koruma Statüsü verilerek kaydedilen Suriyeli mültecilerden önce, özellikle onlarca Asya ve Afrika ülkesinden gelen mülteci sayılarına dair rakamlara, Emniyet Müdürlüğü’nün yayınladığı yakalanan ve geri gönderilen yabancı sayıları üzerinden tahminle ulaşılmaya çalışılırdı ki kayıtsız mülteciler bakımından halen aynı durum devam ediyor.
Bu kayıtla, yapılan açıklamalara göre, Türkiye, dünyada en fazla mülteci barındıran ülke konumunda halen. Resmi olmayan açıklamalar göre ise neredeyse kayıtlı mülteci sayısı kadar da kayıtsız mülteci yaşıyor Türkiye’de. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre 3 Ekim 2024 itibarıyla 3 milyon 89 bin 904 kayıtlı Suriyeli var. 21 Ağustos’ta açıklanan verilere göre ise Suriyelilerin %73,8’i yani 2 milyon 298 bin 312’si kadın ve çocuklardan oluşuyor. Ve Göç İdaresi Başkanlığı’nın yayınladığı yaş aralığı tablosuna göre bu sayının 756 bin 942’si kız çocuğu.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 2021 yılında yayınlanan bir rapora göre ise Türkiye’de çalışma izni verilen Suriyeli sayısı 91 bin 500 ve bu kişilerin sadece 5 bin 335’i kadın.
Türkiye’nin güvenli 3. Ülke olarak kabul edilmesi göçü engellemiyor.
2024 yılında yakalanan düzensiz göçmen sayısı 206.410. Göçmen kaçakçılığı 2012’den bu yana en yüksek seviyeye çıkmış durumda. Göçmen kaçakçılığının 2012’den bu yana tarihin en yüksek seviyesine yükselmesinde, Geçici Koruma Statüsü verilen Suriyeliler de dahil mültecilerin Türkiye’de insani yaşam koşullarına ve iltica hakkına erişememelerinin rolü var.
Mülteci kadınların şiddetten korunmadığı, adalete erişemedikleri, dil bariyerini aşamadıkları, kamu hizmeti veren kurumlar da dahi ayrımcılığa ve nefret saldırılarına maruz kaldıkları, katledildikleri, uluslararası koruma mekanizmalarına ulaşamadıkları ve benzeri can yakıcı onlarca sorun bilinmesine rağmen, bugün Türkiye güvenli üçüncü ülke kabul ediliyor ve Türkiye’deki mültecilerin Avrupa ülkeleri başta başka ülkelerde mülteci statüsü kazanmaları bu yolla engelleniyor. Güvenli üçüncü ülke kabul edilecek ülkelerin Cenevre Sözleşmesi’ne sınırlama getirmeden taraf olmaları, düzensiz göçmene mülteci statüsü talep etme imkanı sağlanması veya Sözleşmede öngörülen korumaya uygun koruma sağlanması gerektiği ve Türkiye’nin bu koşulları sağlamadığı bilinmesine rağmen, Türkiye ile AB arasında imzalanan 2016 tarihli Geri Kabul Anlaşmasının uygulanabilmesi için Türkiye 3. Güvenli Ülke olarak kabul edilmiş, iltica hakkı ve mültecilerin temel hakları yok sayılarak devletlerin çıkarına uygun hareket edilmiş, mülteciler tehlikeli yollarla Avrupa ülkelerine geçmeye, göçmen tacirlerine mecbur bırakılmış, insan tacirlerinin insafına terk edilmiştir.
Bu durum mültecilerin yerleşmelerine ve güvenli bir ortama erişmelerine imkan vermemekte, özellikle kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+ lar için yaşamı işkenceye çevirmekte, sadece göçmen kaçakçılarına değil, insan kaçakçılarına da malzeme haline getirmektedir.
Köleliğin yeniden ortaya çıkmış şekli: İnsan Kaçakçılığı
Köleliğin yeniden ortaya çıkmış şekli, insanların temel hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran, insanlık onuruna ve bütünlüğüne karşı işlenmiş bir suç türü olan ve bugün dünyada, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra getirisi en yüksek 3. illegal faaliyet alanı haline geldiği belirtilen insan kaçakçılığının mağdurları, o ülkenin yoksul ve güvencesiz kesimleri yanında özellikle o ülkeye yabancı ve çaresiz durumda olanlar.
Yoksulluk, büyük boyuttaki siyasi ve toplumsal huzursuzluklar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi nedenler, insan ticaretine zemin hazırlayan en önemli faktörler arasında belirtilmekte.
Zorlama, kaçırma, cebir ve şiddet yoluyla, pasaportları ellerinden alınarak, borçlandırılarak ya da iş sözleşmeleriyle mağdur edilen kişilerin özgürlüklerinin kısıtlanması, kazançlarına el konulması, her türlü şiddete maruz kalma dahil korkunç bir süreçten, kadınların ve kız çocuklarının fuhuşa zorlanması, çocuk işçiliği, evlerde hizmetçilik, zorla çalıştırma, çocukların dilendirilmesi veya suç işlettirilmesi, insanların organlarının izinsiz olarak alınmasından söz ediyoruz insan ticareti derken ve bu suçun en büyük mağduru kadınlar ve çocuklar. Türkiye’de 2 milyon çocuğun çalıştırıldığı bu sayının yaz aylarında tarımda çalışanlarla beraber ikiye katlandığı belirtilmekte. Yine iş cinayetlerinde yaşamını yitiren çocuk gerçeği ile yüz yüze bulunmaktayız.
Kayıp Çocuklar Nerede
Nitekim, FRONTEX ve birçok Avrupalı kurum ve sivil toplum örgütü tarafından yayımlanan raporlarda “Avrupa sınırlarına giriş yapan refakatsiz çocuklarla bağlantının bir süre sonra kesildiği ve bu çocukların uluslararası organize suç örgütlerinin eline düşmüş olabileceğinden bahsedilmektedir. Sık sık gündeme gelmesine, konuya yönelik çalışmalar ve raporlar hazırlanmasına rağmen çocukların neden ve nasıl kaybolduğuna dair sorular halen cevap bulmuş değildir.” denilmektedir.
İç hukuk ve İLO Sözleşmeleri angaryayı yasaklıyor ama önleyemiyor
1982 Anayasası 18’inci maddede “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.” demektedir. TCK’nın 80’inci maddesinde ise “Zorla çalıştırmak, hizmet ettirmek, fuhuş yaptırmak veya esarete tâbi kılmak ya da vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri ülkeye sokan, ülke dışına çıkaran, tedarik eden, kaçıran, bir yerden başka bir yere götüren veya sevk eden ya da barındıran kimseye sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis ve on bin güne kadar adlî para cezası verilir.” denmesine, taraf olunan ILO’nun 29 No’lu Zorla Çalıştırma Sözleşmesi, 105 No’lu Zorla Çalıştırmanın Kaldırılması Sözleşmesi ve 182 No’lu En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Eylem Sözleşmesi’ne rağmen bu suç işlenmeye devam ediliyor ve önleyici tedbirler alınmıyor.
Kadın mülteciler kapatılma mekanlarında da şiddet ve ayrımcılıkla karşılaşıyor
Kamplarda yaşananların ötesinde tamamen devlet kontrolü altındaki kapatılma mekanları olarak, hapishaneler ve geri göndertme merkezlerinde mülteci kadınlar, cinsiyete dayalı şiddet ve emek sömürüsü de dahil her türlü hak ihlaline maruz kalabilmektedirler. Bu konuda İnsan Hakları Derneği de dahil bu alanda çalışan derneklere yapılan çarpıcı başvurular bu gerçeği açıklıkla ortaya koymakta, ancak kendilerine etkili bir koruma sağlanamaması nedeniyle bu sorunları kamuoyuna açıklamakta çekimser kalmaktadırlar.
Kadına yönelik şiddeti önlemeye ve mülteciliğe dair uluslararası sözleşmeler uygulamada etkisiz kalıyor
10 Aralık günü 76. yılını geride bırakan 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme ve 1967 Protokolü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme, İşkence ve Diğer Zalimane Muameleye Karşı Sözleşme (CAT), Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Kadınlara Yönelik Şiddetle Mücadeleye İlişkin Deklarasyon (1993); Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW), İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası mevzuatta önemli belge ve sözleşmeler bulunuyor mülteciler için.
Ancak İstanbul Sözleşmesi ve kısmen CEDAW dışında temel belgelerin toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden kadın, LGBTİ+ ve çocuklara yönelik şiddet ve baskıyı tanımlamadığı ve yeterli koruma mekanizması içermediği görülüyor. Yine mültecilerin korunması ve onlara destek sağlanması amacıyla uluslararası koordinasyonu sağlamak ve gözlemci rolüyle devletlerin mülteci haklarına uyumunu takip etmek üzere oluşturulduğu, Cinsiyete Dayalı Şiddet ve Ayrımcılık Raporlarında kadın mültecilerin cinsel şiddet, zorla evlilik ve insan ticareti gibi tehditlerden korunması için çalışacağı belirtilen ancak 2018 yılında Türkiye’deki faaliyetlerini durduran Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) de amacına uygun çalışmıyor ve mültecileri yalnız bırakıyor.
İç hukukta durum: Mülteci kadınlar şiddet karşısında korumasız
Türkiye’de Mülteci Kadınlara Yönelik düzenlemeler çeşitli kanunların içinde yer alıyor. 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK), Geçici Koruma Yönetmeliği ve 6284 Sayılı Aile İçi Şiddet ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Kanunu bu konuda düzenlemeler içeriyor.
İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararından sonra, mülteci kadınlar da dahil tüm kadınların şiddetten korunması için tedbirler içeren 6284 sayılı kanunun da iptal edilmesi yönünde yürütülen çalışmalar var. Bu nedenle kanun yürürlükte olmasına rağmen uygulanmasında sorunlar baş göstermiş bulunuyor, bu davalarla ilgilenen avukatlar ve mağdurlar, güvenlik güçleri ve mahkemelerin kanunu uygulamakta her geçen gün daha da isteksiz davrandığı belirtiliyorlar.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının sonuçları
Türkiye’nin, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden 2021 yılında çekilmesi, ayrımsız bütün kadınlar, LGBTİ+lar ve çocuklar için olduğu gibi mülteci kadınların cinsiyet temelli şiddet ve ayrımcılığa karşı korunmasında önemli bir boşluk yaratmış, bu boşluk halen doldurulamamıştır.
İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden tanımladığı cinsiyet temelli şiddeti insan hakları ihlali ve ayrımcılığın bir türü olarak tanımlayan ilk uluslararası sözleşme olması bakımından ayrıca özel bir öneme sahip ve mülteci ve sığınmacı kadınlar da dahil, statüsüne bakılmaksızın, ayrımsız tüm kadınlar için eşit koruma hakkı içeriyor.
İstanbul Sözleşmesi, mülteci kadınlar özelinde; aile içi şiddet, cinsel şiddet, kadın sünneti, zorla evlilik, insan ticareti gibi tehditlerden korunması, mülteci kamplarında veya geçici barınma alanlarında güvenlik önlemlerinin artırılması, kadınların cinsiyete dayalı zulümden dolayı sığınma talebinde bulunma ve mültecilik statüsü alma hakkı, kadın sığınma evlerinin mülteci kadınlar için de erişilebilir olması, mülteci kadınların psikososyal destek, hukuki danışmanlık ve sağlık hizmetlerine erişimini ayrıntılı olarak düzenliyor.
Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi ile özellikle LGBTİ+’lar ve mülteci kadınlar, güvende olma duygusunu kaybetti ve kendilerini şiddet karşısında korumasız hissettiler. Özellikle kadın ve LGBTİ örgütlerinin danışma hatlarını arayarak yoğun bir şekilde bu endişelerini dile getirdiklerini biliyoruz. İkinci aşamada, bu endişeler karşılık bulmaya başladı ve şiddete karşı korumasız kaldıklarına tanıklık ettik. Ardından sığınma evlerine erişim zorlukları, cinsiyet temelli koruma ve sığınma taleplerinde hukuki destek eksikliği ve kadın mültecilerin güvenliğinin sağlanmasında uluslararası iş birliği mekanizmalarının zayıflamasıyla bu süreç devam etmekte. Ve bu durum özellikle şiddet mağduru mülteci kadın ve yerli veya mülteci ayrımı olmaksızın LGBTİ+ nüfusun hızla Avrupa ülkelerine göç kararı almasına neden olmuş görünüyor.
Sonuç olarak
Yazının başında meselenin küresel boyutuna vurgu yaparken çözümün de küresel politikalardan geçtiğine işaret etmiş oldum. Göç ve göçe neden olan olaylar ve durumlara dair küresel politikalar süreci belirliyor. Bütün itirazlara rağmen savaş, yoksulluk, ekolojik yıkımın derinleşmesi, kapalı sınır politikaları ve mülteci kotaları, geri gönderme ve işkence yasağı ihlallerinin meşrulaştırılması çabaları, geri itme uygulamasındaki artış, sınır güvenliğinin şirketlere devredilmesi ve mültecilerin kaderinin yapay zeka yasaları ile oluşturulacak mekanizmalara terk edilmesi; diğer temel meselelerde olduğu gibi, mülteci meselesinde de insan hakları değerlerinin ve insani boyutun tamamen göz ardı edilmesi yönünde sürecin ilerlediğini gösteriyor.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine darbe niteliğinde sayılabilecek İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çekilme kararına dair uluslararası tepkilerin zayıflığı, 1951 Cenevre sözleşmesinde Türkiye’nin coğrafi çekincesini halen kaldırmamış olmasına rağmen mültecileri Avrupa sınırlarından uzak tutmak adına Türkiye’ye verilen tavizler, Türkiye’de rejimin insan haklarından giderek uzaklaşması, çok daha çeşitlendirilecek can yakıcı sorunların yakın vadede çözülmeyeceğine işaret ediyor.
Bu olumsuz tablo karşısında, toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden örgütlenen dünya sistemine itirazların daha da yüksek seslendirilmesi, insan hakları ve kadın mücadelesinin mültecileri, mülteci kadınlar ve LGBTİ+ları da kapsayacak biçimde ve küresel boyutta genişletilmesi acil bir ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor bugün.