Yaşadıklarımızın farkındaydık. Saldırılar, kavramlar, kuramlar ve bunlara dönük eleştiriler oldukça güçlüydü. Peki ama nereye doğru yol alacaktık?
Jineolojî Dergisi 21-22 Eylül 2024’te “21. Yüzyılda Erkek Egemen Sisteme Karşı Mücadele Politikası ve Yöntemleri” üst başlığıyla bir çalıştay düzenledi. Sadece Kürt kadın hareketinin bileşenleri değil Türkiye’de özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürüten farklı siyasetlerden kadınlar da oradaydı. Çünkü kendini bilim olarak tarifleyen ve bir nihayetten öte, bilginin ve yorumun kadın eksenli sürekli ve yeniden üretimini esas alan jineolojînin 15 yılı aşkın geçmişiyle ve derginin 10 yıllık deneyimiyle mevcut formları aşması ve artık alabildiğine yayılması gerekiyordu. Çalıştay da Türkiye açısından feminist, sosyalist ve devrimci gelenekten gelen, hâlâ bu değerlere gözü gibi bakanların jineolojîye dair ortak ilk adımıydı, diyebiliriz.
Coşkusunu sona bırakmayayım; bu çalışma, sanıyorum hepimizi yeniden parmak uçlarına yükseltti. Çünkü son zamanlarda, hareketlerin iç dinamikleri ve erkek egemen tahakküm odaklarının baskıları sebebiyle birlikte düşünme ve çözüm üretme zeminlerinde -ortak mücadele geçmişi düşünüldüğünde- azalma ve daralma söz konusuydu. Haliyle bu bir araya geliş aynı zamanda kadınlar açısından hâlâ buradayız, birlikteyiz ve direnişe devam ediyoruz deme biçimi de oldu.
Elbette parmak uçlarına yükseltmekle kalmadı. Kısa süreli, sınırlı odaklı buluşmalar, dayanışmalar ve eylem planlamalarına dair değerlendirmeler kadar bunun ötesine nasıl geçebileceğimizin derdi de önerileri de çalışmanın gündemlerindendi. Sözün kendisi, kastı ve yaratabilecekleri kadın hareketlerinin tarihsel deneyimleriyle yoğrulmuş olsa da mesafenin açılması sebebiyle tahakküm odaklarının ve bunun karşısında bizlerin ne söylediği, söylediğiyle neyi değiştirmek istediği üzerine konuşma ihtiyacımız vardı.
Erkek egemenliğinin ve kapitalizmin temel aracı olarak şiddet, herkesin her dönemde üzerine en fazla söz kurduğu ve eyleme geçtiği ortak gündem olarak çalıştayın da önemli başlıklarından biri oldu. Şiddeti algılama-çözümleme biçimlerimiz ve şiddete karşı eylemleri örgütlemede yaşadığımız zorluklar yeniden ortaya kondu. Farklı algılayışlar beraberinde farklı çözüm önerilerini getirdi. Örneğin özsavunma tartışması, kadınların bireysel olarak hayatta kalma mücadelesi olduğu gibi kolektif kurtuluşu sağlayacak sistemsel arayışlar anlamına da gelmeliydi ki her iki boyutu da değerlendirildi. “Mücadele” ve “özsavunma” kullanımları zaman zaman iç içe geçti. Bu iç içe geçen kullanım herkes için aynı şeyleri ifade etmese de kimimize göre verilen mücadele tam anlamıyla özsavunmaydı. Günün sonunda farkındalık çalışmaları, örgütlenme, siyasete katılım, kendi özgün özerk sistemlerini kurma çabaları ya da ölmemek için öldürmek kadınların varoluşlarını savundukları pratikler olarak işliyordu.
Bana kalırsa bu oturumun en güçlü çıktısı, kurtuluşu, ulus devlet sisteminin tıpkı kendisi gibi erkek egemen ve kapitalist hukuk sisteminde aramıyor oluşumuzdu. Yasalar gündelik olarak yaşadığımız şiddete karşı belki bir araç olabilirdi eğer uygulayan zihniyet bu denli erkek egemen olmasaydı üzerinde daha fazla bile durulabilirdi. Ama tüm neoliberal politikalara ve toplumu etkileme düzeyine rağmen kurtuluşun amacı olarak görülmüyordu. Bu da çalıştay katılımcılarının sosyalist ve devrimci niteliği ve yine feminist mücadelenin neden ulus devletler karşısında konumlanması gerektiği konusundaki farkındalıklarıyla ilişkiliydi.
Dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik, tarihi dayanakları ve bugün artık yeni görünümleri ile ulus devletlerin yerelde ve küresel düzeyde kadın kırımını apaçık sürdürdüğü ideolojik ayaklar olarak doğrudan ya da kastedilerek hem başlı başına bir oturumda hem de aslında çalıştayın başlığı itibarıyla tamamında ele alınan bir konu oldu. Cumhuriyet tarihinin kız enstitüleri, kardelenleri ya da laiklik-dincilik kıskacında tutulan kadınlık inşası ile göçmen kadınların ve kız çocuklarının yaşadıkları aynı erkek egemen ve kapitalist ulus devlet aklındandı. Diller, kültürler, etnik kimlikler değişse de devlet aklı bütün kadınları ve tek tek her bir kadını denetleyebiliyor, şekil vermek için de son derece çeşitli politikalar uyguluyordu.
Yine bir tahakküm rejimi olarak sömürgecilik sınıfsal olduğu kadar tüm sınıflardan kadınların payına düşeni aldığı cinsiyetçilik sarmalıydı. Savaş süreçleri kadınlar için son derece yıkıcıydı ama barış süreçlerinde dahi devlet kendini sürekli işletiyordu. Bir halk politikleşmesin diye terörize edilen örgütler karşısında çeteciliğin, mafyalaşmanın örtülü olarak desteklenmesi, ailecilik-milliyetçilik-cinsiyetçilikle dolu dinci cemaatlerin kadınlar örgütlenmesin-özgürleşmesin diye bu denli yaygınlaştırılması oturum esnasında ve aralarda heyecanlı tartışmalar olarak sürdü.
Yaşadıklarımızın farkındaydık. Saldırılar, kavramlar, kuramlar ve bunlara dönük eleştiriler oldukça güçlüydü. Peki ama nereye doğru yol alacaktık?
Kadınların verdikleri mücadeleyi tarih boyunca diğer iktidar karşıtı toplumsal hareketlerden ayıran temel özellik bence sorunları bu kadar derinden yaşamaları sebebiyle çözümlemedeki kudretleri. Çözmeleri değil ama çözümlemeleri.
Gitgide daraltılan kesişimsel alanların genişletilememesi hâlâ ortak sorunlarımızın başında geliyor. Aile içi erkek şiddeti kadar kadınların ana dillerinde yaşayamamalarının da bir kesişimsel alan olarak ele alınamaması. Eko kırım ve kadın kırımı aynı göbekten çıktığı halde egedeki doğa saldırılarına da Kürdistan’daki kalekol yapımlarına da kesişimsel alanlar olarak bakılamaması. Devlet kocaman bir aileyken dört duvar arasında öldürülen kadınlar ve kız çocukları ile çatışmanın ortasında kaldığı için öldürülenlerin aslında aynı kişilerin ve zihniyetlerin savaşında katledildiğinin ama bazılarının yasının daha tutulabilir olduğunun sarsıcılığı. Tüm bunları tek bir çalıştayın sınırlı sayıdaki katılımcısının sorumluluğu olarak görmemek gerekiyor, elbette. Ama tüm bunlara dair daha radikal bir öfke ya da tutum böylesi zeminlerde açığa çıkmayacaksa nerede çıkabilir ki diye sormadan da edemiyor insan.
Çalıştayda artık dayanışma yetmez, ortak mücadeleleri örgütlemeliyiz dedirten de bu oldu, galiba. İlkelerde ve prensiplerde uzlaşalım demek bürokrasiyi yapım bozuma uğratmış 30 yıllık kadın deneyimlerine haksızlık olurdu. Kısa vadeli, sınırlı odaklı yan yana gelişler hepimizi güçlendirse de sorunlar karşısında kalıcı bir çözümü oluşturamıyordu. Saldırıların dayandıkları ideolojiler ve gücü elinde bulunduranlar tarafından bu denli sistemli yürütülmesi karşısında sistemli bir savunma ve inşa ihtiyacı, “ortak mücadele” oturumlarına Kürt kadın hareketinin önerisi olarak geçti. Değil ki diğer siyasetlerden kadınlar buna karşı durdu ama “nasıl” kısmı tek bir çalıştayla belirlenemeyecek kadar kapsamlıydı.
Kaygıların başında sanırım temsil sorunu vardı. Temsilin hiyerarşi yaratabileceği, bütün kadınları- kadın hareketlerini bağlayıcı bir tutum almanın o anki imkansızlığı bence de gerçekliğe denk değerlendirmelerdendi. Ama aynı zamanda Türkiye’deki kadın hareketlerinin parçalı olduğu eleştirisini de doğruluyordu. İhtiyacın karşılanabilmesi için daha çok yan yana gelmek, birbirimizi güçlendirmek ve çeşitliliklere halel getirmemek gerekiyordu.
Diğer taraftan uzun erimli mücadeleler içinde değişen nesillerin sorunları ele alışları arasındaki farklılıklar üzerine belki de başlı başına tartışmak gerektiği de çalıştay boyunca sık sık beliren bir düşünce oldu, benim için. Yani çalıştayın bir çıktısı da Kürt kadın hareketi dahil katılan farklı siyasetlerden kadınların 90’larda ve 2000’lerde kadın özgürlük mücadelelerine dahil olanların örgütlenme motivasyonlarında farklılıklar olduğuydu. Çünkü zaman zaman feminist hareketin 80-90 literatürü, sınıf mücadelesi yürütenlerin çıkış aşamalarındaki söylemleri, aynı aralıklarla da Kürt kadın hareketinin 90’lar etkisi o salondaydı. Tıpkı yeni nesil kadın özgürlük mücadelesi verenlerin “yeni” literatürünün o salonda olduğu gibi. Tahakküm ve hiyerarşiye karşı direnen kadınların mücadelesinden bir gerontokrasi çıkmazdı galiba(!)
Günün sonunda çalıştaydan ayrılırken yarattığı heyecanın yanında bir şey daha vardı. Bunca odağın tartışıldığı, ortaklıkların ve eleştirilerin ele alındığı bu çalıştayda sanırım en az jineolojîden bahsetmiştik. Her an jineolojîden bahsederken bile en az jineolojîden bahsetmiştik. 15 yılı aşkın bu deneyimde cinsel politikalardan teolojiye; ulus devlet savaşlarının milliyetçiliğe, dinciliğe ve cinsiyetçiliğe dayalı sömürgecilikle bağına, sözlü tarih çalışmalarından yazınsal ve dijital dünyada yapılan onca üretime, araştırmaya ve eleştiriye belki konuşulan bütün konularda değinildi ama eksik de kaldı.
Erkek egemen sisteme karşı mücadele ederken kadınlığın jineolojî için de politik bir kimlik-kültür olduğu, salt biyolojiyle izah edilemeyeceği hatta belki de en az biyolojiyle izah edilebileceği; bilgi-bilim kadından ayrı kaldıkça bilimsel olana erişilemeyeceği ve elbette toplumsal dönüşümde bunların ne denli etkili olduğunun somut çıktıları yeterli düzeyde tartışılamadı.
Kürdistanlı kadınlar jineolojî ile erkek egemen sistemle mücadelede yeni kavramlar ve kuramlar oluştururken kadın kültürü ya da köleliği vurgularını neye dayandırıyor?
Alternatif tarih okumasında bu kavramları nasıl temellendiriyor, geçmişin ve bugünün ilişkiselliğini nasıl kuruyor? Yine erkek egemen sistemin heteroseksist yaklaşımına karşı bugünün ve geleceğin özgür eşyaşamını nasıl tartışıyor gibi sorular hâlâ derinlemesine konuşulmayı bekliyor. Hem içeride hem çeperle hem de çeperin dışıyla.
Sonuç olarak içinden geçtiğimiz yüzyılı, tarihsel olduğu kadar yeni-yaratıcı niteliğiyle dokuyan jineolojî, özgür eşyaşamın ve kadınların 3. yolunun bilimi olma iddiasıyla ve bu durağın da yarattığı deneyimle, mücadele heyecanıyla yola, yolculuğuna devam ediyor. Kadınların yan yana gelişlerinin yaratabileceği değiştirme gücünü bilen bir yerden ortak mücadeleye, daha fazla tartışmaya, üretimlerine ve dünyayı değiştirme inancına katılmaya davet ediyor.