Kürdistan’da yıllardır hak mücadelesi yürüten kadınlardan cevap gecikmedi ve sesleri dalga dalga koridora yayıldı “Kuştina jinan polîtîk e! /Kadın ölümleri politiktir!”
Aile, günümüzde en genel tarifi ile gerici sosyal ve kültürel değer yargılarının bütünleştiği çekirdek bir alandır. Bu çekirdek alan devletin en fazla müdahale ettiği, kontrol altında tuttuğu, dinci, milliyetçi, cinsiyetçi kodlar ile şekillendirdiği yerdir. Ortadoğu’da aile yapısının oluşumunda dinin etkileri de oldukça fazladır. Ağalık, aşiretçilik, kabilecilik gibi kurumlar bugün ailecilik biçiminde tutucu bir gelenek ile yoğrulmuştur. Aşiret, kabile denildiğinde akla, güçlü erkek bir lider gelir. Aşiret liderlerinin, aile büyüklerinin en büyük derdi aile kurumunu kökleştirmek, bu kurum içinde daha fazla çocuk yapmak, kadın üzerinde tahakküm kurmak, zengin olmak, kısacası daha fazla mülkün sahibi olabilmektir. Bunu yaparken “önce ben, daha fazla bana” duygusu ile tüm ahlaki ve politik kuralların dışına çıkarak, ulus devletin yarattığı birey olma formuna geçiş yapar. Günümüz aile ilişkilerini ele alırken tarihsel gelişimi, sömürgecilikle ve feodal yapılarla bağlantısını, devletle olan daimi ilişkisini, topluma yansıma gücünü birlikte ele almak gerekir. Yine aileyi ele alırken anne, baba ve çocuk(lar) arasındaki ilişki biçimleri, o aileye hakim olan anlayış bir bütünen ele alınmalıdır. O nedenle aile içi şiddeti, cinayeti, istismarı yalnızca bireysel ilişkiler üzerinden ele almak aldatıcıdır. Şiddetin kaynağını arayacağımız yer, aileye sürekli biçim vermeye çalışan devletin kendisindedir.
Narin Güran cinayeti de devlet, aile, erkeklik kıskacında gerçekleşti. Bugüne kadar ne yazık ki birçok kadın ve çocuk katliamlarına tanıklık ettik. Gücümüz oranında da mücadele ettik, hala ediyoruz. Ancak Narin Güran cinayeti hiç alışkın olmadığımız şekilde gündeme taşındı; bakanlık, valilik, emniyet müdürlüğü, jandarma ve istihbarat güçleri, ana akım medya adeta “seferber” oldu. Elbette bu “seferberliğin” bir anlamı vardı. Tavşantepe köyü muhtarı aynı zamanda Narin’in amcası Salim Güran’ın devlet ile ilişkilerinin kuvvetli olduğu biliniyor. Bu tür vakalarda ilk şüpheli aile üyeleri olarak bilinmesine rağmen jandarma tüm arama çalışmalarını Salim Güran ve Nevzat Bahtiyar ile birlikte gerçekleştirdi. Bir yandan dosyadaki deliller karartılıp, baş şüpheliler ile arama faaliyetleri devam ederken, Diyarbakır İl Jandarma Komutanı Tümgeneral düzeyinde basın toplantısı düzenleyerek sona çok yaklaştıklarını söylüyordu. Oysa bu süreçte Eğertutmaz deresinin debisi yükseltildi, arama ekipleri yanlış yere yönlendirildi, köyde yangın çıktı/çıkarıldı, şüpheli şekilde elektrik kesintileri yaşandı. Yani bir yandan ana akım medya aracılığıyla topluma cansiperhane bir arama kurtarma çalışması yapılıyor görüntüsü verilirken, köyün içinde hakikat karartılmaya çalışıldı. Narin’in cenazesinin bulunmasının ardından da AKP ve Hizbullah kanadından yine basına açıklamalar yapıldı. Aileyi sahiplenen ve dostluklarını ilan eden konuşmalarla topluma mesaj verildi. Eş zamanlı olarak köyde bulunan silah ve mermiler, devletle olan bağlantılar, aile içinde magazinsel hale getirilen ilişkiler kadar gündem olmadı.
Soruşturma süreci ise yine iktidara yakın yayın organlarında canlı canlı verilerek, ifade tutanakları bizzat savcılık ve bakanlık kanalıyla bilinçli olarak servis ettirildi. Böylelikle yine “alanında uzman olan erkekler” tarafından ifadeler yorumlandı ve Narin cinayetine ilişkin bir senaryo oluşturuldu. Bu senaryoya uygun olarak ifadeler üç kez değişti ve dosya mahkeme önüne gelene kadar toplumun ikna edildiği senaryo artık bir iddianameye dönüştü. Alelacele ve özensiz hazırlanan bu iddianameye bakıldığında failler ile suç arasındaki ilişkinin yoksunluğu ve bolca hikayeye boğulmuş bir metin olduğu dikkat çekiyor. Soruşturma makamlarının dosyanın bir an evvel açılıp gündemden çıkması için yoğun çaba sarf ettiği duygusu uyanıyordu. Tüm bu sürecin ardından elbette nasıl bir yargılama yapılacağı da merak ediliyordu. Organize bir cinayetin açığa çıkmaması için elbette yargının da sürece dahil edilmesi gerekiyordu.
7 Kasım günü Narin Güran cinayetinin ilk duruşması görüldü ve duruşma üç gün boyunca devam etti. Duruşma gününden bir gün önce Diyarbakır Adliyesi abluka altına alarak tam bir kapatma ve gözetim merkezine dönüştürüldü. Salona ulaşmak için adliyeye girdiğimizde duruşma salonunun önünde izdiham yaşanıyordu. Bu sırada bir grup tarafından “Çocuklar vatandır, vatanına sahip çık.” diye slogan atıldığını duyduk. Bir çocuğu vatan olarak gören, bunun üzerinden kutsaliyet atfeden, her bir kelimesinde ırkçılık ve milliyetçilik kokan bu slogana karşı, Kürdistan’da yıllardır hak mücadelesi yürüten kadınlardan cevap gecikmedi ve sesleri dalga dalga koridora yayıldı “Kuştina jinan polîtîk e! /Kadın ölümleri politiktir!”. Bu esnada duruşma salonunun önüne konulan bariyerin gerisindeki bir sandalye üzerine beliren, Amed’de yaşayan herkesin aşına olduğu ve neredeyse her toplumsal gösteriyi provake eden polis memuru avukatlara dönerek “Ben bile içeri giremiyorum, inanın çok kalabalık.” derken, tepkiler gecikmedi “Sen bile mi? Senin ne işin var ki duruşma salonunda?” Dışardan gelen kalabalığa “duyarlılık” gösterisinde bulunan bu memur bir ay sonra Narin Güran ve Jina Amini eylemine katılan kadınlara soruşturma açılmasında baş aktör olarak rol alacaktı. Yani ikili devlet teorisinin yansıması bir sandalyenin üzerinde zuhur ediyordu.
Zorlukla girdiğimiz duruşma salonunu ise başka bir göz izliyordu. Kişisel sosyal medya hesabı üzerinden ünlü olmaya çalışan ve kendine “basın çalışanı” diyenler, iktidarın magazin servisi çalışanlarının sıralandığı sandalyelerde gözümüz hakikati yansıtan özgür basın çalışanlarını aradı. Olayın en başından beri yalnızca hakikatin peşinde günlerce gecelerce mesai yapan, her türlü baskı ve zora rağmen ilkeli haberciliği ortaya koyan onlardı. Neyseki salonda gözüm onlara ilişince biraz daha rahatladım. İlk gün savunması alınan sanıklar Nevzat Bahtiyar, Enes Güran, Yüksel Güran ve Salim Güran’dı. Salonda yaşananlar an be an sosyal medyaya da yansıdı. Tüm bu yansıyan durumları da hatırda tutarak dava süresince dikkatimi çeken birkaç noktayı paylaşmak istiyorum sizlerle. Hepimizi derinden etkileyen ve Amed’de tüm sivil toplum örgütlerinin, demokratik siyaset yürüten kurumların, hakikatin ortaya çıkması için kenetlendiği bu olayda savunma yapan sanıkların vücut dillerinin oldukça rahat ve kendinden emin olmaları rahatsızlık vericiydi. Yalnızca red mekanizmasını çalıştıran, önceden ezberletilen bir senaryoyu tekrar ediyordu Güran ailesi.
Dosyayı gereksiz ayrıntılara boğarak hikaye anlatan aile bireyleri, kızına yalnızca istediği gelinliği giydiremediği için hayıflanan bir anne, erkek evladı korumak için birbiri ile yarışan aile büyükleri, devlet ile içli dışlı ilişkilerinden kaynaklı ve gücü elinde bulunduran bir amca ve onunla “gurur duyan” çocukları. Tüm bunlarla birlikte ailenin parasına ve gücüne tamah eden, ne denirse yapacak olan köylülerden biri. Bu tabloda elbette mahkemeye düşen yalnızca aile bireylerinin birbiri ile olan bağlantılarını sorgulamak değil, o köyün sosyolojik yapısını, devletle olan bağını, soruşturma sürecinde bu bağın ne kadar dosyaya nüfuz ettiğinin tartışılmasıydı. Ancak mahkeme başkanının duruşmayı yönetme biçimine bakılırsa dosyayı yalnızca suç ve ceza ikilisi üzerinden ele alıp bir an evvel üzerindeki bu baskıdan kurtulmaktı. Duruşma devam ederken bu kadar hassas bir dosyada ciddiyetsiz ve espri yaparak ortamı rahatlattığını düşünmesi en azından uzun yıllardır kadın ve çocuk alanında mücadele veren kurum temsilcilerinde kaygı uyandırıyordu. Yine Salim Güran’ın sorgusu yapılırken dosyada önemli bir yer olarak düşünülen, Narin Güran’ın evinin yanındaki ahıra dair yapılan telefon görüşmesi kastedilerek, Salim’in yok etmesini istediği şeyin ne olduğu soruldu. Salim Güran yine çok rahat bir ifadeyle “300 keleş vardı, köye jandarma geliyor o yüzden onları yok et” dedim diye cevap verdi. Buna karşılık mahkeme başkanının da salonda bulunanların da köy yerinde bunca silahın ne için bulunduğunu sorgulamaması şaşırtıcıydı. Yani bir ahır üzerinden neredeyse üç ay boyunca tüm magazinsel haberi yapanlar, ahır içinde saklanan kalaşnikof silahlara dair tek bir soru sorulmaması bu dosyanın hangi seyirde ilerletilmek istendiğinin göstergesiydi.
Yine Salim Güran’ın sorgusunda hiçbir şeyi kabul etmemesine, en kuvvetli delilleri bile yok saymasına karşılık öfkelenen mahkeme başkanı “Salim dosyadaki hiçbir şeyi kabul etmiyorsun, olana da yok diyorsun.” demesi üzerine Salim Güran’ın “Bana komplo kurdular hakim bey.” yanıtından sonra, mahkeme başkanın yanıtı düşündürücüydü. “Neden, sen vatan haini misin ki devlet sana komplo kursun?”. Sahi kimdi bu “vatan hainleri”, devlet hain olarak gördüklerine komplo kurabilir miydi? Tüm bunlarla birlikte her sorusundan önce “Şimdi yine haberlere konu olacağız ama soruyorum…” diye sorgu yapan mahkeme başkanı, “Narinimiz, kızımız…” dili ile mülkiyeti besleyen ve çocuğu birey olmaktan çıkaran sorgular, duygusal manipülasyonlar, takipçi arttırmak için yoğun bir yarışa giren youtuberlar… Bu seyir içinde herkesi gözetleyen, görünür olmayı besleyen, asıl özneyi unutturan ve yaşananlar üzerinden yeni öznelerin inşasını gözlemlemek mümkündü. Öyle çok şey düşündürüyordu ki o salon. En çok da Narin’i düşündürdü. Erkeklik ile inşa edilmiş bir aile yapısı içerisinde yaşamına son verilmesinin ardından unuttuğumuz yas kültürünü, hakikatin yalnızca hukukla değil siyaset ile olan bağını, yozlaştırılmaya çalışılan toplumu ve tüm bunlar olurken yaşamlarımızın nasıl bir panoptikona dönüştüğünü…
Gözetim bir güç ve iktidar aracıdır. Hakikatimizi yitirdiğimizde gözetenin istediği şekle bürünür, görünme çabasına girer, yanlış anlaşılma korkusu ile vicdana oynar, bunu yaparken de olması gerekenden sıyrılırsınız. İlk başta zorlansak da devamında kendimizi doğal bir akış içerisinde buluruz. Yaşamımızın her alanında sizi izleyen gözün emrinde oluruz. Çünkü şiddet yalnızca kendi düzenini yaratmakla kalmaz, bu yaratım sırasında karşıtını da gözetleyerek biçimlendirir. Bir dava sürecinde kullanılan her bir söz, her bir bakış, her bir adım, her bir fotoğraf, her bir tweet; günün sonunda neye hizmet ettiğini sorgulamalı.
Bütün bir süreci ana akım aracılığıyla ikna edilen bir hikayeye sıkıştıran devlet aklı, yaratılan benlik sayesinde hedefledikleri kitleleri belirli taktikler ile etkisi altına aldı. Bu nedenle işkence altında beyan verdiğini söyleyen sanıkların kendi iddialarına göre ifadeleri değiştirildi. Ancak duruşmada işkence suçu açısından kendiliğinden harekete geçmesi gereken heyet bunu tali bir konu olarak görürken, bu işkencecilerin kimler olduğunu sorgulamadı. Bu iddia dosyaya yenilik kazandırır mıydı doğruluk payı var mı bilinmez ama genel bu umarsızlık hali bir bütünen sorgular sırasında da devam etti. İzleyene zaten kararımız belli duygusunu uyandırıyordu.
Dolayısıyla duruşmanın kamuoyuna nasıl yansıtılacağı daha fazla dert ediliyor gibiydi. Günün sonunda bizi düşündüren, kendiliğinden harekete geçtiğimiz bu dijital panoptikonda şiddetle hukukun ayırt edilemediği noktada; hukukun şiddete şiddetin hukuka geçiş yaptığı eşikti. Byung-Chul Han’ın dediği gibi “Neoliberal varlığın, özelliklerini taşıyan, bu özelliklerden beslenen ve bu özelliklerin görünürlük kazanmasına aracı olan öznenin anlaşılması noktasında belirginleşmesi, bu özel önemin sebebini açıklamak için yeterlidir. Bu bağlamda onun eylediği en önemli iş, tüketme eylemidir. Bu yönüyle neoliberal varlığın öznesi, tüketen insandır. Tükettikçe tüketilen, tüketildikçe tüketen, sömürdükçe sömürülen, sömürüldükçe sömüren aktif bir öznedir.” Tam da bu nedenle Narin Güran cinayetinin devlet, aile, erkek üçgeninde oluşturulan sistemin neye hizmet ettiğini teşhir ederek, hakikatin hem hukuksal hem de kadınların öncülüğünde yürütülen politik ve ideolojik mücadele sonucunda ortaya çıkacağını biliyoruz. Ancak doğru sonuç almak için süreç içerisinde doğru soruları sormamız elzem. Bu yüzden hakikati ortaya koyabilmek ailenin en başından beri ısrarla “güven” temelinde işaret ettiği devlet gerçekliğini ortaya koymadan Narin için adaleti sağlayamayacağız. “Narin ne gördü” değil, “Narin neden ve nasıl bir suç çetesi tarafından öldürüldü?”