Evimizdeki ekmekten, işimize, basın ve ifade özgürlüğünden, adaletin geldiği düzeye, kadına yönelik şiddetteki pervasızlaşmadan, toplumsal cinnete kadar herşeyi etkiliyor. Bir yerdeki adaletsizlik ve ses çıkarmama bütün adaletsizliklerin önünü açıyor, bütün adaletsizlikleri doğallaştırıyor. Fikrine katılmadığına uygulanan adaletsizlik ve şiddeti kabul etme, yarın fikrine katıldığına yapılan adaletsizlik ve şiddete ses çıkarma zeminini ortadan kaldırıyor. Adalet için, özgürlük için, daha iyi bir gelecek için 12 Eylül 2012 tarihindeki talepler karşılanmalı, tecrit son bulmalı. Savaşın önünü alacak adımlar atılmalı
Bütün canlılar beslenmezse ölür. Yemek, bitki, hayvan ve insanlar için vazgeçilmezdir. Yani insanlar yaşamak için yer, hatta bazıları yemek için yaşar. Peki bir insan niye bile isteye kendini aç bırakır. Dirhem dirhem ölüme yatar. Hangi irade, hangi istek buna sevk eder. Bir şeye inanmak gerekir. Belki ölünmez ama inandığın şey için ölümü göze almak gerekir. Çünkü bunun sonucunda ortaya çıkacak olan buna değer.
Açlık grevleri tarihte çeşitli siyasal ya da toplumsal istemler için insanların tek tek veya toplu olarak kullandığı bir yöntem olarak kullanılmıştır. Tıp alemi, açlık grevini, bireyin istemli tavrı sonucu eksojen gıda alımını durdurması olarak tanımlanıyor. Buradaki anahtar kelime: istemli tavır. Ciddi bir psikolojik sorunu yoksa kimse ölümü tercih etmez. Parça parça kendini aç bırakarak, ölümü göze almak, yaşamdan daha fazla bir istek olduğunu gösterir.
Bir amaç, bir ideal, bir talep uğruna dünyada ve Türkiye’de çok etkili açlık grevleri yapılmıştır. Açlık grevi, yirminci yüzyılın başında İngiltere’de oy hakkı talep eden süfrejelerincezaevinde greve gitmeleri ile dünya çapında duyulmuş ve görünürlük kazanmıştır. Dünyada İRA direnişçilerinden BobySands en akılda kalıcısı… Demir Çeneli Melekler diye bilinen Amerikalı kadınların oy hakkı için girdikleri açlık grevi önemli bir direniş olarak tarihe geçti. Gandhi de İngiliz yönetimindeki Hindistan’ın bağımsızlığı için açlık grevine girmişti. Türkiye’de Nazım Hikmet’ten, Celal Bayar’a, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’dan tabi en bilineni ve sonuç alıcısı 14 Temmuz Diyarbakır’da Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek’e kadar bir çok açlık grev hafızalarda.
Ancak ben haftanın anlamına binaen 12 Eylül 2012 tarihindeki süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerini anlatmak istiyorum. Çünkü savaşın ve faşizmin bugün olduğu gibi en doruğa ulaştığı dönemdi yine. Ve Kürt sorununun çözümüne en yakınlaşılan dönemin kapısını araladı.
Ben de o dönem özgür basının bir emekçisi olarakhukuksuzluktan ve baskılardan nasibimi almış ve 36’sı tutuklu44 arkadaşımla beraber yargılanıyordum. Tek basın emekçileri mi? Avukatından, siyasetçisine, öğrencisinden, belediye başkanına kadar her kesimden insan vardı cezaevinde. Hatta o dönem zindana girmeyenin suçluluk duyduğunu söylesem abartı olmaz. Hatta o dönem beni gözaltına alan polis ekibinin başı (-ki sonra FETÖ cemaat faaliyetlerinden tutuklandı) “Kimseyi arama, herkesi aldık, basınınız bitti, kimse size sahip çıkmayacak” dedi. Davamızın savcısı Bilal Bayraktar (-ki sonrası FETÖ cemaat faaliyetlerinden ihraç edildi, sanırım kaçtı) “Haberleri yapmanızdaki amaç ne?” diye sordu. Başkanının dava sürecinde Yargıtay üyesi seçildiği davamızın hakim heyeti (-ki hepsi FETÖ cemaat faaliyetlerinden yargılandı, tutuklandı) dava süreci boyunca tek tek haberlerimizi sorguladı. Ne kadar tanıdık geldi değil mi?
İşte böyle karanlık bir dönemde, 12 Eylül 2012 tarihinde Diyarbakır D Tipi, Diyarbakır E Tipi Kadın, Kandıra 1 ve 2 Nolu, Siirt E Tipi Kadın ve Erkek ile Bolu Cezaevi’nde 64 kişi süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. Dalga dalga yayılan büyük bir direnişin fitilini ateşlediler. 22 Eylül’de 9 cezaevinde 89 kişi daha başladı. Dalga büyüdü. 5 Ekim’de 29 cezaevinde 224 kişi daha başladı. Peyder peyder sayı her 10 günde bir arttı ve Türkiye genelinde 58 cezaevinde ağır hastalar dışında herkes girdi açlık grevine. Sayı binlere ulaştı.
İki net talebi vardı açlık grevinin: Bir, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin sona erdirilerek, Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme koşullarının sağlanması. İki, Kürtçenin kamusal alanda kullanılması, mahkemelerde anadilde savunma ve eğitim öğretim hakkının kabul edilmesi.
Bu talepler sadece cezaevinin değildi, dışarıda da on binlerce insanın talebiydi. Bunun için hemen hemen her gün bir çok ilde çeşitli destek eylemleri oldu. Sokaklardan okullara, meclise her yerde tek gündemdi. Hatta bu eylemlerden gözaltına alınanlar, tutuklananlar oluyordu ve yanımıza gelen tutuklular da olmuştu. O dönem BDP milletvekillerinden bazıları ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de eylemin sonlarına doğru (son olduğu bilinmiyordu tabiki) açlık grevine başlamıştı.
Tabi o dönem iktidar basını da her zamanki gibi işbaşındaydı. Hatta kebap bile yiyorduk. Arada bir eyleme son verildiğine dair haberler de geçti. Eylemimiz “Devletin bekasını tehdit eden”, “ulusun birlik ve bütünlüğünü sarsmaya çalışan” ve “hükümeti yıpratmaya dayalı” eylemler olarak adlandırıldı. Ancak zorlanan iktidar bir yandan da, anadilde savunma yasa tasarısını Bakanlar Kurulu’ndan geçirdi.
18 Kasım 2012 tarihinde PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan İmralı Adası’na gitti. Öcalan görüşmede şunları belirtmişti: “Açlık grevine girenler dışarıdakilerin yapması gereken işi ve sorumluluğu kendi üzerlerine almışlardır. Dışarıdakiler, kendi görev ve sorumluluklarını zaten zor şartlarda olan, hasta olan, dört duvar arasındaki tutsaklara yüklemesinler. Açlık grevi eylem tarzı olarak genel itibariyle doğru bulmamakla birlikte, açlık grevleri yapılacaksa bile içeridekilerin değil, dışarısının yapması gerekir. Açlık grevi eylemi çok anlamlıdır. Bu eylem yerini bulmuş ve amacına ulaşmıştır. Hiçbir tereddütte kalmadan, bir an önce açlık grevine son versinler.”
Ama o kadar manipülasyon vardı ki, haberlere güvenemedik. Cezaevine faks ulaşmadan Bakırköy’de eylemi bitirmedik.
İlk grubun eylemi tam 68 gün sürdü. Tabi o süreçte yine kan dökülmeye devam etti. Gençler hayatını kaybetti.
Ardından sadece kardeşinin değil, hükümetin de görüştüğünü öğrendik. 28 Aralık 2012’de bir televizyon röportajında Recep Tayyip Erdoğan, Kürt sorununu çözmek için hükûmetin Abdullah Öcalan ile görüşmeler yaptığını duyurdu. 3 Ocak 2013 tarihinde de Ahmet Türk ve BDP milletvekili Ayla Akat Ata İmralı’ya giderek Öcalan ile görüştü.
O dönem sadece içerde değil, Türkiye’nin her alanında müthiş bir direniş vardı. Gençler, kadınlar, siyasetçiler, işçiler, gazeteciler herkes destek verdi ve Kürt sorununun çözüme kavuşması için elini taşın altına koydu. Tabi ki sonraki dönemlerde de aynı taleplerle ses getiren etkili açlık grevleri oldu. Bunların her biri de ayrı ayrı hatırlanmayı hak ediyor. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
12 Eylül 2012 tarihinde neredeyse tarihteki en kitlesel eylem olabilecek açlık grevindeki talepler çok önemliydi. İyi yürütülse, samimi olunsa görüşmeler çözüme evrilebilir, Ortadoğu’nun bu kadar savaş karmaşasında Türkiye gül bahçesi olabilirdi. Hatta dünyaya örnek olacak demokrasi modeli yaratılabilirdi. Şimdi de aynı talepler geçerli ve Türkiye’nin temel sorunlarına çevrildiği tecritten kurtarılarak çözüm gelişebilir. İmralı’dan başlayan tecrit kartopu misali büyüyerek ve bir sarmal halinde her yere yayıldı. Evimizdeki ekmekten, işimize, basın ve ifade özgürlüğünden, adaletin geldiği düzeye, kadına yönelik şiddetteki pervasızlaşmadan, toplumsal cinnete kadar herşeyi etkiliyor. Bir yerdeki adaletsizlik ve ses çıkarmama bütün adaletsizliklerin önünü açıyor, bütün adaletsizlikleri doğallaştırıyor. Fikrine katılmadığına uygulanan adaletsizlik ve şiddeti kabul etme, yarın fikrine katıldığına yapılan adaletsizlik ve şiddete ses çıkarma zeminini ortadan kaldırıyor. Adalet için, özgürlük için, daha iyi bir gelecek için 12 Eylül 2012 tarihindeki talepler karşılanmalı, tecrit son bulmalı. Savaşın önünü alacak adımlar atılmalı.