Gülistan, Devrim, Saniye… Batman, Mardin, Halfeti halkı… Olağanüstü hâl kisvesiyle uygulanan kayyım atamaları karşısında “geçici ve istisnai” olmayan direnişleriyle yürüyorlar, yürütüyorlar
Haklılar tarafında, kimsenin şiddetin herhangi bir biçimiyle övündüğü yok.
Pek tabii; kimsenin “olağanüstü hal”in ahlaksızlığı karşısında öylece duracak hali de yok.
Bilhassa; zulmün, işkencenin, kadınlara uygulanan fiziki ve sivil ölüm politikalarının, kadın kırımıyla yaratılan toplumsal tahribatın ne denli ağır olduğunu bilenler, yürüttükleri mücadeledeki pratiklerini özsavunma olarak tarifliyor, yaşamı savunuyorlar.
Tahakküm ve hiyerarşiye dayalı yönetimler, ahlak-hukuk yerine talimatlar ülkesini ikame ettiği, herkesin polise dönüştürüldüğü, polis barikatı vesilesiyle işlettiği, polis barikatının yaşadığımız sokakları, geçtiğimiz yolları ve kazandığımız belediyeleri çevrelediği tecrit halini “yaşam” diye kabullenmemizi istiyor, ne büyük gaflet!
“Yaşam” dedikleri, olağanüstü hâlin kendini çağdaş siyasette gitgide artan bir hükümet paradigmasına dönüştürmesi. Olağan ve olağanüstü denilenlerin ustalıkla değiştirilmesi, “geçici ve istisnai” diye sunulanın hiçbir zaman geçici ve istisnai olmayacağı ve nihayetinde hükmetme tekniği olarak yerleşeceği.[1] Olağanüstü hâl edimi olarak kayyım atamaları da tam olarak bu programın bir parçası. Dayandığı bütün politikalarla istisnaları kurala-rejime dönüştürmenin denemeleri.
Yeni değil elbette, erkeğin, tanrının ve nihayet Führer’in sözü yasa gücüne sahip[2], deme cüreti gösterenlerden beri devlet soyut bir merhale olmaktan çıkarılıp insanlaştırılıyor. Devletin fiziksel formuna tayin edilenler, zihinsel ve psikolojik olarak da devletleştiriliyor. Devlet hükümetten, hükümet de polis-yurttaşlıktan ibaret bir hâl alıyor. Bir anlamda, hesaplarına gelmeyen bütün eleştiriler, protestolar ve itaat ettiremedikleri bireyler karşısında paradoksal bir fenomen olarak “yasal iç savaş” yürütülüyor.
Üstelik, sanki kayyım atamak suretiyle başlayan bu “yasal iç savaş”, polis-yurttaş ve itiraz eden, direnen ahlaki-politik yurttaş arasındaymış gibi servis edilebiliyor. Yetmiyor, olağanüstü hâl ilan edebilme yetkisini elinde bulunduran erkek-egemen, bu vesileyle gücünü ve direnenlere saldırılarını bir yandan şiddet pornografisi şeklinde performe ederken diğer yandan idari soruşturmadan bahsediyor. “Devlet benim” diyen aklın, “yasasız yasa gücüyle” hareket eden bedenlerin nasıl yaratıldığını görünmezleştirmeye çalışıyor.
Ancak bunun karşısında direniş de insanlaşıyor, kitleselleşiyor.
Gülistan, Devrim, Saniye… Batman, Mardin, Halfeti halkı… Olağanüstü hâl kisvesiyle uygulanan kayyım atamaları karşısında “geçici ve istisnai” olmayan direnişleriyle yürüyorlar, yürütüyorlar. Nefrete karşı, cinsiyetçiliğe karşı, ırkçılığa, ayrımcılığa karşı haklı bir deliriş bu. Kudreti de cesareti de taşıdığı toplumsal değerlerden, kadın değerlerinden geliyor. Bir sistemin, eşbaşkanlık sisteminin temsilleri olmak için çıktıkları yolda, belediye eşbaşkanı seçilerek Batman’da kadın düşmanı hizbullaha, Mardin’de aileciliğe, Halfeti’de halkların kutuplaştırılmasına karşı kadın özgürlük paradigmasını yaşamın kendisi haline getirmeye girişiyorlar.
Başlarken taşıdıkları iddiayla bugün hâlâ yürümeye devam ediyorlar. Yatağa aç girmemek, şiddet gördüğü evden çıkabilmek, çıktığında sokakta kalmamak, çıktığı sokakta güvenle yürüyebilmek, anadilini konuşabilmek, anadilinde yaşayabilmek, toprağında üretmek, ne üreteceğini, ürettiğiyle kolektif olarak ne yapabileceğine karar verebilmek, yoksulluk ya da holdingler zengin olsun yüzünden toprağından edilmemek için toplumun kendi kendini yönetmesi gerektiğini bilmenin haklı yürüyüşündeler. Tüm bunlar ve daha fazlası için halkın onları seçtiğini bilmenin, bu sorumluluğun yürüyüşündeler.
Aksine tahammül edilemeyecek bir yürüyüş bu.
Çünkü olağan olan Kürtlerden, kadınlardan, sosyalistlerden, direnenlerden nefret ettikleri gerçeği karşısında delirmektir. Bu çıplak nefret, elleri, ayakları kelepçelenerek duvar dibinde sıralamaktadır. Bedeni dışında kendini savunabileceği hiçbir aracı olmayan ama üzerine onlarca silahlı polis çullandığı için sadece zafer işareti yapan parmakları görebilmemizdir. Bir karış mesafeden yüze gaz sıkmanın, saf kötülüğe dayandığına aşina edişlerindedir. Yedi-yirmi dört kadın bedeninin kutsallığından, mahremiyetinden dem vurup söz konusu direnen kadınlar olunca öfkeyle alev alan gözlerde, yerlerde sürükleyip dinmeyen nefretlerini küfürlerle ifade ederek gözaltına almalarındadır.
Bildiğimize, gördüğümüze katlanamadığımızdan deliririz, olağan bir haldir bu. Olağanüstü olan onların yaptıklarıdır. Delirmemize sebep onlardır.
Çünkü “Günden güne ufalan ekmekler
Pasta yesin efendiler ama
Gaz tenekesi ile su kuyrukları
Ve bir başbuğun buyrukları
Başbuğun buyrukları” ile bizi onlar delirtti.
Ve delilik artık en çok sahip çıkmamız gereken yanımızdır. Bunca saldırı karşısında insan kalabilmemizin belki de tek yoludur. Sokağı bitmeyen olağanüstü halden, olağanüstü halin şiddetinden, işkencesinden, denetimsizliğinden, talimatlardan, tecritten kurtararak Kürt’ün, kadının, halkların demokratik yönetimine kavuşturacak olan da; bürokrasiden, sistem içi ve zorlama yapılardan, onların müzakere merakından kurtaracak olan da tahammül edememeye, delirmeye alan tanımaktan geçiyor olabilir. Belki de tarih boyunca kadınların, halkların direniş kültürü, direnenlerin kadim bilgisi ve inançları boşuna deliliğe delil olmamıştır.
[1] Giorgio Agamben “Olağanüstü Hal” içinde Şiddetin Eleştiri Üzerine, der. Aykut Çelebi, İstanbul: Metis Yayınları, 2010, 167.
[2] Nazi rejimi organizatörlerinden Adolf Eichmann’ın Führerle ilgili sözleri.