hiçbir şey bölünmez bir bütün değildir
küçükken çok işitirdik “kızım ölçülü ol” azarını. büyüdükçe de talimata dönüştüydü “ölçülü olacaksın!” özellikle de birilerinin yanında, belli bir alanda bulunduğumuzda. nerede nasıl davranacağını bileceksin! bunu anlamakta zorlanırdım. içine batıp çıkarak mutlu mutlu oynadığım çamur, misafir odasına girdiğimde birden kire dönüşürdü. elime yüzüme bulaşmış yapışmış utanılacak bir leke.
sanat eğitimi aldım. acayip sıkıcı bir akademik eğitimden geçerken neyin nereye hangi oranda yerleştirileceği öğretiliyordu esasen. hangi çizgi leke hangi kalınlıkta incelikte, hangi oranda ve nerede yer alacak, şunun ötekine göre oranı vs.
form nedir öğreniyorduk. leonardo da vinci’nin vitruvius adamıyla ilk o zaman karşılaşmıştım. bir karenin içine kapatılmış ideal ölçülerle yüceltilmiş bir erkek. eh elbette etkilenmiştim ama aynı zamanda acıklı da gelmişti. çarmıha gerilmiş gibiydi. sırtımın ürperdiğini hatırlıyorum.
kendimi ve çevremdeki kadın arkadaşlarımı yerleştirmeye çalışmıştım, hiçbirimizin oranları o kareye uymuyordu. bir çok erkek de uymuyordu gerçi onlar için de zor bir durum. ideal ölçülerde değildik mükemmel değildik nitekim, o karenin içinde olamadık, oraya yerleştirilemedik.
ortaçağ resmine ilgim sevgim o zamanlar başladı. o tıkabasa dolu ölçülü biçili alanın dışında kalan boşluk neredeyse bir eylem alanına dönüşmüş, danseden uygunsuz figürler içimi açmıştı. bir daha da iflah olmadım.
ilk o zaman düşünmüştüm her şey aslında nerede bulunduğunla ilgiliydi esasen. “ölçülü olacaksın!” talimatı yer belirtiyordu aslında. bir bütünün, bir kurallar bütününün, ölçülü bir bütünün içindesin ve ona göre davranarak ona göre yer alacaksın orada.
aristoteles’ten bu yana sanat alanında her yere ve zamana musallat olan bu bütünlük kategorisi “bölünmez bir bütünlük” ifadesiyle ilişkiliydi. aristoteles “güzel nesne, ideal bir nesne yapısına sahiptir o da bütünlüğün formuna sahip nesnedir” diyerek “güzel”i ideal ölçülerde bir bütünlük olarak tariflemiş oluyordu. “ideal” bir yapıya sahip “güzel nesne”nin formu açık ve belirgindir, tamdır ve kusursuzdur. yer aldığı bütünlükte her şey yerli yerindedir, hiçbir ekleme veya çıkarma yapılamaz yoksa form bozulur. içeriye dışarıya kesin ve keskin sınırlar çizilir, böylelikle hem kendi içerisiyle hem de dışarıyla uygun ilişkiler kurulur. tanrısal, bölünmez bir egemenlik alanı oluşturulmuştur. bu bütünlüğü kuran eserleştiren olarak sanatçı da tanrısaldır ve elbette erkektir.
belirlenen ölçüye yapılan bu vurgu -çirkin-i de tanımlar; orada bulunmaklığıyla bütünü bozan bir uygunsuz olarak.
yüzyıllar boyunca kadın da bu tanımın içine yerleştirilmiş. “bütünlüğün” içinde yer almaması gereken uygunsuz olarak, eserin tamamlanmasını engelleyecek ya da bütünlüğü deforme edecek şey, eksik, iğrenç ve kirli ve bir leke olarak.kadın bir grotesk bedendir. grotesk beden akışkandır, denetlenemez, tanımlanamaz, sınıflandırılamaz. onun bulunduğu yerde hiyerarşiler yere yapışır, kurallar altüst olur ve bozulur bu yüzden tekinsizdir, tehlikelidir. ancak yaratıcının elinde; idealize ve estetize edilerek, erotize edilerek ve elbette tabulaştırılmış, fantezi nesnesi haline getirilmiş, bir fetiş unsuru, ya kutsal anne, ya da eril bakışla pornografik biçimde parçalanmış bir beden olarak yer alabilir ancak. bütünlüğün içinde olması gerektiği gibi, olması gereken yerde ve olması gerektiği kadar.
bu bütünlük yanılsaması, özellikle 1960’lardan bu yana feminist sanatçıların ortaya çıkmasıyla dağılmaya başladı. feminist kadın sanatçılar, erkek sanatçı-kadın esin perisi model mitini alaşağı ederek, yerleşik erkek egemen bakışı ve onun ürettiği kadınlık temsillerini yerinden kaydırarak yeni temsil biçimleri önerdiler.
ikinci dalga feminist sanatçıları, ihlalci beden, mahremiyet, cinsel kimlik ve kimlik politikaları, imgenin pornografisi, kültürel kodlar gibi kavramları mesele eden işlerle olağan akışı kesintiye uğratarak ortalığı darmadağın ettiler, kirlettiler ve bütünlüğü bozdular. kristeva’nın zillet-iğrenç(abject) kavramının açtığı yolda yürüdüklerini rahatlıkla söyleyebileceğimiz cindy sherman, mona hatoum, kiki smith, robert gober, john miller, orlan ve robert mapplethorpe gibi sanatçılar, bedenlerine ve bedenlerinin ürettiği salgılara duyulan tiksintinin yabancılaştırma yoluyla sağaltılmasını amaçlayan, grotesk bedene gönderme yapan işler ürettiler. kendi bedenlerini kullanarak, bedeni denetleyen, ıslah etmeye, yönetmeye çalışan iktidara başkaldırarak, kadın bedenini bir eksiklik üzerinden değil, olumsallık olarak tanımlayarak bedenin sanattaki temsilini tersine çeviren performanslar gerçekleştirdiler. kadın emeği, ev ve ev işleri, annelik, her türlü eril şiddet, toplumsal cinsiyet, fetişizm gibi meseleler etrafında eril göstergelere karşı yeni bir dil oluşturdular. otobiyografik öğelerle bezedikleri ritüelvari gösterileri, kendi bedenlerine sahip çıkmayı amaçlayan politik gösterilerdi aynı zamanda ve sanat alanı ve politik alan arasına çizilen kalın sınırı da bulanıklaştırmışlardı.
iğrenç kavramı, güncel sanat pratiklerinde de her tür kategorileştirmeye ve kimlik meselelerine, ırkçılığa vurgu yaparak hala yaygın olarak kullanılıyor. o bütünlüklü sanat ve siyaset kurum ve kuramlarını sarsan işler çoğalıyor ve sanat-siyaset arasına ayrım koymayan bir pratik ve tahayyül geçmişte olduğu gibi bugün de hâlâ varlığını sürdürüyor. hepsini dile getirmek için zaman ve yerimiz dar ama bunlardan bir örnekle, bolivyalı anarko-feminist kolektif ‘mujeres creando’nun şahane kadınlarından gelen sesle buraya bir nokta koyalım.
“yaratıcılık insanidir. bütün kadın ve erkeklere aittir. fakat bizleri bize ait olan bu yaratıcılıktan mahrum etmek istiyorlar. yaratıcılığımızı elitist bir şeye çevirmek istiyorlar; sadece sanatçıların yaratıcı, esinlenmiş ve birbirlerine ilham verenler olduklarını söylüyorlar. biz kendimizin bu mücadele aracından mahrum bırakılmasına izin vermiyoruz ve yaptığımız her şeye, yayınladığımız kitaplara, sokak eylemliliklerine, duvar yazılarına yaratıcılık denen ve bizim için çok temel ve önemli olan bu unsuru ekliyoruz. bazıları bize “siz sanatçısınız” diyor. fakat biz sanatçı değiliz, biz sokak eylemcileriyiz. yaptığımız sadece tümüyle insani olan bir gücü kullanmak: yaratıcılık.”
bu sözlerde başında hala kutsal haleyle dolaşan yaratıcı sanatçı fikrine, yaratıcı endüstrilere ve yaratıcı profesyonellere karşı bir tavır koymanın var olduğunu söyleyebileceğimiz gibi sanat ve siyaset alanlarının arasına başta söz edilen bütünlük sevdasının çizdiği sınırları bulanıklaştıran iradeyi de görüyoruz. bolivyalı kadınların sesi gibi, “kendimizi birer özgürlük savaşçısı gerilla olarak görüyoruz” diyen bir grup anonim feminist eylemciden oluşan ‘guerrilla girls’ün çıkardığı sesler gibi benzer yaratıcı isyankar sesler dünyanın dört bir yanında sokaklarda ve meydanlarda yükselmeye devam ediyor.
son birkaç on yılda, toplumsal cinsiyete dair düşünceler de çok değişti, gelişti, dönüştü, eski cinsiyet kategorileri dağıldı. ikilikten çokluğa, kesin olandan fraktal olana doğru. bütün bunlar o başta kurulan bütünlüğü geri dönülmez bir şekilde bozdu.
ancak grotesk imgesi tüm sınıflandırmaların, hiyerarşilerin alt üst edildiği bir karnaval imgesi olarak iktidarı rahatsız ediyor hala. özellikle kadınlar, yoksullar, işçiler, göçmenler, yani beyaz olmayanlar yani bilumum ötekiler toptan grotesk beden kavramının altına yerleştirilerek burjuva sınıfı için dehşet ve iğrenme kaynağı olmayı sürdürüyor.
iktidarlar bizi hala karelerin içine tıkıştırarak forma sokmaya çalışıyor ama “güzel nesne”nin formu bozuldu bir kere.
sınırlar delik deşik.
istediğiniz formda değiliz abiler! vitruviusçu karenin içine sığmayız biz kıvrımlıyızdır çünkü. kıvrımlarımız yeryüzünün bütün kıvrımlarına karışır, sonsuza kadar çoğalırız.
normalleştirmeye, uygarlaştırmaya çalışıyorsunuz ama olmuyor işte! biz akarız, taşarız,
ele avuca sığmayız, durduğumuz yerde durmayız.
bulunmamamız gereken yerlerde bulunuruz.
gürültülüyüzdür ses çıkarırız.
bitmiş ve tamamlanmış değil natamamız.
tüm gözeneklerimiz dünyaya açık.
biz kire pasa ve birbirimize bulaşarak sürekli değişen dönüşen varlıklarız.
o en baştaki bütününün üstünü sürekli sıvayıp boyayıp dursanız da alttaki çatlaklardan sızan güzel suların sesini, dipten gelen uğultuyu duyuyoruz biz.
bakışımız aşağıdan yukarıya ve kenardan kıyıdandır, gösterilenin sakladıklarına, susturduklarına, dolaptan dışarı sarkanlara, masanın altına, gölgelere bakarız biz.
çerçevenin içinde yer almak değil de çerçevenin kendisini dönüştürmek üzere, beklenmedik karşılaşmalara imkân vererek hazır değer ve anlamların sabitlenmesine izin vermeden ihtimallere açık bir eyleme için; belki okunaksız bazen, kekeme belki ama kendi sesimizle, kendi ritmimizle,
isyankar ve oyunbaz hayal gücünün yaratıcılığıyla
jin jiyan azadî