Feminist mücadelenin dilini sadece sömürgecinin dilinden kurma baskısına direnmeli, yıllardır feminist eylemlerde yükselttiğimiz Jin Jiyan Azadî’den vazgeçmemeli, tarihsel olarak emeğimiz bedenimiz kimliğimiz bizimdir ile yükselen feminist mücadeleyi Jin Jiyan Azadî ile tam eşitlik temelinde buluşturmayı nasıl becereceğimizi konuşmalıyız.
Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, Jin Dergi’ye ayda bir yazarken, iki hafta önce belirleyip editörümüze bildirdiğim konu üzerine yazmaya oturduğumda, mevcut siyasi durumdaki değişim, ister istemez yazının bağlamında da değişiklik yapma ihtiyacı doğuruyor. Yaklaşık üç ay önce bir grup feminist arkadaşımızın hem kayyumlara karşı ve seçilen kadın eşbaşkanlarla dayanışmak hem de uzun yıllardır hapishanede siyasi rehin olarak tutulan feminist yol arkadaşlarımız Gültan Kışanak ve Sebahat Tuncel’in tahliyesi üzerine gerçekleştirdikleri ziyaretlerle, feminist bir barış politikasının yeniden inşasını konuşmaya başlamıştık. Bu yazı da bu bağlamda sömürgeciliği merkeze alan bir feminist siyasetin örgütlenmesini tartışmak üzere planlanmıştı. Ancak önce Bahçeli’nin açıklamaları, ardından TUSAŞ’ta (askeri-silah üretim tesisinde) yapılan eylem ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin farklı kollarından gelen yeni bir müzakere sürecine hazırız ama önceki gibi olmayacak vurguları, güncel yaklaşımın ne olması gerektiğini tartışmayı zorlasa da bu yazı, Türkiyeli feminist hareket ile Kürt kadın hareketinin savaş ve patriyarka karşıtı ortak mücadele zemininin inşası için gereken politik analiz çerçevesini eksene almaya devam edecek. Zira savaş koşullarının (ve bence sömürgeciliğin) güçlendirdiği patriyarkanın tek başına silahların susmasıyla gerilemeyeceğini bilmemiz için dünyada yeterince tarihsel deneyim var. Barışın toplumsallaşması için mücadele ederken kadın kurtuluş mücadelesinin etkisini ve kazanımlarını genişletmeyi eşzamanlı olarak hedeflemek için, savaş ile patriyarka arasındaki bağı kuran toplumsal ilişkiyi yani sömürgeciliği analiz etmek önemli.
İran’da 2022’de Jina Amini’nin ölümüyle başlayan Jin Jiyan Azadî eylemleri, bir bütün olarak Molla Rejimi’ne karşı isyana dönüşmüştü. Bu eylemler karşısında Türkiye’nin seküler milliyetçi kanadı destek açıklamaları yaparken İslamcı kesim lanetliyordu. İki hafta önce Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’in canice öldürülmelerinin ardında ülkenin dört bir yanında kadınların sokağa dökülmesiyle yükselen sloganlar arasında Jin Jiyan Azadî’nin de olması, eylemlere katılan kimi kadınlarca tepkiyle karşılandı. Feminizmin milliyetçilikle buluşamayacağını ispatlayan bu tepkiler, Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar kadınların direnişinin simgesi olarak dillendirilen Jin Jiyan Azadî sloganının tam da bu coğrafyanın, yanı başımızdaki Kürt kadınların mücadelesiyle yükseldiğini görmeyi reddeden sömürgeci kompleksin ürünüydü. Kürt kadın hareketinin patriyarkaya karşı mücadelede yasaklanan diliyle tüm dünyanın gündemine girmiş olmasına verilen öfkeli tepkiydi. Jin Jiyan Azadî’yi tüm dünyada bilinir yapanın Kürt halkının kolektif-örgütlü mücadelesi ile eşzamanlı yükselen Kürt kadın hareketinin mücadelesi olduğunun fark edilmesinin yarattığı öfkeyle tepki veriliyordu Jin Jiyan Azadî sloganına.
Devletin Kürt kadınlara ve Kürt kadın hareketine yönelik politikasını ise yıllar boyunca inkâr, imha ve yoksullukla terbiye etme çizgisi belirledi. 1990’larda kirli savaşın doruk yıllarında MGK kararlarında Kürt nüfusun 50 yıl içinde Türk nüfusu geçeceği tespitleri yapılınca 1995’te ÇATOM’lar devreye sokulmuştu. Kadınlar hem tipik bir sömürgeci istihdamla ucuz emek haline getiriliyordu hem de asimilasyon dayatmasına eşlik eden doğurganlığı sınırlama uygulamasıyla karşılaşıyorlardı. 2000 yılında 28 Şubatçılar tabir yerindeyse peşlerine taktıkları STK’ları, eğitim alanından başlayarak yeni toplumsal inşa hedefinin parçası haline getirdiler. ÇYDD’nin Kardelenler projesi Kürt kadınlara kız çocuklarına eğitim olanağı sağlamanın ön şartı olarak kısırlaştırmayı şart koşuyordu*. Sömürgeci asimilasyon, sömürü ve eğitim politikaları ile Kürt kadınların hayatında olumlu anlamada kolektif bir dönüşüm yaratmak bir yana, ÇATOMlar ve Kardelenlerle kadınları bizzat siyaseten rehin almaya çalışıyordu devlet.
Kürt kadınların kazanımlarına karşı kayyumlar
Özellikle Rojava’da önce IŞİD’e karşı direniş ardından özerk yönetimin inşasında kadın erkek eşitliğinin merkeze konması, Kürt kadın hareketinin mücadelesini simgeleyen Jin Jiyan Azadî sloganının enternasyonalleşmesini sağladı. Kuşkusuz sosyal medyanın da etkisiyle Rojava devrimi uluslararası bir ilgiyle karşılandı. Öncesinde ise 1999’dan beri Kürt hareketinin kazandığı belediyelerde açılan kadın danışma merkezleri, sığınaklar, sonrasında eşbaşkanlık ve eşit temsil ile yerel yönetimlerdeki bu gelişmelere eşlik eden siyasal kadın örgütlenmesi, bir bütün olarak Kürt toplumunda ulusal kurtuluş mücadelesinin yanı sıra kadın kurtuluş mücadelesinin önemini gösterdi. Kürt hareketinin yerel yönetimlerdeki bu gücü karşısında, OHAL dönemindeki sömürge valiliği uygulamasının bir versiyonu olarak valiler ve kaymakamlar, seçilmiş belediye eşbaşkanlarının yerine kayyum olarak atanırken, seçilmiş belediye meclislerinin de yetkileri ellerinden alınıyordu. Her ne kadar sıra İstanbul’a da gelir diye AKP iktidarına özgü bir baskı politikası gibi ele alınsa da devleti ele geçiren AKP’nin, devlet adına, sömürgesinde seçme seçilme hakkını tanımaması söz konusuydu ve sıra İstanbul’a gelmezdi gelemezdi.
Bildiğimiz sömürgecilik, doğal varlıkları talan, sermaye ihracıyla örgütsüz ucuz emek ihtiyacını karşılama, ticari ilişkileri tam denetim altına almak vd. ve siyasal üstyapının bu bağlamda örgütlenmesini sağlamakla özetlenebilir. Ancak kayyum atamalarıyla yeni olan, neoliberalizmle kent rantını buluşturarak kendine doğrudan bağlı bir sermaye fraksiyonu inşa eden AKP devletinin, seçimlerle elde edemediği yerel yönetimleri, kayyumlar yoluyla gasp etmesidir. Yandaşlara verilen ihaleler, halka ait taşınmazların ve arazilerin satışı sömürgeci talanın yeni versiyonu olarak hayata geçiriliyor. Bu talanı mümkün kılmak için her adımda siyaseti dizayn etmek için, gözaltılar ve tutuklamalarla Kürt siyasi hareketi etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Bundan kadınların payına düşen ise kadın danışma merkezlerinin, sığınakların, kreşlerin ve kadın örgütlerinin kapatılması, KADEM’e, TÜRGEV’e vs. devredilmesi ve elbette Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımızın yıllarca hapishanelerde rehin alınması oluyor.
Sonuçta AKP devletinin inşa etmeye çalıştığı yeni Türkiye’de, Ortadoğu’da savaş ve yayılmacılık hevesleriyle taçlandırılan milliyetçi-İslamcı bir ideolojik hegemonya aracılığıyla, kadınları aileye zincirleme politikasının ilk adımları, Kürt kadınların örgütlerine ve kazanımlarına saldırıyla atıldı. Ardından İstanbul’daki feminist gece yürüyüşlerine saldırılar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış vd. ile bir bütün olarak feminist mücadelenin kazanımları, kadınların hayatlarındaki özgürlük alanları hedef alındı. LGBTİ+ hareket yer altına itilmeye çalışılıyor, kadınlara aile dışında bir hayatları olmaması gerektiği dayatılıyor.
Şimdi yeniden çözümü, barışı konuşabilir miyiz diye düşünmeye başladığımızda, feminist mücadelenin dilini sadece sömürgecinin dilinden kurma baskısına direnmeli, yıllardır feminist eylemlerde yükselttiğimiz Jin Jiyan Azadî’den vazgeçmemeli, tarihsel olarak emeğimiz bedenimiz kimliğimiz bizimdir ile yükselen feminist mücadeleyi Jin Jiyan Azadî ile tam eşitlik temelinde buluşturmayı nasıl becereceğimizi konuşmalıyız.
* Bu mevzu feminist hareket içinde tartışılmaya devam ediyor. Evet, ÇYDD bursları ülkenin başka yerlerindeki kız çocuklarının eğitim almasını sağlayarak çok hayırlı bir iş yapmıştır hatta burslardan yararlanan Kürt kız çocukları için de yararlı olmuş olabilir. Ancak bu durum Kürt kadınların çocuklarının eğitim alabilmesi için kısırlaştırma şartı getirilmesini meşrulaştıramaz.